premier league etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
premier league etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ağustos 2013 Perşembe

Tottenham değirmeninin suyu..


Euro '88'den beri Avrupa ve dünya futbolunu yakından takip eden biriyim, Avrupa'daki 5 büyük ligden 10'ar takımın ilk 11'ini, oyuncularının yaşlarını ezbere sayarım vs. ama 25 senedir futbol konusunda çözemediğim bir şey var. Bir soru cümlesiyle ifade edersem şöyle denebilir: "Arkadaş.. Tottenham transfer bütçesi için bu kadar parayı nereden buluyor?" Sorunun cevabını bilen varsa ve aydınlatırsa gerçekten çok mutlu olacağım.

Tottenham İngiltere'nin büyük kulüplerinden biri değil. Taraftar sayısı olarak diğer takımlara, örneğin bir Arsenal ya da Chelsea'ye üstünlüğü yok. Tarihinde sadece 2 şampiyonluk kazanmış, ki bunlardan sonuncusu 1960/1961 sezonundaydı. Peki nasıl oluyor da son 20 yılda transfere en çok para harcayan kulüplerin başında Tottenham gelebiliyor? Paranın kaynağı nedir, neredendir, bilmiyorum. Rakamlarla konuşursak, 2000 ile 2010 arasındaki 10 transfer sezonunda kulübün harcadığı bonservis parası 515m €. Bu kadar para harcandığı halde elde edilen başarılar: 2007'de bir Lig Kupası finali, 2008'de bir Lig Kupası şampiyonluğu.. 2010'dan itibaren, bu yıl dâhil 4 sezonda ise 177m € bonservis parası ödenmiş. Elde avuçta yine bir şey yok.

Durup dururken bu konuya değinme nedenim ise bugün, Tottenham'ın Toulouse takımından 11m € bedelle Etienne Capoue'yi transfer ettiğini öğrenmiş olmam.. Bu oyuncuyla birlikte kulübün bu yaz harcadığı para da 70m €'yu bulmuş oldu. Ortaya çıkan kadro ise yine tek kelimeyle harika. Her pozisyonda iki kaliteli oyuncunun bulunduğu, EPL'de ilk 4'ü son haftaya kadar zorlayacak taş gibi bir takım hâline geldi Tottenham. Hele bir de akıllıca davranıp Di Maria ile Coentrao'nun içinde olduğu bir paketle Bale'i Real Madrid'e satarlarsa, ortaya çok daha güçlü bir takım çıkacak bence.

Tottenham'ın eldeki oyuncularla muhtemel 11'i şu şekilde:


Yedek 11:


Görüldüğü gibi kaliteli ve tecrübeli bir yedek stoper takviyesi yapılırsa, bu 11 bile EPL'de orta sıralara oynayabilir. Bakalım transfer hovardası kulübün üzerindeki kara bulutlar bu sezon dağılacak mı..

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Villas-Boas'ın yanlışları

Porto ile çok genç yaşta kazandığı olağanüstü başarılar nedeniyle, tıpkı Mourinho gibi Chelsea teknik direktörlüğü için seçilen Villas-Boas, EPL'de iki hafta geride kalmışken hiç de iyi izlenimler bırakmadı seyredenlerde. Tek bir şablona saplanmış, tutucu, elindeki malzemeyi doğru analiz etmekten uzak, yaratıcılıktan yoksun bir vizyon ortaya koyarken aynı zamanda maç içinde de doğru hamleleri yapmakta yetersiz kalıyor.

Burada yıllardan beri teknik direktörlüğün %50'sinin "sezon başında takımı kurmak" olduğunu bas bas bağırıyorum. Villas-Boas öncelikle bu hususta sınıfta kaldı bana göre. Zira Chelsea kadrosuna bugün baktığımız zaman ileri uçta oynayacak tam 7 oyuncu görüyoruz. Tek santrforlu 4-3-3 sistemini benimseyen bir hoca, nasıl bu kadar santrforu kadrosunda tutar? Onlar varken nasıl gidip Lukaku'yu transfer eder? Mantıklı hiçbir cevabı olmayan sorular bunlar.

Kaldı ki, zaten elinizde Torres, Drogba, Anelka gibi isimler varken tek santrforlu bir sistem oynamak da tam saçmalık. Bu oyuncuların hiçbiri tüm maç kenarda olmayı sindiremeyeceğine göre en azından çift forvetli bir sistemde her maç hepsinin birden oynaması sağlanabilir. Ya da eğer tek santrfor oyanacaksa bir tanesi kesin gönderilir. Nokta.

Bana göre yapılması gereken ise kesinlikle çift santrforlu 4-3-1-2 sistemini uygulatmak. Chelsea'nin elinde öyle orta sahalar ve öyle forvetler var ki, bundan başka herhangi bir sistem uygulatmaya kalkışıldığında mutlaka oyunculardan en az 1-2'sinin veriminin çok ama çok düşeceği mevkilerde sıkıştığını görüyoruz. Ayrıca yedek kalanlar da birer huzursuzluk potansiyeli olarak kulübede oturmuş oluyor.

4-3-1-2 idealdir dememin diğer önemli nedeni de orta saha oyuncularının yapısı. Elde Ramires ve Malouda gibi hem iç, hem de çizgi oyuncusu olarak görev yapabilen oyuncular varken, başka türlü bir arayışa girmek zaten abesle iştigal. Malouda 4-3-3 veya 4-2-3-1'in sol kenarı için yaratıcılığı sınırlı bir oyuncu. Çok çalışkan, iyi niyetli, bir miktar da yaratıcı ama kim onun Ronaldo, Nani, Messi vs. olduğunu söyleyebilir? Oysa 3'lü orta sahada iç oynadığında hücumda beke destek vermek amacıyla çizgiye çıkan, onunla varyasyona giren, savunmada da içe gelip ön liberoya destek veren oyuncu olarak kusursuz bir model teşkil ediyor bence. Aynı şeyler sağ için Ramires'te de geçerli. Bu iki oyuncuyu Mikel'in (iyileşince Essien'in) iki yanına yerleştirip, iki maçtır sol içte sıkışıp kalan Lampard'ı da forvetlerin arkasına sürerek kusursuza yakın bir orta saha şablonu elde etmek mümkün. En azından bu kadrodaki en efektif çözümün bu olduğu kesindir. Bu diziliş için Benayoun ve McEachran gibi ideal yedekler de elde mevcuttur.

Dolayısıyla Villas-Boas'ın daha fazla tutucu davranmadan (ki mevcut görüntüsü bana Fener'deki Zeman'ı hatırlatıyor) bir an önce eldeki malzemeye en uygun oyun modeline dönmesi gerekiyor. Yoksa daha ilk haftalarda ne olduğunu anlamadan çok sayıda puan kaybı yaşanacak.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

FA, amacın nedir?

EPL'yi yakından takip eden tarafsız bir futbolsevere, İngiltere'nin en aşağılık, en şerefsiz, en utanmaz hakeminin kim olduğunu sorsanız, alacağınız cevap yüksek ihtimalle Howard Webb olur. Manchester United'ın kendi sahasında oynadığı maçlarda, başı ne zaman sıkışsa imdadına yetişen, bütün ülkenin gözü önünde hiç sıkılmadan acayip penaltılar veren, kırmızı kartlar çıkaran bu insan müsveddesi, bu hafta sonu Chelsea ile oynanacak olan kader maçına atanmış, duyduğumuz kadarıyla... Federasyonun amacı nedir, o sahada kan çıkmasını mı istiyorlar bilmiyorum ama hayatımda gördüğüm en skandal kararlardan biri bu.

Ancelotti'nin aklının başına gelmesinden ve Kalou, Drogba, Malouda üçlüsünün bir arada oynamaya başlamasından bu yana tüm maçlarını takır takır kazanan ve zirveyle puan farkını üçe düşüren Maviler'in, United kadar, hatta ondan daha güçlü bir rakibi olacak sahada.. Kazanmalarını cân-ı gönülden istediğim bu maçta, hepimiz Webb'in kararlarını dikkatle takip edelim, ibret alalım.



5 Mart 2011 Cumartesi

Hayasızca bir oyun

United'ın Chelsea'ye yenildiği bir haftada Sunderland ile kendi sahasında karşılaşan ve puan farkını 1'e indirme fırsatı yakalayan Arsenal, karşısında beklemediği kadar çetin bir rakip buldu. Özellikle The Stadium of Light'ta aldığı puanlarla bu sezon Uefa Kupasına katılma şansını zorlayan konuk ekip, 10 kişi ile savunma yaptığı maçı 0-0 bitirmeyi başararak United'ın önünü açmış oldu. Teknik direktörleri Bruce zaten eski United stoperi. Kendisinin kenardan pancar gibi kıpkırmızı bir suratla her pozisyonda oyunculara bağırışını görünce, kim bilir içeride neler söylemiştir, tahmin etmek zor değil. Şurası net bir gerçek: Sunderland'in bugün tek ama tek bir amacı vardı, Arsenal'ın kazanmasını engellemek. Bunun için ne kadar çirkeflik ve şerefsizlik varsa yaptılar maç boyunca. Kendileri kontra falan bulmaya çalışsa, topa sahip olduklarında iki pas yapsalar, tipik bir deplasman takımı gibi oynadıkları düşünülebilirdi. Ama onların niyeti başka işte, Arsenal kazanmasın da, ne olursa olsun. Sonuçta kendi ceza sahasında 8 kişi ile savunma yaptıkları maçta istediklerine ulaştılar.

Bu arada dünyanın bence 20 senedir en iyi teknik direktörü olduğu halde ar, namus, haysiyet gibi kavramlardan zerre kadar nasiplenmemiş olan Ferguson'ın Chelsea maçı sonrası yaptığı açıklamalar ve döktüğü göz yaşları da işe yaradı. 86. dakikada rakibinin 25-30 cm arkasından çıkan ve golü atan Arshavin'e ofsayt bayrağı kaldırdı yardımcı hakem. Benim çocukluğumdan beri her sezon en az 15 puanı hakemlerle alan, kendi rakipleri de böyle birçok maçta doğranan, ama yine de sezon boyunca en çok ağlayıp zırlayan hep kendisi olan Ferguson'a dünya üzerindeki hangi küfürleri etsek yüreğimiz soğur? Cevap: Hiçbiri..

Arsenal 0 - Sunderland 0

1 Mart 2011 Salı

Ayağınıza sağlık Maviler

Chelsea, ilk yarısını yenik kapattığı maçta Man Utd gibi bir takımı ikinci yarıda attığı gollerle 2-1 yenmeyi başararak rahat bir nefes aldı. United ise dört puanlık farkın yarattığı rahatlığı böylece kaybetmiş oldu ve hafta sonu bu kez Liverpool deplasmanına gidecekler. Liverpool'un ahı gitmiş vahı kalmış bir durumda olduğunu biliyoruz ama United karşılaşmalarını her zaman farklı oynar Kırmızılar. Şayet maça Howard Webb atanmazsa, o maçta ev sahibinin yenilmeyeceği kanaati ve umudu içindeyim.

Bu geceye dönersek, Ferguson'ın sürpriz saha içi dağılımından başlamak gerekir diye düşünüyorum. Berbatov'u yedek bırakıp Hernandez'i tek forvet oynatan, Fletcher'ı sağ açığa hapseden bir dağılım bu. Ön liberolar Scholes ve Carrick hücuma hiç ama hiç destek vermiyor, Fletcher sağ çizgide daha çok Cole'u kovalamakla meşgul, Nani ise Ivanovic'in sertliği ile sinmiş ve sezonun en etkisiz oyunlarından birini sergiliyor. Sağ bek O'Shea olduğu için savunmadan hücuma destek verebilecek yegane oyuncu Evra ama o da nedense hiç çıkmıyor; üstelik karşısında Ramires var ve o da devamlı içe kat ederek oynayan bir isim. Evra yine de zorlamıyor, gerçekten çok ilginç. Forvetlerden Hernandez hareketli ama tecrübesiz bir oyuncu, Luiz ve Terry'nin sağlam tandemi onu ivedilikle pasifize etti zaten. Neticede iş sadece Rooney'nin maharetine kalmış durumdaydı United takımında; nitekim yıldız oyuncu üzerine düşeni fazlasıyla yaparak ilk yarım saatin sonunda sazı eline aldı ve takımını öne geçirmeyi başardı. Gol esnasında Terry ve özellikle de Luiz'in "kaytaran" görüntüsü tam anlamıyla şaşkınlık vericiydi. Rooney'nin vuruşu da muazzamdı.

İkinci yarıya Chelsea oyuncu değiştirmeden biraz daha istekli başladı. United ise topun kontrolünü tamamen rakibe bırakarak geride gömüldü ve kontra aramaya koyuldu. Bir pozisyondaki ribaund sonucu Essien'in şişirdiği top Lampard'ın kafasından sekip Luiz'in önünde kalınca ve Brezilyalı muhteşem bir vuruşla alt doksanı bulunca, Maviler derin bir nefes aldı. Yine de galibiyeti kovalamaya devam ettiler, United ise her geçen dakika daha da düştü oyundan. Şampiyonlar Ligi'ne katılamama tehlikesiyle karşı karşıya olan Chelsea'nin daha istekli, daha iştahlı olması belki anlaşılabilir bu maçta ama dört puanlık avantaja rağmen United'ın ruhsuzluğu ve uyuşukluğunu mazur gösterecek hiçbir şey yok. Maçı daha çok isteyen takım kesinlikle ev sahibiydi ve saçma bir penaltı ile de olsa istediklerini elde etmeyi başardılar. Onlar adına altın değerinde bir üç puan bu. Eksik maçlarını kazanıp City'nin önüne bile geçebilecek durumdalar artık. United ise Liverpool'a puan kaybederse, Arsenal'ın iki maçlık galibiyet serisi sonucu liderlikten olabilir. Ki o günü görmek ne güzel olurdu, laf aramızda..

Chelsea 2 - Man Utd 1

16 Ocak 2011 Pazar

Son of a b.tch!

İş-güç nedeniyle internete bile giremediğim ve bloga hiçbir şey yazamadığım uzunca bir dönemden sonra ilk postun Howard Webb dışında biri hakkında olması mümkün mü? Daha 13 Aralık gecesi Arsenal'i Old Trafford'da doğradığı için iğrenç adını bu satırlarda zikrettiğim şerefsiz piç, FA Cup'ta Liverpool'u da aynı stadyumda çimlere gömdü bir hafta önce. Dalglish gibi bir efsanenin ilk maçının United deplasmanına ve de üstelik bu kanı bozuk hakeme denk gelmesi ne büyük şanssızlık..

Arsenal ve özellikle Liverpool gibi büyük kulüplerin, Old Trafford'daki her maçında ev sahibini 12 kişi oynatan bu adamın hâlâ maç yönetiyor oluşuna ses çıkarmamaları da ne enteresan...

9 Mayıs 2010 Pazar

Chelsea şampiyon!

Sir Alex Ferguson ve Rooney, verdikleri demeçlerle hafta içinden beri Wigan'lı oyuncuları gazlamaya çalıştı ama son 12 maçını kazanamamış bir takımdan medet umarken muhtemelen kendileri de gerçekçi değildi. Nitekim daha maçın 6. dakikasında ofsayt kokan (ama bence olmayan) bir pozisyonda Anelka'nın önünde kalan topta usta oyuncunun şahane vuruşuyla öne geçti ve rahatladı Maviler. Anelka'nın bu golü atarken topu nasıl (bilerek) yere çarptırdığını ve kaleciyi nasıl çaresiz bıraktığını görünce, bu adamı ülkemizde seyrettiğimiz için hepimizin kendini şanslı hissetmesi gerektiğini bir kez daha anladım.

Neyse, Drogba'nın hat-trick yaptığı maçı Chelsea tam 8-0 kazandı ve şampiyonluğa ulaştı. Blogu takip edenler, Ancelotti'yi ne kadar sevdiğimi, ne kadar saygı duyduğumu iyi bilir. En çok onun için seviniyorum bu zafere. Mourinho gibi aile terbiyesi almamış, narsisist ve edepsiz bir adam ile Ferguson gibi kaybetmeye tahammülü olmayan ve kaybettiğinde her türlü çirkefliğe başvurabilen bir başka adamın karşısında, kuyruğuna bazsılmazsa sesini yükseltmeyen, efendi, kimsenin tavuğuna kış demeyen ve sakin görüntüsüyle Ancelotti gerçek sporseverlerin yüreğine adeta su serpiyor. Üstelik sadece o da değil; "insan"lığının yanında daha İtalya dışına çıktığı ilk sezonda (hem de EPL'de United, Arsenal gibi takımları geride bırakarak!) şampiyonluğa ulaşması, onun hocalığının da dünya çapında olduğunu kanıtlıyor.

Aşağılık insan Mourinho sezon ortasında Chelsea maçı öncesi, zavallı bir şekilde ne demişti? "Hâlâ benim taktiklerimle oynuyorlar." Ben de kendisine "hoşt!" diyorum buradan. Çünkü Grant ve hatta Hiddink bile Mourinho'nun Chelsea'de kurduğu düzeni devam ettirdi geçtiğimiz sezonlarda ama Ancelotti o sıkıcı takımın yerine seyredenlere inanılmaz zevk veren, devamlı hücumu düşünen ve bir sezonda 3 farklı takıma 7 (ve üstü) gol atabilen bir canavarlar ordusu yarattı adeta. Bu tosun arkadaş söz konusu başarı için ne kadar tebrik edilse azdır.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Müthiş gece

Dün gece, Avrupa'nın en önemli futbol ülkelerinde birbirinden önemli karşılaşmaların olduğu inanılmaz bir futbol şöleni gibiydi. Çoğunun aynı saatlere denk gelmesi hasebiyle belki hiçbirini bihakkın bir şekilde seyredemedik ama kaçırdıklarımızın yanında birinden öbürüne zıplarken gördüğümüz, şahit olduğumuz mücadeleler gerçekten de nefes kesiciydi.

İngiltere'de son iki yıldır 350 milyon avro civarı bir yatırım ile "büyük" kulüp olmanın kendince emin adımlarını birer birer atan Man City, kendi sahasında Tottenham'a yenilerek Şampiyonlar Ligi fırsatını rakibine kaptırdı. Sezon başında hiç kimsenin beklemediği bir şekilde Liverpool'un ilk 4 mücadelesindeki kifayetsizliği üzerine iştahı kabaran 3 takımdan Aston Villa, zaten geçen hafta City'ye yenilerek şansını kaybetmişti ama son ikisinin yapacağı "karar" maçının, sondan ikinci haftaya denk gelmesi tansiyonu iyice yükseltmişti. 1 puan önde ve son haftaki maçını küme düşen Burnley ile oynayacak olmanın avantajı ile sahaya çıkna Tottenham takımında, Peter Crouch'u ilk 11'de görmek, Palacios gibi bir savaşçı dururken Modric'i ön liberolardan biri olarak seyretmek ilginçti. Beraberliğin bile yeteceği bir ortamda Redknapp adeta kazanıp işi bitirmek için bir kadro kurmuştu ama elbette stratejilerinin en önemli ayağı öncelikli olarak rakibi durdurmaktı. Karşı cephede ise haftalardır bozmadığı 11 ile sahaya çıkan Mancini, tıkanıp kalan oyunu açmak için gerekli hamleleri yapamadı. Zaten ben kendisinin antrenörlüğünü hiç ama hiç beğenmem. Bir ara adı millî takım ile anıldığında tüylerim diken diken olmuştu hatta. Man City gibi bir takımı yönetecek klasta olduğunu da düşünmüyorum kendisinin. Nitekim oynanan futbolun o geldiğinden beri herhangi bir ivme kazanmamasının yanı sıra, Şampiyonlar Ligi biletinin kaçması son derece olumsuz puanlar. Bakalım dünkü maçın neticesi onun akıbetini nasıl etkileyecek.

Yıllardır Arsenal ve Chelsea'nin gölgesinde, inanılmaz paralar harcayarak devamlı "kaybetmeyi" başaran Tottenham için ise inanması güç bir başarı söz konusu. En büyük pay sahibinin menajer Redknapp olduğu bir gerçek.

İtalya'da ise dünyanın en ahlâksız spor adamı Mourinho'nun, büyük çoğunluğu kendisi gibi ahlâk yoksunu mahluklardan müteşekkil takımı, Roma'yı deplasmanda yenerek İtalya Kupasını kazanmayı başardı. Zaten skor avantajını bir kere ele geçirdikten sonra Barça deplasmanındaki gibi bir taktikle oynaması hiçbirimizi şaşırtmadı Inter'in. Oyuncularının, başta Motta olmak üzere sergilediği mide bulandıran hareketler de öyle.. Biz bu kadar ahlâksız insanların bu hayatta başarılı olmasına katlanamayaduralım, kişisel olarak benim Lucio, Motta, Maicon, Materazzi gibi oyunculardan birinin saha ortasında futbol hayatının bittiğini seyretmek yolundaki umudum canlılığını koruyor, hatta giderek artıyor.

Real Madrid benim beklemediğim bir rahatlıkla Mallorca'yı deplasmanda 4'leyip dönerken, Lyon kendi sahasında ilk 3 (yani Şampiyonlar Ligi) için çok büyük önem arz eden maçta yenik duruma düşmesine rağmen Auxerre'i devirip umutlarını sürdürdü. Bu maçta konuk takım formasıyla akıl almaz bir oyun oynayan 29 yaşındaki Polonyalı santrfor Jelen ise, Fenerbahçe için hayalini kurduğum transferlerin ilk sıralarına yerleşti diyebilirim.

Bu arada İskoçya'da genelde savunmasının sağlamlığı ile tanıdığımız, kendi sahasında kolay gol yemeyen Motherwell, Hibernian ile oynadığı karşılaşmayı 6-6 bitirerek hepimizi dumura uğrattı. 65. dakikada 2-6 olan maç, ev sahibinin son 20 dakikada bulduğu 4 golle berabere bitti. Bir gol daha atsaydı Motherwell, herhalde kulüp tarihinin en önemli başarılarından birinin hikâyesini yazmış olurdu.

Edit: Marsilya'nın şampiyonluğu neredeyse haftalar öncesinden garanti olduğu için, dün en az ilgilendiğim hadise oydu. Ama Tapie'li dönemden sonra, 18 yılın ardından dün gece garantilenen şampiyonluk, kendileri için çok çok önemli elbette. Son birkaç yıldır istikrarlı bir şekilde doğru adımlarla hedefe ilerleyen kulübü kutlamak gerekir.

4 Nisan 2010 Pazar

Chelsea şampiyon gibi

İngiltere'de sezonun belki de en önemli maçında Chelsea, lider United'ı deplasmanda 2-1 mağlup ederek bitime 5 maç kala rakibinin 2 puan önüne geçmeyi başardı. Maça her iki takım da kontrollü ve önce skor dezavantajına düşmemeyi garantiye almaya çalışan bir düzenle çıktı. Rooney'nin yokluğunda forma şansı bulan Berbatov'un, müthiş kalitesine rağmen temposunun düşüklüğü ve agresiflikten uzak oyun tarzı Chelsea defansının işini bir bakıma kolaylaştırdı. Ferreira, Alex, Terry ve Zhirkov'dan oluşan dörtlü savunma hemen hemen hiç bireysel hata yapmadı. Ön libero ve Mikel ve Lampard da savunmaya yakın oynayarak sürekli alan daralttılar. Kanatlar zaten rakip bekleri takip eden Cole ve Malouda ile kapatılmış, kazanılan tüm toplar da Deco ile buluşturularak onun Anelka'ya atacağı paslarla kontrataktan pozisyon bulmak üzerine bir taktik kurulmuştu. Chelsea takımının en önemli özelliği Mourinho döneminde oturtulan sağlam takım savunması. Bunun yanında savunma oyuncularının her birisi de işlerinde uzman denebilecek kadar mahir isimler. Hal böyle olunca, takım hâlinde defans yaptıklarında onlara gol atmak çok ama çok zor. United gibi kendi sahasında babasını bile tanımayan makine düzenindeki bir takım bile onlara karşı pozisyon bulmakta zorlandı. Üstelik Carvalho ve Cole gibi iki müthiş ismin eksikliğine rağmen..

United ise soldan Giggs, sağdan Valencia ile çizgiye inip rakip defansın yerleşme düzenini bozmaya çalışırken, Berbatov'un yarattığı boşluklara son haftaların sürpriz ismi Park'ı sokmayı amaçladı ama dediğimiz gibi Chelsea'nin blok hâlindeki savunmasında Park nefes bile alamadı. Kanatlar ikişer kişiyle tutulduğu için (Malouda ve Cole'un geriye yardımları kusursuzdu) orayı da kullanamdılar; artık temposu iyice düşmüş Giggs ve Scholes da bir varlık gösteremeyince United takımı pozisyon üretemeyen bir kimliğe büründü. Aslında Chelsea de gol atmaya çok yakın görünmüyordu ama son maçlarda inanılmaz bir form ortaya koyan Malouda'nın dört kişi arasında daldıktan sonra sıfırdan kestiği topa akıl almaz bir topuk darbesi yapan Cole takımını hiç beklenmeyen bir anda öne geçirdi. Bu golden sonra herkesin bekleyebileceği üzere maç United için iyice zorlaştı. Bu arada Cole'un attığı gol bize, 1997 Şampiyonlar Ligi finalinde Juve ile Dortmund arasında oynanan maçta Boksic'in kesmesine Del Piero'nun yaptığı muhteşem vuruşu hatırlattı (o gole rağmen Juve maçı 3-1 kaybetmişti).

Golden sonra alan savunmasını iyice sıkılaştıran ve konsantrasyonu maksimum seviyeye gelen Chelsea uzun süre rakibine pozisyon vermeden maçı götürdü. Bu arada maç öncesindeki taktiği sahada tıkır tıkır işleyen Ancelotti de zaman içinde doğru değişiklikler yaparak takımını maçta tutmayı başardı. Gerçi pres yapmayan Anelka ve Deco daha önce çıkarılıp Ballack ve Drogba alınabilirdi ama belki de saha içindeki ahenge o da müdahale etmekten çekindi, bilemiyorum. Sonuçta bir kontratakta Drogba'nın ofsayttan attığı golle üstünlük perçinlendi. United'ın, fazla rahatlayan rakip savunmanın bir anlık dalgınlığından yararlanarak Macheda ile bulduğu gol hiçbir şeye çare olmadı.

Geride kalan maçlara baktığımzda, daha zor fikstüre sahip olan takımın United olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bu maç bence Chelsea'nin söke söke aldığı şampiyonluğunu ilan ettiği maç olarak hatırlanacak.

Man Utd (4-2-3-1): Van Der Sar (**) - Neville (*), Ferdinand (**), Vidic (**), Evra (**) - Fletcher (**) (86' Gibson), Scholes (*) (72' Nani (**) - Valencia (*), Park (*) (71' Macheda (**), Giggs (*) - Berbatov (*)

Chelsea (4-2-3-1): Cech (**) - Ferreira (**), Alex (**), Terry (***), Zhirkov (**) - Mikel (***), Lampard (***) - Cole (***) (73' Kalou (**), Deco (**) (82' Ballack (*), Malouda (****) - Anelka (***) (69' Drogba (**)

Goller (1-2): Macheda 81' - Cole 21', Drogba 79'

8 Mart 2010 Pazartesi

Acıların takımı




Liverpool sezon sonunda CL'ye gidemezse ve Benitez de kovulursa, muhtemelen her şeyin bittiği maç olarak bu geceki karşılaşma hatırlanacak. Hafta içinde takımın menajeri "bundan sonraki hiçbir maçta puan kaybına tahammülümüz kalmadı" diyor ve bir de şu maça bakın; kaleyi bulan tek şut, takımın her şeyi denen Torres ve Gerrard sahada ve allahın Wigan'ı Liverpool'dan daha fazla gol girişiminde bulunuyor, topa daha fazla sahip oluyor. Son 10 yılın belki de en kötü sezonu bu Kırmızılar için.

28 Şubat 2010 Pazar

Ramsey's Leg

Stoke City-Arsenal maçında, 19 yaşındaki müthiş yetenek Aaron Ramsey'nin ayağı kırıldı. Ryan Shawcross'un öyle kasti bir tekmesi, vahşi bir girişi yok ama işte futbol bu. EPL'de bu girişlerin çok daha sertlerini hatta kasıtlılarını gördüğümüz halde olan bu gencecik çocuğa oldu. Arsenal kaptanı Fabregas'ın ve Campbell başta olmak üzere diğer oyuncuların tepkisi olayı daha dramatik hâle getirirken, Shawcross da maç 1-1 iken kırmızı kart görmesine değil, bacağını kırdığı çocuğa üzülüyor.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Avrupa'daki en güzel mücadele

Avrupa'nın büyük liglerinde son yıllarda bazı takımların sağladığı dominasyon bu sezon da kendini gösteriyor. Örneğin İspanya'da Barcelona'nın şampiyonluğu neredeyse %80 ihtimal. İngiltere'de Chelsea o kadar favori olmasa da bu hafta puan farkını 4'e çıkararak yeniden ciddi bir avantaj yakaladı. İtalya'da Inter zaten en az 2 yıl daha şampiyonluğu kimselere bırakmaz diye düşünüyorum. Almanya'da ise Leverkusen bugüne kadar iyi getirmiş olsa da birkaç hafta sonra Bayern zirveyi ele geçirir ve ondan sonra da bırakmaz bence.

Benim dikkat çekmek istediğim mücadele ise Premier League'de dördüncülük için yaşanan kıyasıya yarış. Bizim ülkede büyük takımlar için hâlâ ikinciliğin ne kadar büyük bir piyango olduğunu hiçbir yönetici anlayamadı ama Avrupalılar Şampiyonlar Ligi'nde oynamanın değerini bizden kat be kat fazlaca biliyor. Dolayısıyla ilk üç sıranın neredeyse kesinleştiği İngiltere'de dördüncülük, Devler Ligi'ne giden trenin son bileti olduğu için ziyadesiyle önem arz ediyor. Bu kontenjan için Man City, Liverpool, Tottenham ve Aston Villa, sezon sonuna kadar sürecek bir azim ve kararlılıkla, kendilerini seyreden futbolseverlere müthiş bir mücadele sergileyecek. Bunu tahmin etmek hiç zor değil.

An itibarıyla Tottenham 27 maçta 46, City 26 maçta 46, Liverpool 27 maçta 45, Aston Villa ise 26 maçta 45 puana sahip. Tottenham'ın fikstürüne baktığımızda iki hafta sonra City deplasmanında hayatî bir maça çıkacaklar. Ayrıca 34 ve 35. haftalarda kendi sahasında Chelsea ve Arsenal'ı ağırlayacaklar. 36. hafta ise Old Trafford deplasmanı var. Bu açıdan inanılmaz zor bir fikstürün onları beklediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

City ise bu hafta Chelsea deplasmanına gidiyor. Kazanmaları çok zor olan bu maçta 1 puan fazlasıyla iyidir. Onun dışında rakibi Liverpool'a bu hafta Tevez'den yoksun bir şekilde yenilmemeleri iyi karşılanabilir. Son dört haftada sırasıyla United (i), Arsenal (d), Villa (i) ve West Ham (d) maçları var.

Acıların takımı Liverpool 1 ay sonra Old Trafford'a gittikten sonra 37. hafta Chelsea'yi ağırlayacak. Muhtemelen o maçta Maviler'in şampiyonluğu garantilemiş olması için dua edecekler. Onun dışında büyük maçı yok Liverpool'un. Fikstür olarak en avantajlı durumdaki takım onlar ama bu avantaj, değerlendiren için geçerli haddizatında.

Ve Aston Villa'ya bakacak olursak onlar da Mart ayının sonunda Chelsea deplasmanına gittikten sonra 37. haftada City ile yine dışarıda oynayacaklar. Onların da maçları tıpkı Liverpool gibi çok zor görünmüyor. Ben de açıkçası dördüncülük için en ciddi aday olarak onları görüyorum; sadece formasıyla bile gönül tellerimi titreten Liverpool ile birlikte elbette.

Futbolsever arkadaşlara, özellikle bu dört takımın bundan sonra oynayacakları maçları kaçırmamalarını öneririm naçizane. Bizim buralarda futbol seyircisi için lüks sayılabilecek, (sözde) büyük takımlarımızın da canları isterse görebileceğimiz maksimum azim, hırs, motivasyon ve mücadele olacağı garanti en azından.

21 Ocak 2010 Perşembe

17 Ocak 2010 Pazar

30 Aralık 2009 Çarşamba

Aston Villa 0 - Liverpool 1

Dün gece kar yağışı altında ve muhteşem bir atmosferde başlayan Aston Villa-Liverpool maçı, futbolsuz geçen şu dönemde ilaç gibi geldi doğrusu. Normal şartlarda sezon başından beri alması gereken puanları almış bir Liverpool için, Birmingham'dan 1 puanla dönmek fena sayılmayacak bir sonuç olurdu. Ama hiç kaybedilmemesi gereken ekstra puanlar kaybedilip tüm krediler tükendiği için, sezon başında 1 puan yazılan maçların da mutlaka kazanılması gereken bir duruma geldik şimdi. Bunun fazlasıyla bilincindeymiş görünen Kırmızılı oyuncular da maç boyunca son derece istekli, azimli ve mücadeleci bir oyun ortaya koydu.

Aslında maçın istatistiklerine bakınca tam bir denge görünüyor ve genel olarak beraberliğin hakkaniyetli bir sonuç olduğu söylenebilir. Ama sadece istatistik ve pozisyon sayıları bu anlamda yüzde yüz bir yol gösterici olamıyor. Maç boyunca Kırmızılar'ın kazanmayı daha fazla isteyen, bunun için daha istekli ve daha çok çalışan taraf olduğu çok açıktı. Villa ise kendi sahasında oynamasına rağmen önce rakibi gömülü alan savunmasıyla durdurup daha sonra (tıpkı Chelsea'ye yaptıkları gibi) duran toptan ya da kontradan bulacakları bir gole bel bağlamıştı. Bu pencereden bakınca Liverpool'un 3 puanı (her ne kadar 90+3'te gelmiş olsa da) hak ettiğini düşünüyorum. Zira maç boyunca elinizden geleni yapıp, "top oynamaya çalışıp" galibiyete yine de bir duran topla ya da kontrayla ulaşabilirsiniz; ona bir şey demem. Ama eğer elinizde 150 milyon avro değer biçilen bir takım varsa ve kendi sahanızda oynuyorsanız maçın "stratejisini" buna göre kuramazsınız. Bu açıdan Liverpool'un başına geçmesi için aday olarak görülen O'Neill'ın çok kötü bir sınav verdiğini düşünüyorum.

Liverpool'un Chelsea, United ve Arsenal'ı geçmesi bu yıl artık pek mümkün görünmüyor. Ne yapıp edip Tottenham ve City'yi alt etmesi ve Şampiyonlar Ligi'ne girmesi lâzım takımın. Onlarla da 4-5 puan fark var şu anda. Artık saçma sapan puan kayıplarını geride bırakıp (bu maçta golü atan kahraman Torres'in de dönmesiyle) "kazanması gereken maçları kazanan" bir Liverpool görmek dileğiyle...

Aston Villa - Liverpool
Şut: 8-8
İsabetli şut: 4-4
Korner: 8-10
Ofsayt: 0-1
Sarı kart: 1-1
Faul: 13-11
Pas isabeti: %73-%77.75
Topa hâkimiyet: %42.2-%57.8

29 Kasım 2009 Pazar

Büyüksün Carlo, çok büyüksün

Bu blogda mütemadiyen övdüğüm ve hayranlığımı belirttiğim birkaç teknik direktörün başında geliyor Carlo Ancelotti. Yaşı bu kadar genç olmasına rağmen Milan ile 8 yıl boyunca yaşadığı sayısız şampiyonluktan sonra Chelsea'nin başına geçen İtalyan hoca, daha ilk sezonu olmasına rağmen kurduğu tabanca gibi takımla izleyen herkesi kendisine hayran bırakıyor. Her zaman belirttiğim gibi, 98 Dünya Kupası'ndan beri dünyada moda olan tek forvetli sistemler sonucu neredeyse herkesin terk ettiği çift forvetli, atak orta sahalı 4-1-2-1-2 sistemini uygulatmaya ısrarla devam etmesi bile benim için on bin puanlık bir bonustur. Bugün Arsenal deplasmanında 2-0 öndeyken hücumcu orta sahası Joe Cole'u çıkarırken oyuna defansif bir presçi almasını beklersiniz, en azından dünyadaki hocaların %99.9'u böyle yapar. Ama Ancelotti Deco'yu aldı oyuna yahu, Deco'yu! Bir adam bu kadar mı yürekli, bu kadar mı özgüvenli, bu kadar mı rahat olur? Arsene Wenger'in Walcott'ı oyuna almasından sonra artık yorulmaya başlayan Ashley Cole'un yerine sol beke Ferreira'yı sürüp Walcott'ı sahadan sildirmesiyle taktisyenliğini de gösterdi ayrıca (bilindiği gibi Ferreira aslında bir sağ bek). Anelka'yla Drogba'yı da hiç kimsenin yapmadığı şekilde yan yana oynatarak dünyanın en iyi forvet hatlarından birini oluşturdu. Kısa zamanda yaptığı olumlu icraatlar, saymakla bitmiyor anlayacağınız.

Milan'da senelerce yaşlı ve giderek köhneyen bir kadro ile yapabileceğinin en iyisini yapan Carlo, şimdi çok daha kaliteli ve üstün bir oyuncu topluluğuyla Chelsea'nin yakın geleceğine birden fazla kupa sığdıracağının sinyallerini veriyor. Mourinho yüzünden durduk yerde 2000'li yıllarda nefretimizi kazanan Chelsea bile artık onunla daha sempatik, daha insanî görünüyor gözümüze.

Dünyanın, Alex Ferguson'dan sonra en iyi 2-3 teknik direktöründen biri Ancelotti. Artık bundan hiç kimsenin şüphesi olmamalı.

Muhteşem Liverpool

Liverpool, Merseyside derby'sinde sonyıllarda kurduğu büyük üstünlüğü devam ettirerek Everton'ı deplasmanda 2-0 yenmeyi başardı. Maç boyunca doğal olarak kontrollü bir futbol sergileyen Kırmızılar, son 9 maçın 7'sini kazandığı şirin stadyumda biraz da şansının yardımıyla öne geçtikten sonra, maç boyunca geride iyice gömülerek savunma güvenliğini ön planda tuttu. Everton ise skor dengede giderken duran toplar ya da rakibin bir hatasıyla kendisi öne geçmeyi umuyordu. Ama böyle maçlarda atılan ilk gol, her iki takımın stratejisini yerle yeksan edip yepyeni bir oyun çıkarıyor ortaya. Söz konusu golü yiyen Everton olunca, üstelik bu golü kendi kalelerine atınca, bir de üstüne karşılarında (her ne kadar bu sene o görüntüsünden biraz uzaklaşmış olsa da) dünyanın en iyi takım savunması yapan ekibi olunca işler sarpa sardı. Reina'nın da, ona iş düştüğünde görevini muhteşem bir şekilde yapmasıyla (Cahill ve Fellaini'nin pozisyonunu kast ediyorum) bu görkemli zafer taçlanmış oldu.

Dileyelim ki bu müthiş galibiyet, son yıllarda Avrupa'nın en başarılı ekiplerinden biri olan Liverpool'u yeniden canlandırsın; yakalanacak bir yengi serisinin başlangıcı olsun. Yoksa bu yıl şu âna kadar olduğu gibi bir iyi/bir kötü sonuç almaya devam ederlerse, çekilmez bir sezon bizi bekliyor demektir.

Everton - Liverpool
Şut: 12-8
İsabetli şut: 6-5
Korner: 6-4
Ofsayt: 6-1
Sarı kart: 1-0
Faul: 15-12
Pas başarısı: %76 - %73.02
Topa hâkimiyet: %45.4 - %54.6

Everton (4-4-1-1): Howard - Hibbert, Yobo, Distin, Baines - Pienaar, Heitinga, Fellaini, Bilyaletdinov - Cahill - Jo

Liverpool (4-2-3-1): Reina - Johnson, Carragher, Agger, Insua - Mascherano, Lucas - Kuyt, Gerrard, Fabio Aurelio - N'Gog

Goller (0-2): Yobo (kk) 12', Kuyt 80'

25 Ekim 2009 Pazar

Gurur duyuyorum

Liverpool, o kadar yürekten, o kadar azimli, o kadar hırslı oynadı ki United karşısında, 2-0'lık galibiyeti sonuna kadar hak etti diyebiliriz. Gerrard gibi en önemli oyuncusunun yokluğuna ve Torres'in sakatlıktan yeni dönmüş olmasına rağmen sahadaki 11 genç adam, kaptan Carragher'ın önderliğinde tribünlerdeki 45 bin şanslı taraftara gerçek bir festival yaşattı. Daha kaliteli bir kadroya sahip olan büyük rakibini, özellikle maç başında ve ikinci yarının tamamındaki mücadeleci futboluyla şaşkına çevirip puan farkını da 4'e indirmeyi başardı böylece Kırmızılar. Ondan öte, maç öncesinde büyük bir kısmı umutsuz olan tüm taraftarlarının da gurur duyacağı bir performans ortaya koydular. Hele uzatmalarda N'Gog'un golünde kalesinden kopup gelen Reina ve diğer bütün oyuncuların yumak olup sevindiği an gözleri yaşarmayan bir Liverpool taraftarı var mıdır, emin değilim.

Dün United'dan çekindiğim için Carragher'ın orta sahada oynaması gerektiğini yazmıştım ama benden çok daha cesur olan Rafa, Lucas'a güvendi. Genç oyuncu da onun bu güvenini hiç boşa çıkarmayan harika bir performans ortaya koydu. Bunun yanı sıra takımını gayet hücumcu bir şekilde kuran Rafa'yı iki kere tebrik etmek gerekiyor. Torres'in de, yanında Kuyt gibi hamal bir forvet oynadığında ne kadar etkili olduğunu bir kez daha gördük. Liverpool bu moralle üst üste birkaç maç kazanıp yeniden zirveye ortak olur umarım.

Liverpool (4-4-2): Reina 8 - Johnson 7, Carragher 10, Agger 8, Insua 7 - Benayoun 9 (90' Skrtel), Lucas 8, Mascherano 8, Aurelio 7 - Kuyt 8, Torres 9 (81' N'Gog 7)

Man Utd (4-4-2): Van Der Sar 7 - O'Shea 6, Ferdinand 6, Vidic 6, Evra 5 - Valencia 6, Carrick 6, Scholes 5 (74' Nani 5), Giggs 6 - Berbatov 7 (74' Owen 6), Rooney 7

Goller (2-0): Torres 65', N'Gog 90+5'

16 Ekim 2009 Cuma

Bu ne şanssızlık!

Bilindiği gibi Liverpool bu sezona hiç iyi başlayamadı. Yıllar sonra artık hem yönetimin hem de taraftarın lig şampiyonu olarak görmek istediği kulüp, geçen yılki kadrosunu büyük ölçüde muhafaza etmesine rağmen, takımın en önemli oyuncularından Xabi Alonso'nun ayrılmasıyla büyük güç kaybetti. Geçen sezon başındaki bir postta, Gareth Barry'yi alabilmek için Alonso'yu haraç-mezat satmaya çalışan (hatta oyuncu kabul etse Fener'e geliyordu!) Benitez'i eleştirmiş ve Alonso'nun dünyanın en iyi ön liberosu olduğunu ısrarla belirtmiştim. Barry'yi alamadığı için onu kadroda tutan Benitez ise sezon içinde Alonso'nun gösterdiği performans sonucu utanmış mıdır, bilmiyorum. Ama bu yıl onu (35 milyon avroya da olsa) göndererek büyük bir hata yaptığı kesin.

Neyse, sezona kötü başlayan ve geçen yıl tüm sezonda aldığı kadar yenilgiyi daha şimdiden alan takım bu hafta Sunderland deplasmanına çıkıyor. Ve en önemli iki silah diyebileceğimiz Torres ile Gerrard bu maçta sakatlık nedeniyle forma giyemeyecek. Bu gerçekten de inanılmaz bir şanssızlık Kırmızılar için. Forvette Kuyt ile birlikte genç N'Gog'un görev yapması bekleniyor. Orta sahada ise büyük ihtimalle Benayoun, Mascherano, Lucas ve Riera oynayacak. Hiç umut veren bir kadro değil doğrusu.

Sunderland ise bu yıl özellikle Darren Bent'in inanılmaz performansı ile yenilmesi gerçekten de çok güç bir takım hâline geldi. Millî maçlardan önce oynanan son maçta da United'a Old Trafford'da herkesi şaşırtacak şekilde kafa tuttular ve Anton Ferdinand'ın kendi kalesine attığı gol olmasa neredeyse galip geleceklerdi. Orta sahada Malbranque, Cana ve Cattermole'un yanı sıra, cezalı olan Richardson'ın yerine büyük ihtimalle Reid oynayacak. Forvette de zaten oldukça yırtıcı bir ikili olan Jones ve Bent var. İddaa'nın ev sahibinin yenilmezliğine verdiği oran 1.81 ve bence inanılmaz bir oran bu. Her ne kadar bir Liverpool aşığı olsam da bu maçtan hiç ümitli değilim. Sunderland'in yenilmeyeceğini, hatta favori olduğunu düşünüyorum. Bahis oynayanlara duyurulur.

12 Eylül 2009 Cumartesi

ManCity ciddi

Sezon başından beri Arsenal ile ilgili hiç iyi şeyler yazmadım ama takım sezona şahane başladı. Hemen havaya girdiklerini van Persie'nin bir demecinden görebilirdiniz: "Bizi eleştirmek için erken konuştular." Oysa bana göre erken konuşan van Persie'nin kendisiydi zira 3 galibiyet aldın diye bunca dev takımın yer aldığı bir ligde, bu kadar genç ve çaylak bir kadro ile şampiyonluk türküleri söylemeye başlamak tam anlamıyla kendini bilmezliktir.

Öte yandan Man City için ise hep iyi şeyler söyledim ve buna da "öyle iyi oyuncular almakla iyi takım olunmuyor" diye hemen karşı çıkanlar oldu. Bugünkü neticeye bakıyoruz: City, Arsenal'i 4-2 yenmiş. İnsanlar bugüne kadar parayı basıp yıldız oyuncuları bir takıma doldurma yoluna giden onlarca takıma bakıp, bundan "genel" bir sonuç çıkarmakla çok büyük bir hata yapıyor; bence bugünkü hüsrandan bunu anlamaları lâzım. Çünkü toplama takım yapmak başarının garantisi olmasa da, "iyi futbol, iyi futbolcularla oynanır" tezini bir kenara koymak gerekiyor. Ayrıca önemli olan şey, topladığınız oyunculardan müteşekkil kadronun (dikkat buyurunuz) "kimyasının" ne durumda olduğudur. Ona bakarsak, Chelsea de toplama takım kurmuş ama 48 yıl sonra ligde şampiyonluğa ulaşmayı başarmıştır. Futbol analizi ile ilgili her yazımda vurgu yaptığım "takım kimyası" burada anahtar kavram. City'nin kurduğu kadronun kimyası da o kadar düzgün ve homojen ki, o takım için benim söylediklerimden daha karamsar düşünmek çok zor. Bir takım yıldız forvetlerinin yanı sıra, Barry, De Jong, Ireland, Kompany, Johnson gibi oyuncuları takımına katıyor ve bunların arkasına Toure, Richards, Lescott, Bridge gibi savunmacıları koyuyorsa, ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar demektir. Bu, bu sene ligi kazanacakları anlamına gelmez (amaç ilk 4 zaten) ama kurdukları takımın Arsenal'den daha kaliteli olduğu da kesindir. Arsenal'i tutuyor diye bir insanın çıkıp bu konuda (sezon başında bazılarının yaptığı gibi) peşinen naralar atmak beyhudedir. Sezon sonunu bekleyelim, o herkese göre "dehalar dehası", oysa bana göre asla büyük takım hocası olamayacak olan Wenger'in stratejisinin ne sonuç vereceğini hep birlikte göreceğiz. Ben Arsenal'ın ilk 4 için bile şansının minimum olduğunu düşünüyorum; başından beri olduğu gibi.

Bu arada Chelsea'nin bu sezon ikinci kez geriden gelerek son dakika golüyle maç kazanması, onların da bu seneki şampiyonluk için ne kadar istekli ve kararlı olduğunu gösteriyor. Golden sonra o kadar müthiş kariyere sahip oyuncuların yaşadığı sevinç de pek çok şeyi anlatıyor zaten. Şimdi Tottenham-United maçında sıra. Ben ev sahibinin yenilmeyeceğini düşünüyorum ama her durumda şahane bir maç olacağı kesin.

Blackburn - Wolves 3-1
Liverpool - Burnley 4-0
City - Arsenal 4-2
Portsmouth - Bolton 2-3
Stoke - Chelsea 1-2
Sunderland - Hull 4-1
Wigan - West Ham 1-0