1. Andrei Rublev (1966)Andrei Tarkovski
2. Il Gattopardo (1963)
Luchino Visconti
3. Aguirre, der Zorn Gottes (1972)
Werner Herzog
4. Bronenosets Potemkin (1925)
Sergei M. Eisenstein
5. La Passion de Jeanne d'Arc (1928)
Carl Theodor Dreyer
Liverpool'un sembol ismi ve yaşayan efsanesi Steven Gerrard, iki gün önce mukavelesini uzatarak 33 yaşına kadar takımda kalmayı garantilemiş oldu. Dünyanın en iyi orta saha oyuncularından biri olması bir yana (tam anlamıyla iki yönlü) oyun yapısı, hırsı, motivasyonu, profesyonelliği gibi sayısız unsurla takım arkadaşlarına örnek teşkil eden böyle bir ismin kaybedilmemesi, göründüğünden çok daha büyük anlamlar ihtiva ediyor. Ama neredeyse onun kadar önemli bir başka imza, geçen sezondan itibaren inanılmaz bir görev adamı-sağ dış oyuncusuna evrilen Dirk Kuyt'tan geldi. Kuyt, Gerrard ile birlikte şu anda takımın en önemli birkaç oyuncusundan biri. O da tıpkı kaptanı gibi hırslı, özeverili ve ciddi bir profesyonel. Ayrıca tam bir takım oyuncusu, bir teknik direktör için bulunmaz bir nimet. İddia ediyorum, Benitez bir gün (İstanbul'daki finalde Gerrard'ı Serginho'nun karşısında yarım saat sağ bek oynatması gibi) rakibin orta sahasında çok telikeli bir adamı Kuyt ile adam adama savunmaya kalksa, Hollandalı o görevi de bihakkın yerine getirir, o derece. Eğer birkaç yıl içinde şampiyonluk gelecekse bu, bu adamlarla olacak.
İlk maçta, Terim oyundan Semih'i alarak galibiyeti İspanyollara hediye edene kadar gayet iyi oynamıştık. Semih çıktıktan sonra ise resmen duvar tenisine dönen oyunda, yarım saat yenik oynayıp şuursuzca saldırmamıza rağmen rakip ceza sahasına bile giremedik. Dün akşam ise geride gömülü bir alan savunması yaparak ayağa paslarla topa sahip olma ilkesiyle oynayan tek forvetli rakibe karşı, dar alanlarda çok da başarılı olmayan Nihat ile başlamak büyük bir hataydı bence. Nihat zaten sakatlıktan yeni çıkmış, fizik olarak yetersiz. Zaten en fit durumda bile forvet oyuncusu olarak sadece belli özellikleri olan, kapasitesi sınırlı bir oyuncu. İnanılmaz derecede kalın ve kıvraklıktan uzak beli nedeniyle adam eksiltemiyor, dar alanda adeta kayboluyor. Buna rağmen Terim ondan bir türlü vazgeçemiyor.
Amerikan sinemasının, 90'lı yıllarda ortaya çıkardığı en büyük görsellik ustalarından biri olan Fincher, Ridley Scott ve James Cameron gibi iki efsane ismin ardından Alien serisinin üçüncü filmi ile sinema dünyasına girdiğinde ağır eleştiriler almıştı. Özellikle Cameron'ın, gerçek bir aksiyon ve gerilim klasiği olan filminin (Aliens, 1986) ardından Avrupa sinemasını andıran klostrofobik ve ağır tempolu bir kara filme imza attığı için Yeni Kıta'da hiç anlaşılamadı. Film her şeye rağmen vasatın biraz üzeriydi, bu ayrı. Ama görselliği ve atmosferi ile (ve özellikle yaratığın gözünden çekilen takip sahnesi ile) akıllarda yer etmeyi başardı.
Bayern Münih ve Lyon'un inanılmaz dominasyonuna artık alıştığımız bu liglerde, içinde bulunduğumuz sezon daha çekişmeli bir mücadele görüyoruz. Özellikle Almanya'da küçücük bir şehrin takımı Hoffenheim, oynadığı Werder Bremen tarzı cesur hücum futbolu ile, sezon başından beri gönülleri fethetti. Ama neticede bu tarz 35-40 maçlık serüvenlerde deneyim, geniş kadro, baskı ile baş edebilme vs. gibi unsurlar fazlasıyla öne çıkıyor. Bayern'in açık ara geri düştüğü haftalarda bile bu yüzden ben onların şampiyon olacağından emindim. Hâlâ da bu şekilde düşünüyorum. Çocukluğumdan beri nefret ettiğim bu iğrenç kulübün imkânları ve kadro kalitesi ile diğerleri arasında adeta bir uçurum var çünkü. Uzun vadede ne olursa olsun ipi onlar göğüsleyecektir.
Maç öncesi cesur bir kadroyla sahaya çıkan Terim, bunun karşılığını da ilk yarım saatteki sağlam oyunla pozisyon vermeden aldı. İlk yarının son 15 dakikasında biraz daha agresif ve isabetli pas yaptı İspanya, ama Torres'in şutu dışında hiçbir tehlike yaratamadılar. İlk yarıda Türkiye'de en çok sırıtan oyuncu her zaman olduğu gibi (kerametini hâlâ anlayamadığım) Nihat idi.