Bu sezon Avrupa mesaisi olmadığı için, Fenerbahçeli futbolcuların oynadığı maç sayısı çok düştü. Geçen yıl "hemen hemen hiç oynamadı" diyeceğimiz Stoch bile 32 resmî maça çıkmış mesela; Krasic 27, Bekir 44 maç oynamış. Bu sezon kadro daha geniş ama oynanan maç sayısı az. Bu yüzden Ersun hocanın işi -takımdaki rekabeti canlı tutabilme açısından- Aykut hocaya göre daha zor. Bu konuda şu âna kadarki performansı ise "iyiden öte", neredeyse kusursuz diyebiliriz.
Yarın akşam Fethiye ile Türkiye Kupası maçı var ve nihayet "yedek" oyuncuların kendine gelmeleri ve maç kondisyonunu arttırmaları için muazzam bir fırsat söz konusu. Gel gelelim, Fenerbahçe kadrosunda bu sezon şimdiye kadar en az süre almış oyunculardan bir 11 kurmak hepimiz için kolay olsa da, "o oyunculara göre bir diziliş" belirlemek çok zor. Hatta bu yüzden Caner'in "sol forvet" olarak oynayacağını okudum birkaç yerde; hücum hattındaki 3 pozisyonda sadece 1 yedek olduğu için, insanlar -doğal olarak- işin içinden çıkamıyor.
Ben yine de Ersun hocanın yeni bir diziliş yaratıp, tamamen yedek oyuncularla sahaya çıkacağını düşünüyorum. Bu doğrultuda, yani "şimdiye kadar en az süre almış" oyunculardan kurulu bir kadro yaparsak, ortaya şöyle bir şey çıkıyor:
Bekir sağ bek, Kadlec stoper olarak oynayabilir; zaten defalarca oynamışlıkları var. Onun dışında herkes yerli yerinde görünüyor ama tek sorun şu: Holmen solda oynar mı? Bazı basın organlarının Caner'i 11'e yazmasının nedeni de işte bu; takımda Sow, Kuyt -belki Emenike- ve Caner dışında orada oynayabilecek başka oyuncu yok. Ama benim görüşüm, "sadece bu sebepten dolayı" yukarıdaki 11 oyuncudan birini kesip Caner'i koymak da hoş olmazdı. Ayrıca Caner neredeyse takımın en önemli oyuncusu durumunda, riske etmeye ne gerek var? Ben Ersun Yanal'ın da böyle düşündüğünü sanıyorum ve bence onun sahaya süreceği 11 şöyle bir şey olacak:
Görüldüğü gibi 11 oyuncuyu bu şekilde dizdiğinizde, "kendi yerinde oynamayan" tek bir kişi bile yok. Burada şu sorular sorulabilir: "Takım 20 senedir oynamadığı 3-5-1-1 ile mi oynayacak? O iş o kadar kolay mı?" vs. Şimdi bu sorulara naçizane cevaplarımı vereceğim, ki bu postu yazmamın sebebi de budur.
Bildiğimiz gibi futbol, sürekli olarak gelişen ve "kendini yenileyen" bir spor dalı. Örneğin Fransa, 98 Dünya Kupası ve 2000 Avrupa Şampiyonası'nı kazandığı zaman dünyada -neredeyse- her takım 4-2-3-1 oynamaya başlamıştı. Daha sonra Yunanistan 2004 Avrupa Şampiyonası'nı kazandığında bu kez "küçük" takım teknik direktörü olan herkes kendi kendine "vay anasını; şu kadroyla ev sahibi Portekiz'i iki kere yenmek, Fransa'yı, Çek Cumhuriyeti'ni elemek vs. mümkün müymüş lan? Dur bakalım, biz de büyük takımlarla oynadığımız maçlara biraz daha kafa yoralım o zaman" vs. diye düşündü ve tüm dünyada "alan oyunu içinde adam markajı yapmak" diye yeni bir savunma tarzı türedi. Bir başka örnek: İtalya'da beş sene önce "üçlü defans" oynayan takım sayısı 20'de 1-2 idi ama şu anda 15 kadar takım üçlü savunma oynuyor. Neden? Çünkü herkes birbirinden etkileniyor, sürekli gelişmeye/geliştirmeye çalışıyor ve söz konusu devinim hiçbir şekilde bitmiyor.
Bizim ülkemizi ele alırsak, son 30 yılda benim hatırladığım ilk devrim, Derwall'in G.Saray'ın başında 3-5-2 ile üst üste 2 yıl şampiyon olduğu yıllarda yaşandı. O zaman Fenerbahçe dâhil bütün takımlar dörtlü defans oynuyordu, zaten 3-5-2 dizilişi de -başta Piontek olmak üzere- Almanlar tarafından yeni yeni keşfedilmişti. Bu diziliş, bütün dünyada da trend olduğu için Türkiye'de birkaç hoca tarafından takip edildi, Piontek de millî takımda onu tercih ediyordu. Fenerbahçe o yıllar boyunca 4-3-3'ten vazgeçmedi.
İkinci büyük devrim, bu kez herkesin üçlü defans oynadığı bir dönemde, Fenerbahçe'deki ilk yılında 4-1-2-1-2 ile şampiyon olan Parreira tarafından gerçekleştirildi. Gerçekten de o zamana kadar Türkiye'de hiçbir takım, herhangi bir maçta dörtlü defans oynasa bile bu dizilişle sahaya çıkmamıştı; ya 4-4-2, ya da 4-3-3 tercih ediliyordu. Tüm dünyada da bu durum geçerliydi, ta ki Parreira 94 Dünya Kupası'nı 4-1-2-1-2 ile kazanana kadar.. Zaten ben "bu dizilişin babası Parreira'dır" diye boşuna demiyorum.
Aslında 3-5-2'nin bir versiyonu olan, sadece "liberoyu savunmadaki oyuncuların değil de, hücumdaki 4-5 oyuncunun süpürücüsü" yapmak gibi -deha ürünü- inanılmaz bir detay ihtiva eden bu sistem, futbol tarihinin de en müthiş buluşlarından biridir aynı zamanda. 3-5-2'ye nazaran hem savunmada, hem de hücumda artıları çok daha fazladır. Özellikle "maçı kazanmak zorunda" olan takımlar için bence tercih edilmesi elzemdir.
Parreira Fenerbahçe'nin başındayken, Fatih Terim millî takımdaydı. O güne kadar Ankaragücü, Göztepe ve Olimpik millî takım anrenörlüğünü yapan Adanalı, bütün kariyeri boyunca 3-5-2'yi tercih etmiş bir teknik direktördü. 96 Avrupa Şampiyonası'nda da yine 3-5-2 oynattı takımı. Oradan G.Saray'a geçti, aynı şekilde.. Ve fakat ilk 1 ayda Fenerbahçe'ye önce TSYD Kupası'nda -İnönü'de- 2-0, daha sonra ligde -Ali Sami Yen'de- 4-0 yenilince istifasını sundu; Faruk Süren kabul etmedi. O 4-0'lık maçı hatırlıyorum; Cine5'te Melih Şendil anlatıyor, Tanju Çolak ve Erman Toroğlu da yorumluyordu. Erman Toroğlu, maç ilk yarıda 3-0 olduğunda "Melih, G.Saray takımında Vedat libero oynuyor yav!" diye şaşkınlığını ortaya koyarken, G.Saray'ın sezon başından beri bütün maçlarda o şekilde oynadığını seyretmemişti belli ki. G.Saray'ın o maçtaki dizilişine bakınız:
Van Gobbel Boliç ile, Bekir Gür de Saffet Sancaklı ile %100 adam adama.. Bu büyük tokattan sonra Terim, G.Saray teknik direktörü olarak bir nevi "son kozunu" oynadı ve hayatı boyunca hiç uygulatmadığı 4-1-2-1-2 sistemine adeta bir can simidi gibi sarıldı. Bütün meslekî hayatını "kumar" üzerine kuran, bunu "cesurluk" kisvesi altında kamuoyuna fevkalade servis eden/ettiren; kumarda kaybettiği zamanlarda Bizans oyunlarını, entrikayı, çirkefliği ve onlar da yetmezse "derin devlet"i devreye sokan -sözüm ona- İmparator, oynadığı bu son kumarın başarısız olmaması için "saha dışı"ndan da sınırsız bir destek gördü aynı zamanda. Onu, Türkiye'nin en sıradan hocalarından biriyken "İtalya'ya transfer olabilecek kadar" ileri bir seviyeye taşıyan ve ona kol-kanat geren kişi her kimse, o 4 sezonun sonunda kazanılan Uefa Kupası da "bir minnet ifadesi" olarak o kişinin -vefat etmiş olan- oğlunun mezarına bırakılacaktı.
Yani Terim o ilk sezonunda zaten -her türlü- şampiyon olacaktı, bu kesin. İsterse 1-2-7 dizilişiyle oynasın, Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin o karanlık "derin devlet" yıllarında yapabileceği hiçbir şey yoktu. Ama şans işte, kendisinin -tribünlerdeki "istifa" seslerini düşünürsek- adeta "cebindeki son kuruş"a attığı o zar, takım için de en uygun dizilişin ortaya çıkmasına vesile oldu. Sezon başında önce satış listesine koyduğu, sonra hemen hemen her maça yedek soyundurduğu ve bir Trabzon deplasmanında mecburiyetten o bölgede oynattığı Suat'ın, 4-1-2-1-2'deki "ön libero" için dünya üzerindeki en kusursuz oyunculardan biri olduğunu keşfetti mesela. Ertesi yıl "Bursalı Selim ile takas edelim" diye bir ay boyunca uğraştığı Okan Buruk, Bursa Selim'i vermediği için takımda kaldı ve yine bir İstanbulspor deplasmanında, eksiklerden dolayı mecburen orta ikilide, "sağ iç" pozisyonunda oynadı. Ve görüldü ki, Okan Türkiye'nin en iyi orta saha oyuncusu! Hoop, Okan her maç ilk 11'de ve üç sezon boyunca takımın en etkili 3-5 oyuncusundan biri.. Emre'ye bir şey demiyorum, onu -tıpkı Semih Kaya ve Emre Çolak gibi- kazanan, Türk futboluna kazandıran kendisidir, hakkını verelim. Ama işte, bütün hayatını "kumar oynayarak" idame ettiren bir adamın, arada bozuk saat gibi günde iki kez doğru zamanı göstermesi beni hiç ama hiç etkilemiyor.
Neyse, sonuçta futbol kendini sürekli yeniliyor, geliştiriyor ve ilerliyor demiştim. Hatta bu örnekte görüldüğü gibi, bunun bir "sınırı" da yok. Kel alâka bir Brezilyalı Türkiye'ye gelip, sonraki 20 yılda o ülkenin futboluna damga vuracak olan bir kişiye ilham verebiliyor. Ben iddia ediyorum, Terim üç sene boyunca Piontek'in yanında "pratik" olarak öğrendiğinden çok daha fazla şeyi, "teoride" Parreira'yı o bir yıl boyunca seyrederken öğrenmiştir. Bu "kişisel bir görüş" değil, o sezonki her maçı, her detayına kadar hatırlayan ve bilen birinin analizi.. Doğrudur yanlıştır, ona o dönemi yaşayanlar karar versin.
Bu yazının ana fikrine yeniden dönersem: Bakınız, yıllardır '%100 Futbol' programında Rıdvan hocanın "ya, şu 4-2-3-1'i kim çıkardıysa allah onu kahretsin, ligde her takım böyle oynuyor arkadaş!" diye isyan ettiğini görüyoruz. Güntekin Onay da sürekli "hocam o iki ön liberodan bir tanesi bile ileri çıkmaz mı?!" diyerek onu destekliyor. Peki neden böyle? Neden herkes 4-2-3-1 oynuyor? Cevap çok açık: Çünkü Fenerbahçe öyle oynuyor da ondan.. Alex'in transfer edildiği 2004 yazında Daum, önceki sezonun şampiyon takımında forvet ikilisi olan van Hooijdonk ve Nobre ile Alex'i bir arada oynattığında, takım savunmasının arızalar verdiğini keşfetti. Bu yüzden Nobre'yi sağ açıkta oynattğını defalarca görmüşüzdür. Pierre sakatlanınca da o müthiş Nobre/Alex ikilisi doğmuştu. İşte o sezonlardan beri 1-2 teknik direktör hariç Türkiye liginde herkes Fenerbahçe'yi taklit ediyor. Yani 2005'ten beri -her sezon- ligdeki 18 takımın neredeyse 15 tanesi böyle oynuyor. Oysa Fransa 10 senedir o dizilişle oynuyordu kardeşim, o zamandan beri aklınız neredeydi?
Ve fakat, Fener'i taklit eden o takımların oyuncu kalitesi Marco, Appiah, Ümit, Emre vb. seviyesinde olmadığı için, 4-2-3-1'deki iki ön liberonun ikisi de -önce defansı sağlama alma güdüsüyle- hemen hiç ileri çıkmıyor. Ve biz de yıllardır, olabilecek en kısır maçları seyrediyoruz. Zico, Aragones, Daum, Kocaman dönemlerinde de Fenerbahçe 4-4-1-1 veya 4-2-3-1 denebilecek o dizilişle oynadı; Zico ve Kocaman ile şampiyon oldu. Ama şampiyon olsa da olmasa da herkes bu 8 yıl boyunca Fenerbahçe'yi taklit etti.
Geçen hafta PTT 1. liginden bir maça rastladım, 'Balıkesirspor-bilmem ne' maçıydı. Spiker kadroları sayarken şöyle dedi: "İki takım da 4-2-1-3 oynuyor sevgili seyirciler." Ne oldu abi? Ne ara 4-2-3-1, 4-2-1-3'e döndü bu ülkede? Ben ne ara olduğunu söyleyeyim: Geçen yıl!. Evet, Türk futbolu benim çocukluğumdan beri hep olduğu gibi yine Fenerbahçe'yi izliyor, yine onun ayak izlerini takip ediyor. Geçen sezon Aykut hocanın (Webo'nun transferi sonrası) inanılmaz bir dehayla oluşturduğu bu yeni diziliş, Avrupa'da pek az takım tarafından -tam olarak böyle, bizimki gibi- uygulanıyor ama Türkiye'de bırakın Süper Ligi, PTT liginde bile taklit edilmeye başlanmış!
İslam Çupi boşuna dememiş, "Fenerbahçe'nin büyüklüğü başka bir büyüklüktür, anlatılamaz!" diye.. İşte böyle detaylar çok güzel anlatıyor aslında her şeyi..
Fethiye maçına bağlayacak olursam, "futbol değişiyor" demiştik.. İşte futbolda bence dünya çapındaki yeni trend, "dizilişlerin birbirine geçmesi" meselesi.. Daha doğrusu "top rakipteyken ve biz savunmada yerleşmişken şöyle; top bizde ve sağ kanattan ataktaysak şöyle; orada atağı sonlandıramaz ve kontra yersek, faul de yapamazsak şöyle" vs. gibi, maçtaki her detay için ayrı ayrı kafa yorup birden fazla diziliş uygulanabiliyor. Fethiye maçı için yazdığım kendi kadromu, tekrar hatırlayalım:
Top rakipteyken ve set hücumu olacaksa bu şekilde yerleşilir; kimin, ne zaman, kimin kademesine gireceği anlatılır; bunlar zaten 50 yıldır bilinen şeyler..
Peki top rakibe geçince? İşte orada şöyle bir şey oluyor, diyelim ki Topuz'un kanadından bir atak geliştirdik ve top rakibe geçti:
Geride Bekir, Yobo, Kadlec, H.Ali; ön liberoda Selçuk.. Veya Hasan Ali'nin kanadında aynı şey oldu diyelim:
Geride Topuz, Bekir, Yobo, Kadlec; ön liberoda Selçuk..
Bu sayede her hücumda: Hem kanatta 2 oyuncuyla varyasyon, hem ceza sahasında sürekli 3 kişi, hem de savunmada -en az- 5 kişi olmak mümkün..
Söylediğim gibi, bunlar atla deve değil; 50 yıldır sürekli uygulanan ve eğilip bükülen şeyler.. Şahsen ben Fethiye gibi zayıf bir rakibe karşı, 3-6-1 diyebileceğim böyle bir denemeyi -bu oyuncularla!- seyretmeyi çok isterdim. Fethiye maçını kazansak ne olur, kazanmasak ne olur.. Kaldı ki, bu kadroyla da kaybetme olasılığımız bence %5'in üzerinde olmaz.
Hem kim bilir.. Bakarsınız bu maçtan sonra ligde 3-6-1 oynayan hocalar da görürüz ;)