30 Ağustos 2008 Cumartesi

Geçmiş olsun kaptan...

İnanılmaz bir haber gerçekten de: Bundesliga'da Köln ile Karlsruhe'nin oynadığı maçta Köln takımının kaptanı Ümit Özat bir anda 27. dakikada yere yığıldı. Sağlık görevlileri tarafından hemen acil müdehale edilen oyuncumuzun ilk etapta kalp krizi geçirdiği düşünüldü ama dilinin bir süre boğazını tıkadığı ve nefes almasını engellediği yönünde de görüşler var. Hayati tehlikeyi atlattığı ve Köln Üniversitesi Kardiyoloji bölümünde müşehade altına alındığı belirtilen büyük kaptana en içten dileklerimizle geçmiş olsun diyoruz. Olay esnasında görülen Daum ile Mondragon'un gözyaşları ise sanırız uzun bir süre unutulmayacak...

29 Ağustos 2008 Cuma

Uefa'daki temsilcilerimiz

Uefa Kupasında temsilcilerimizin rakipleri belli oldu. Can Bartu'nun kendi elleriyle çektiği kura sonucu Bellinzona-G.Saray, Kayseri-PSG ve Metalist-Beşiktaş eşleşmeleri ortaya çıktı. En zor rakip elbette Kayseri'nin oynayacağı Kezman'lı PSG ama biz Kayseri dâhil 3 takımımızın da turu geçeceğini düşünüyoruz. Çünkü Kayseri, yurt içinde üç büyüklerle oynadığı maçlardan dolayı kendisinden büyük takımlarla oynama konusunda çok tecrübeli. Ayrıca çok uzun süredir bir arada oynayan oyuncuları var ve kadro konusunda bir istikrar yakaladılar. PSG'nin de geçen yıl yaşadığı travmayı düşünürsek ekibimizin en az Fransızlar kadar şansı olduğunu söylemek fantezi olmaz.

G.Saray ve Beşiktaş ise zorlanmadan turu geçecektir. Her üç takımımıza da başarılar diliyoruz.

Bayern Münih insan mı?

Son yirmi yıldır futbol dünyasını olabildiğince yakından takip etmeye çalışan naçiz gönüllülerden biri olarak, Avrupa ve dünya futbolunda eşi benzeri olmayan, adeta kan emici bir vampir gibi Alman futbolunun üzerine çökmüş bulunan iğrenç kulüp Bayern'e değinmek istiyorum bu kısa yazıda.

Bayern'in transfer politikası gerçekten de adeta bir vampiri andırır. Ne zaman kendisi dışında bir Alman kulübünde bir yerli isim parlayıp da millî takıma seçilse Bayern hemen onu transfer eder (Jeremies, Deisler, Lahm vs). Gelirleri, diğer Alman kulüpleriyle kıyas bile edilmeyecek kadar fazla olduğundan çoğu zaman parayı bastırıp oyuncuyu alır, mezkur kulüp de teklife hayır diyemez. Zaten dese bile Bayern çoktan o oyuncunun aklını çelmiş ve kalması durumunda o kulübe hiçbir hayrının dokunmayacağı bir kıvama getirmiştir.

Ayrıca yabancı oyuncularını da yurt dışından transfer etmez bu itici kulüp. Diğer takımların alıp da Alman yaşam tarzına adapte ettiği, o ligde ve ekolde başarılı olacağını kanıtlamış "hazır" yabancılar alır (Pizarro, Salihamidzic, Ze Roberto vs). Genelde de bunlar geldiği kulüpte sergilediği performansla ülkenin en iyi yabancıları hâline gelmiştir.

1990'ların başında Mehmet Scholl'ün ülkemizin gündemine düştüğü yıllardı. Scholl o zamanlar Karlsruhe takımında forma giyiyordu. Şimdi size o takımdan bazı oyuncular sayacağım: Oliver Kahn, Oliver Kreuzer, Thorsten Fink, Michael Tarnat, Mehmet Scholl... Bir yerlerden tanıdık geliyor mu? Evet, Bayern bu oyuncuların beşini birden (aynı sezon!) Karlsruhe'den transfer etti! Kreuzer daha sonra futbolu bıraktı ama diğer dördü 99 Şampiyonlar Ligi finalinde ve 2001 şampiyonluğunda kadrodaydı. Yine aynı şekilde, son yirmi yılın en iyi takımlarından biri olan 2002 yılının Leverkusen'inde oynayan Michael Ballack, Ze Roberto ve Lucio da bu iğrenç kulüp tarafından adeta çalındı. Bu oyuncular da çok uzun yıllar Bayern forması giydiler.

Şimdi de geçen yıl Moenchengladbach'tan aldıkları Marcel Jansen'i 8 M Euro karşılığı Hamburg'a vermişler. Adamlar parlayan bir oyuncuyu alıyor, tutarsa ne âlâ, tutmazsa gönderiyorlar. Asıl ilginç olan ise, konformist Alman oyuncuların bu rezil düzene başkaldırmayıp bilâkis teklif geldiğinde tıpış tıpış Bavyera kulübünün yolunu tutmaları. Durum böyle olunca sezon başında Bayern hariç diğer 17 takımın hocası arasında yapılan ankette şampiyonluk için tamamı (!) Bayern'in adını vermiş. Aferin size, kişiliksizler ordusu, böyle devam edin. Bir gün Alman ligini gerçekten saygı ve heyecan duyarak birileri izlemeye başlar belki...

Aforizmalar #2

-Tanrılardan tek dileğim bana bağışlamaları, onlardan hiçbir şey dilememeyi...
Pessoa

-"Benim için anlam taşıyan tek uzay" dedim, "benimle öteki insanlar arasındaki boşluktur. Dilerim öylece kalır."
James Baldwin, Ne Zaman Gitti Tren

-Savaşta ölen bir kişinin kahramanlaştırılması, gelecek savaşta üç ölü demektir.
Kurt Tucholsky

-En tatlı kadın bile acıdır.
Nietschze

-Seyrek uğra dostuna, kalksın ayak üstüne.
Atasözü

-Parayı domuzun boğazına takmışlar da, "Domuz Ağa" diye çağırmışlar.
Anonim

Gönülçelen filmler #5: Groundhog Day (1993)

Çocukluğumuza damgasını vuran "Hayalet Avcıları" filminde avcılardan biri olarak tanıdığımız (aynı zamanda senaryo yazarlarından biriydi), daha sonra yönetmenliğe merak saran ve çok da başarılı işlere imza atan Harold Ramis'in yönettiği (bizdeki ismiyle) "Bugün Aslında Dündü" sinema tarihinin en iyi romantik komedilerinden biri. Bunu söyleme nedenim filmin, bir romantik komediden çok daha fazla olması. Hem romantik, hem komik, hem son derece duygusal, hem bir dönüşüm filmi hem de senaryosundan ve yönetmenliğinden pür zekâ fışkıran bir film. Başrolünde, yine Hayalet Avcıları'ndan kaçık doktor olarak tanıdığımız Bill Murray'nin performansı ise görmelere seza.

Televizyonda hava durumu spikeri olan Phil Connors, 2 Şubat Köstebek Günü için her yıl olduğu gibi nefret ettiği Pennsylvania eyaletinin Punxsutawney kasabasındaki festivale gidecektir. Festivalde bir köstebek (onun da adı Phil!) eğer kulübesinden çıktığında kendi gölgesini görür ise kış 6 hafta daha uzarmış, yerden kar kalkmazmış, inanış bu. Hava durumu sunucusu olduğu için bir nevi magazin muhabiri olarak her yıl oraya gidip bu haberi yapmak zorunda olan Phil zaten uyuz, narsist, herkesi aşağılayan, mutsuz bir tiptir. Bu aktivitede iyice huysuzlaşır ve kendisiyle birlikte gelen asistanı Andie MacDowell ve kameramanına kan kusturur. 2 Şubat gecesi kasabadaki otelde kalan Phil, ertesi sabah uyandığında bir insanın yaşayabileceği en büyük şoklardan biriyle karşılaşır.

Seyretmeyenler vardır diye geri kalanını yazmıyorum ama filmin asıl başladığı yer de orası. Ve yönetmen Ramis, Phil'in içine düştüğü o aslında çok hazin ve trajik durumu, eşi benzeri olmayan bir kara mizahla seyircinin içine geçirmeyi çok çok iyi başarıyor. Phil'in durumunun ciddiyetini düşünüp kendimizi onun yerine koyuyor ve hüzünleniyoruz ama onun o duruma alışmaya başladıkça sergilediği davranışlar da olağanüstü komik gelmeye başlıyor. Ayrıca arada bir aşk hikâyesi mükemmel bir şekilde işleniyor. Ve en önemlisi de kahramanımızın geçirdiği dönüşümün kusursuz bir şekilde tamamlanması. Sinemada kişisel olarak en sevdiğim trüklerden biri olan (Rain Man filmindeki Tom Cruise misali) bu dönüşüm gerçekten de mükemmel bir şekilde işlenmiş.

Netice olarak sinemayı seven bir insanın mutlaka ama mutlaka görmesi gereken, hem eğlenceli hem de son derece zeki olan bu başyapıtı herkese hararetle öneriyorum...

Unutulmaz diyaloglar #5: C'era una volta il West

Sinema tarihinin en iyi western filmleri söz konusu olduğunda, kendisine her daim ilk beşte sağlam bir yer bulan "Bir Zamanlar Batı'da", spagetti western türünün babası Sergio Leone'nin yönettiği şahane bir film. Başrollerine Henry Fonda, Claudia Cardinale, Charles Bronson ve Jason Robards'ın oynadığı filmin müzikleri efsane isim Ennio Morricone'ye ait. Harmonica melodileri ile adeta bir operayı andıran o uzun giriş sahnesi bugün bile sinema tarihinin en iyi açılış sekanslarından biri kabul ediliyor. Böyle bir filmi uzun uzun anlatabilir, pek çok diyaloguna yer verebiliriz ama bizce eşi benzeri olmayan o diyalogların en güzelini buraya nakşederek Leone ustaya selamımızı çakıyoruz:

-Bana güvenebilirsiniz bayım.
-Hem pantolon askısı, hem kemer takan birine nasıl güvenebilirim?

Müzik molası #5: Bon Iver

Bon Iver, Indie şarkıyazarı-vokalist Justin Vernon'ın sahne ismi. Lise ve üniversite yıllarında yine kendisinden müteşekkil çeşitli gruplar kuran ve Eau Claire, Wisconsin'de müziğini icra eden Vernon, Bon Iver ismini verdiği projesiyle de ilk albümünü 2007 yılında "For Emma, Forever Ago" adıyla piyasaya sürdü. Wisconsin'de ücra bir kulübede 4 ayda kaydettiği albüm, Vernon'ın benzersiz vokali ve yumuşak gitarlarıyla dinleyeni bambaşka diyarlara götüren muhteşem bir çalışma. Albüm, İngiltere'de piyasaya çıktığı anda hemen hemen tüm otoriteler tarafından övgüye boğuldu, müthiş bir eleştirel başarı kazandı. Müzik zevki dar sınırlar içine sıkışmamış her bünye için dinlenmesi elzem olan bir albüm gerçekten de. Zaten 3 tur attıktan sonra müptelası olmamak da çok zor. Hararetle tavsiye ediyorum...

28 Ağustos 2008 Perşembe

Kadri bilinmeyenler #3: Emrah Eren

Kariyerine Öz Alibeyköyspor'da başlayan Emrah, İstanbulspor'da yıldızını parlatmıştı. 99 yılında Terim tarafından G.Saray'a alınmış ve fakat tıpkı Mehmet Yozgatlı gibi burada tutunamamış ve takımdan gönderilmişti. Kocaelispor'da yeniden parladıktan sonra Trabzon, Malatya ve Rize'de forma giydi. Derken bu sezon öncesinde G.Antepspor ile anlaştı ama ligin ilk maçı olan Fener müsabakasında yedek oturdu.

94 yılında Parreira ile Dünya Şampiyonu olan Brezilya millî takımında, final maçında sakatlanana kadar forma giyen Bayern'in efsane sağ beki Jorginho'yu fena halde andıran bir kanat savunmacısı Emrah Eren. İnanılmaz yumuşak bileklere sahip, adam geçme özelliği olan, çok iyi orta yapan, ters kademeyi ve kanat savunmasını bilen çok da tecrübeli bir futbolcu. Ama nedense hiçbir dönemde Türkiye'nin en iyi sağ beki olarak değer görmedi. Ve hatta şimdi de Gökhan Gönül'den sonra Türkiye'nin ikinci en iyi sağ beki olarak hiç kimse görmüyor onu, bizden başka. Bu sezonun başında aslında Fenerbahçe'nin transfer etmesi gereken ilk oyunculardan biriydi Emrah, Gökhan sakatlandığında onunla aynı tarzda olup hiçbir şekilde onun yerini aratmayacak bir oyuncu olarak. Ama Fener, ofansif beki Gökhan'ın yedeği olarak stoper Önder'i tutuyor kadroda..

Yeniden Emrah'a dönersek, henüz daha 30 yaşında olan bu çok kıymetli oyuncunun kadri neden bilinmedi, neden kabuğundan bir türlü çıkamadı, G.Saray ve Trabzon'da neden tutunamadı bilmiyoruz. Ama naçiz kanaatimizce, yetenek olarak Türk futbol tarihinin en iyi sağ beklerinden biri olduğunu ısrarla vurgulamak istiyoruz. G.Antep'te de kendisini takibe devam edeceğiz.

Son olarak Kocaeli'de oynadığı dönemden bir anektod ile bitirelim. Takımın 10-15 maç boyunca galibiyet alamadığı talihsiz bir periyotta oynanan ve berabere biten bir iç saha maçından sonra, kendisine uzatılan mikrofonlara şöyle demişti: "Ya iyi oynuyoruz, pozisyonlara giriyoruz, galibiyeti hak ediyoruz ama bir türlü olmuyor. Allah sonumuzu hayretsin"...

Şeker, bal, lokum...

Fenerbahçe, geçen sezonkinden bile daha kolay bir gruba düştü devler liginde: Arsenal, Porto ve Dinamo Kiev. Arsenal ile ilgili olarak sezon başında da yaptığımız değerlendirmede belirtmiştik (bkz: Arsenal yarışmacı bir kulüp mü?), Arsenal artık büyük bir takım olmaktan çıktı. Kendi liginde ilk dörde girip Şampiyonlar Ligi'ne katılmak Arsene Wenger'e sanki yetiyor gibi. Zaten Avrupa kupalarında 2-3 sezon önceki finalden başka bir başarısı da yok, hatta bir sendrom var sanki bu konuda. Wenger takımı o kadar gençleştirdi ki resmen çoluk-çocukla sahaya çıkıyor şu aralar, sakatların da etkisiyle. Bizce birinci torbadan gelebilecek en kolay takımdı Arsenal (daha sonra Lyon ve Liverpool'u sayabiliriz) ve o geldi, bu açıdan çok şanslıyız.

İkinci torbadan ise Porto çıktı, ki geçen yıl Beşiktaş ile oynadığı maçlardan hatırlayabiliriz Portekiz temsilcisini. O maçlarda son derece vasat ve dişimize göre bir takım intibaı vermiş ama iki maçı da onlar kazanmıştı. İlk maçın Porto deplasmanında olması çok ciddi bir dezavantaj, açılış maçı olduğu için son derece asılacaklardır. Eğer Fenerbahçe oradan bir beraberlikle dönerse, gruptan çıkmak için çok büyük bir avantaj elde edecek. Yenilirse de, gruptaki en ciddi rakibine karşı önemli bir yara almış olacak.

Dinamo Kiev ise elbette çok tehlikeli bir takım, iki sene önce Fener'i Şampiyonlar Ligi'nin dışına itmişlerdi. Çok tempolu ve hızlı oynayan, ekol olmuş bir ülkenin temsilcisi. O maçların rövanşı olacağı için çok daha ciddi ve zevkli bir eşleşme olacak. Ama 10 Aralıktaki son maçın Kiev'de olması da kötü, zemin adeta artistik patinaj pistlerini andırıyor o dönemde. Fener'in o maçta kendisine beraberliğin yettiği bir pozisyonda gitmesi lâzım Ukrayna'ya.

Sonuçta, olasılıkları düşündüğümüz zaman çok iyi bir kura çektiğimizi düşünebiliriz. Eğer Fener takımı istediğimiz Fener olursa, bu gruptan lider bile çıkabilir. Ama şu an için bu konuda hiç de ümit vermiyor.

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Şampiyonlar Ligi'nde kritik gece

Bu gece iki takımımız son ön eleme maçlarına çıkıyor; Fener-Partizan, Steaua-G.Saray. Şahsi kanaatimiz, Fener'in güç bela da olsa tur atlayacağı ve G.Saray'ın da eleneceği yönündedir. İlk maçta en azından (3-2 de olsa) bir galibiyet olsaydı, belki sıkı bir savunma ve rakibin açığını arama taktiğiyle bir şeyler olabilirdi. Ama şimdi aynı şeyi Romenler yapacak ve bu işi, Romenlerin bile bizden daha iyi bildiği kesin.

G.Saray'da Arda'nın ilk 11 başlayıp başlamayacağı meçhul. Ama Nonda'nın tek forvet oynayacağı ve arkasında da Lincoln'ün yer alacağı kesin gibi. Her hâlikârda Steaua'nın son derece disiplinli bir şekilde alan daraltıp, taktiksel olarak kusursuza yakın bir maç çıkaracağını düşünüyoruz. G.Saray'ın turu geçmesi için ilk golü bulması lâzım.

Fenerbahçe'de ise son haberlere göre Semih ilk 11'de başlayacak. Guiza-Semih ve arkalarında Alex oynayacak. Ortada yine, tüm zamanların en facia orta saha üçlüsü olan Kazım, Maldonado, Uğur yer alacak. Bu sistemle oynayan tek büyük takım olan Milan'da Gattuso-Pirlo-Seedorf ve önlerinde Kaka var. Hatta 2000'in G.Saray'ında Okan-Suat-Emre üçlüsü vardı; Emre de bugünün general Emre'si değil, 90 dakika köpek gibi koşan bir askerdi. Fener'de ise Kazım, Uğur ve Maldonado var. Türk futbol tarihinde daha trajikomik bir takım dizilişi var mıdır, varsa bile biz hatırlamıyoruz.

Yine de Fener'in Kadıköy avantajıyla turu geçeceğini düşünüyoruz. Her iki takımın alacağı neticeleri de heyecanla bekliyoruz.

24 Ağustos 2008 Pazar

Aforizmalar #1

-Milletin gençleri, ancak yetişkinleri bozulduğunda bozulur.
Montesquieu

-Yalan dört nala koşar, hakikat ise adım adım yürür. Ama yine de vaktinde yetişir.
Japon atasözü

-Eskiyecek her şeye "yeni" denir.
Özdemir Asaf

-Biz hepimiz bir çömlekçinin ellerindeki çamuru andırırız. Hiçbir çömlek de çömlekçiye "beni niye böyle yoğurdun?" diyemez.
Anonim

-En düşmüş insan, bütün dilekleri yerine gelmiş insandır.
Elias Canetti

-Üç şey gizlenemez: Duman, aşk, parasızlık.
Arap atasözü

Gönülçelen filmler #4: The Fabulous Baker Boys (1989)

Başrollerinde iki kardeş Beau Bridges ve Jeff Bridges ile (bu filmdeki hâli göz önünde bulundurulursa açık ara sinema tarihinin en güzel kadını olan) Michelle Pfeiffer'ın yer aldığı, Steve Kloves'un yazıp yönettiği bu iç ısıtan film, artık devirleri geçmiş olan iki (kardeş) jazz piyanistinin hikâyesini anlatıyor. Bunu yaparken birbirinden siyahla beyaz kadar farklı olan, dolayısıyla hiçbir konuda ortak düşünmeyen ama biribirinden hiçbir şekilde de ayrılamayan kardeşlerin iki kutuplu hâline odaklanıyor daha çok. Frank (Beau) evlenmiş, çoluk çocuğu (sorumlulukları) olan, disiplinli, eski kafalı birisiyken; Jack (Jeff) kendi başına yaşayan, nihilist, hayattan bezmiş, sorumsuz bir adamdır. Bir gün artık kimse, küçük Seattle kulüplerinde bile onlara iş vermemeye başladığında bir kadın şarkıcı bulmaya karar verir ve Susie'yi (Pfeiffer) işe alırlar. Her şey yoluna girmiş görünürken Jack ile Susie arasında oluşması kaçınılmaz olan yakınlaşma gelip çattığında ise olaylar gelişir.

"The Fabulous Baker Boys" bugüne kadar değeri hiç verilmemiş muhteşem bir film. Sinema tarihinde özdeşleşilmesi bu kadar zor karakterleri resmedip, seyirciyi böylesine içine çekebilen film sayısı pek azdır. Özellikle her üç başrol oyuncusunu da idealize etmekten ısrarla kaçınıp birer "loser" gibi gösteriyor ama bunu yaparken onların çekiciliğini bir türlü engelleyemiyor. Bunda film boyunca yaratılan mizansen ve yazılmış zekice diyalogların dışında, Jeff Bridges ve Pfeiffer'ın inanılmaz karizmalarının da etkisi büyük tabii. Filmin görsel yapısında, diyaloglarında ve genel olarak "görünüşünde" 1940'ların filmlerine ait bir nostalji duygusu var. Film, 4 dalda Oscar adayı oldu, hiçbirini kazanamadı. Ayrıca en iyi kadın oyuncu adayı Pfeiffer, filmde icra edilen tüm şarkıları kendi sesiyle söyledi.

Sinemayı seven herkese bu nadide filmi tavsiye ediyorum, orası ayrı. Ama seyretmeyecek olanların bile, Pfeiffer'ın kırmızı elbisesiyle piyanonun üzerinde yatarak söylediği "Makin' Whoppie" şarkısını mutlaka görmesi gerekiyor, bunu belirtmeyi de bir borç biliyorum.

Müzik molası #4: The Dodos

The Dodos, San Fransisco kökenli bir indie rock grubu. İki kişiden müteşekkil: Vokal ve gitarda Meric Long ve vurmalılarda Logan Kroeber. Long, 2005 yılında tek başına bir EP yayımlamış, Dodo Bird adında. Akabinde Kroeber ile tanışmış ve şimdiki isimleri ile, birlikte konser vermeye başlamışlar. Daha sonra birlikte kaydettikleri ilk albümleri, güzel isimli "Beware of the Maniacs" Aralık 2007'de piyasaya sürülmüş. Bu yılın Mart ayında ise eleştirmenler tarafından övgüye boğulan, yukarıda kapağını da gördüğünüz "Visiter" isimli şahane albümü yayımlamışlar.

Albümün kapağının hikâyesi şöyle: İkili bir gün Los Angeles'ta bulunan Dorsey Lisesindeki bir aktivitede, öğretmen olan yakın bir arkadaşlarının sınıfına konser vermeye gitmişler. Konserden sonraki soru-cevap bölümünde bir ara çocuklardan biri elinde bir resimle adamlarımıza yaklaşmış ve resmi onlara vermiş. Üzerinde de "Visiter" yazıyormuş. Bunun üzerine albümün adını bu şekilde belirleyip o resmi de kapağına koymuşlar. Diğer çocukların çizimlerini de albümün booklet'ine eklemişler.

Visiter, özellikle ilk single'ları "Red and Purple" ve "Fools" gibi başyapıt diyebileceğimiz iki şarkısıyla insanda daha başından merak uyandıran bir albüm. Geri kalanında da "Winter", "Jodi", "The Undeclared" gibi mükemmel parçalar var. Pop ve indie rock'un sınırlarında gezinirken, 59 dakika gibi uzun diyebileceğimiz süresine karşın kesinlikle hiçbir anında sıkmıyor. Söz konusu tarz müziklerden hoşlanan herkese tavsiye ediyoruz.

Sheva Milan'a döndü

Aylardan beri konuşulan transfer sonunda gerçekleşti ve Milan'ın efsane golcüsü Shevchenko, hayal kırıklığı ile dolu 2 yıllık İngiltere macerasının ardından yuvaya geri döndü. Artık 32 yaşında olan Ukraynalı'nın eski takımında o müthiş formunu tekrar yakalayıp yakalayamayacağı meçhul. Ayrıca Milan da (form olarak) onun bıraktığı Milan değil şu anda. Kadro olarak ise, komik ama 2 koca yılın ardından Milan'da orta saha ve forvette sadece tek (!) bir oyuncu farklı: Ronaldinho. Gattuso, Pirlo, Seedorf ve önlerinde Kaka aynen duruyor.

Şimdi oluşan yapıya baktığımız zaman, orta sahadaki üçlünün önünde yer alan Kaka, Ronaldinho ve Shevchenko, defans açısından son derece zayıf bir forvet üçlüsü gibi görülüyor. Ayrıca orta saha da artık iyice yaşlandı. Bu yüzden takımın kimyası çok sağlam değil, ama yetenek olarak da bu dünyanın dışından futbolcular bunlar. İtalya Liginde bu sezon en heyecan verici takımın Milan olacağı ise muhakkak...