film tanıtımı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film tanıtımı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2010 Cuma

'Daha ayrıksı' bir vampir filmi

Geçen yıl temmuz ayında "Låt den rätte komma in" (Gir Kanıma) filmini "ayrıksı bir vampir filmi" başlığıyla tanıtmıştım okuyanlara. Genç yönetmen Tomas Alfredson'un, sinema tarihindeki vampir kültüründen ince ince beslenirken o kültüre getirdiği özgün yorum ve taptaze fikirler sayesinde gerçek bir başarıya dönüşen yapım, zaten aradan geçen 1.5 senede biz dâhil pek çok ülkede gösterilmesi ile birlikte küçük çaplı bir efsaneye dönüşmeyi başardı. Şimdilerde ise yıl biterken daha yeni seyrettiğim, bizde 2010'un başlarında gösterime giren ama aslında 2009 yapımı olan Güney Kore yapımı bir başka vampir filmi ile tekrar başım dönmüş durumda. Söz konusu filmi henüz görmemiş herkese önermek amacıyla da işbu postu döşeniyorum.

Sinema tarihini ezbere bilen bir insan olarak en zaaf duyduğum tarz, kasvet ve karanlık ihtiva edenidir, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hele işin içine distopya girdiği zaman, benim için kaymaklı ekmek kadayıfı tamamlanmış olur. İşbu yüzden çoğu kişinin sıradan bir bilimkurgu muamelesi yaptığı "Blade Runner" sinema tarihinin en iyi 20 filminden biridir benim için; sıradan muamelesi yapılmasa da hak ettiği değer hak ettiği ölçüde verilmeyen "Alien" da aynı şekilde.. İşin içinde kasvet ve karanlık oldu mu, yelkenlerim suya iniyor özetle. Zevkleri böyle olan birinin sinemada en sevdiği janrlardan birinin vampir filmleri olması da tevekkeli değil, takdir edersiniz. Bu alanda da Amerikalıların çöp muamelesi yaptığı, Tony Scott'ın ilk filmi olması nedeniyle özel bir ilgiyi hak eden "The Hunger"a (1983) ayrı bir selam göndermek gerekiyor. Bu filmi çekmiş birinin 3 yıl sonra "Top Gun"ı yapması ise ayrı bir yazı konusu.

Neyse, bu yazının konusu olan "Bakjwi" (Thirst - Kan Arzusu) ise aslında saf bir vampir filmi değil. İlk 15 dakikaya baktığınız zaman apaçık bir şekilde sosyal içerikli bir dram seyrettiğinizi düşünebilirsiniz. Sonra filmde gerçekleşen mucizevimsi olay sonucu "şifa dağıtan mesih" ile ilgili bir filme dönüştüğünü görürsünüz. Akabinde bedensel deformasyonlar üzerinden ilerleyen, Cronenberg'ün filmlerine benzer bir korku-gerilime meylettiğine şahit olursunuz ve sonra ne olduğunu anlamadan aslında bir vampir filmi seyrettiğinizi anlarsınız. Filmin kimi yerlerinde ortaya çıkan trajikomedi havasını da bu karışıma ekleyebiliriz. Usta yönetmen Park Chan-wook, tüm bu türler arasında o kadar doğal bir şey yapıyormuş gibi, o kadar rahat ve o kadar zincilerinden boşalmış bir şekilde geziniyor ki, ortaya çıkan yapıtın bir çorba olup hiçbir tadı tam olarak verememe riski çok yüksek. Amma velakin seyrettiğimiz şey bir "tür harmanı" değil kesinlikle; "yoldan sapan içgüdülerin sineması" diyebiliriz belki, bilemiyorum.. Neticede özgün ve yaratıcı bir yönetmenin, sinemaya vakıf bir sanatçının coşkulu ve hevesli bir şekilde, farklı anlatım yolları kullanarak (insan psikolojisi, Güney Kore'nin ahval ve şeraiti vs. hakkında mesela) söylemek istediklerini net bir şekilde söyleyebildiğini görüyoruz. Önemli olan da bu değil midir?

Filmin öyküsünden bahsetmek, onu ilk kez keşfedecek olanlara haksızlık olacağı için o işlere hiç girmiyorum, biliyorsunuz. Burada yapmak istediğim, "Oldboy"dan sonra en iyi ikinci filmini çektiğini düşündüğüm Chan-wook'un başarısını dillendirip, bu güzel filmi yapabildiğim kadar kişiye tanıtmak. Bu yüzden sinemada özgün tatlar arayan, değişik deneyimlere açık olan, perdede "iyi ile kötünün mücadelesi" dışında da bir şeyler görmek isteyen ve tabii ki vampir filmlerini seven herkese bu harika filmi tavsiye ediyorum.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Oscar adayı nefis bir film

Haftalardır gösterime girmesini beklediğimiz "Up in the Air (Aklı Havada)" genç yaşında çok başarılı işlere ("Thank You for Smoking", "Juno") imza atan Jason Reitman'ın şu âna kadarki en iyi filmi. ABD'de yere-göğe konulamaması bir yana, bir ekonomik kriz öyküsü gibi görünüp aslında onu fon alarak bir orta yaş bunalımı öyküsüne dönüşüyor ve özellikle bu kısmıyla çok etkileyici.

George Clooney'nin canlandırdığı Ryan Bingham, hayatını 1 yılda 320 bin mil yapacak kadar (Ay 250 bin mil uzaklıkta, oradan pay biçiniz) uçaklarda geçiren, kendi evine yılda sadece 50-60 gün uğrayan, bu arada çalışanları işten çıkarmakla uğraşmak istemeyen patronların bu "pis işlerini" (gayet kibar bir şekilde) yerine getiren orta yaşlı bir adam. Hayatını hiçbir şeye bağlı olmadan, hiçbir yere ait hissetmeden, sistemin bir parçası olarak ve o sistemi fazla sorgulamadan steril bir şekilde yürütüyor. Bulduğu bir sevgili ve yanına verilen çaylak ile kurduğu iletişim sonucu bazı şeyleri değiştirme yoluna gidiyor ama bu kez de karşısına çıkan bir takım engellerle baş etmek durumunda kalıyor. Gerçekten de kusursuz çizilmiş diyebileceğim bu karakterin film boyunca yaşadığı dönüşüm sürecinin muhafazakâr bir mesaja meyletmeyip sadece "niyette" kalması tek kelimeyle olağanüstü. Sefil bir hayatı varmış gibi görünmesine ve ahlâki olarak seyircinin benimseyeceği suların çok uzaklarında kulaç atan biri olmasına rağmen bize hiç de antipatik gelmemesi ise birkaç nedene bağlanabilir: İşini çok iyi bilmesi ve yapması, kendinden emin görüntüsü, hazırcevaplığından net bir şekilde okunabilen keskin zekâsı vs.

Elbette hepsinden önce Clooney'nin sınırsız karizmasından dem vurmak gerekiyor. Artık oynadığı her role muhteşem bir yorum katabilen Clooney harikulade bir oyunculuk sergiliyor diyebilirim. Ama Bingham karakterinin (kendisinin) de hakkını vermek lâzım. İncelikle yazılmış, konvansiyonel sinemada çok sık rastlamadığımız derinlikte bir karakter bu. Örneğin işten çıkardığı ve iki çocuğu olan adama yaptığı inanılmaz duygusal konuşma ile seyircinin sempatisini kazanmaya çok yaklaşıyor Bingham ama sadece birkaç saniye sonra içinde bulunduğu o emosyonel havanın nasıl da sahte olduğunu gösteren bir mimik ile yeniden, başından beri tanıdığımız adama dönüşüveriyor. Yanındaki verimlilik uzmanı kız bir bakıma bizim de Bingham'a olan bakışımızı temsil ediyor; kızla birlikte biz de onu an be an daha iyi tanıyoruz ama film burada kesinlikle bir taraf tutmuyor. Karakter çizme dediğimiz şeyin kusursuz bir örneği olduğunu söylemem de bundan, aralarındaki tartışmalarda çoğu zaman Bingham haklı çıkmayı "beceriyor" ama haksız olduğu anlar da var mesela. Bu açıdan başroldeki kişi ile ilgili tercihleri, filmi benim açımdan çok özel bir yere koyuyor.

Clooney dışındaki oyuncuların hepsi görevini layıkıyla yapmış ama Vera Farmiga'ya ayrıca değinmek gerek. "The Departed"da hem Matt Damon hem de Leonardo Di Caprio ile kırıştıran Farmiga, kısa listesine bu kez Clooney'yi eklerken son yıllardaki en iyi kadın oyunculardan biri olduğunu kanıtlayan bir performans ortaya koyuyor. En sevdiğim aktrislerden olan Laura Linney'nin tarzına yakın gördüğüm Farmiga'nın, gelecek dönemde daha önemli rollerde karşımıza çıkmasını diliyorum.

Yönetmen Reitman ise bir kez daha senaryonun ruhuna çok uygun, dinamik ve eğlenceli bir iş çıkarıyor. Aslında filmin bir karamizah mı yoksa sosyal içerikli bir dram mı olduğu çok belli değil. Her ikisini birden olmaya çalışırken yoldan çıktığı da söylenebilir ama onun dışında hemen hemen hiçbir kusuru bulunmayan bir film var karşımızda. Oscar yarışı için çok çok iddialı gördüğüm bu yapımı herkesin izlemesini öneririm.

22 Kasım 2009 Pazar

Yılın en güzel sürprizi: District 9

Tüm dünyada büyük yankı uyandırmasına rağmen ülkemize 3 ay gecikmeyle getirilen bilimkurgu filmi "District 9"ı pek çoğunuz gibi ben de yeni seyrettim. Yurdum sinemalarında sadece 2 hafta gösterimde kalan ve 42 bin kişi tarafından seyredilen bu güzide film, rahatlıkla söylenebilir ki gördüğü bu muameleden çok daha fazlasını hak ediyor. Spoiler vermeden filmin öyküsünden bahsetmek pek mümkün olmadığı için o hususa girmiyorum. Sadece bir bilimkurgu olarak sinema tarihinin en "gerçekçi" filmlerinden biri olduğunu söyleyeyim. Bunda nispeten düşük sayılabilecek bütçesinin de payı var elbette ama genç yönetmen Neill Blomkamp bu durumu adeta bir avantaja çevirmeyi başarıyor. Film konvansiyonel sinemadan fazlasıyla alışık olduğumuz iyi/kötü, biz/onlar gibi kavramlarla o kadar güzel oynuyor ve öylesine huzursuz edici bir atmosfer kuruyor ki, bütün film boyunca kendinizi diken üstünde ve "rahatsız" bir konumda buluyorsunuz. Filmde bildik anlamda bir "kahraman" kesinlikle yok. Kolayca tevessül edebileceği yerlerde popüler sinemanın hiçbir unsuruna yüz vermiyor (mesela kovalamaca sahnelerinin âlâsı çekilebilir kimi yerlerde ama oraları hızlıca geçiyor). Bunun yanında insanoğlunun sahip olduğu rezil hasletlerin hepsine de, yeri geldikçe bir şekilde vurgu yapmayı başarıyor (bencillik, fırsatçılık gibi).

Distopik bilimkurgular, Kafkaesk atmosferler, iyi ile kötünün ters yüz edildiği ve anti-kahramanların başrole taşındığı filmler, "Blade Runner"dan beri zaten mutlak favorimiz durumunda. "District 9" bu tarz filmlerin sinema tarihindeki en unutulmaz örnekleri arasına girmeyi şimdiden garantilemiş, çok iyi bir film.

10 Kasım 2009 Salı

Tavsiye: Loose Change (2005)

11 Eylül saldırıları ile ilgili olarak pek çok argümana rastladık bugüne kadar. Hatta en başarılılarından biri "Zeitgesit: The Movie" filmindeydi ki, o başka bir yazının konusu. Ama "Loose Change" isimli 2005 yapımı bu belgesel, 11 Eylül vak'ası ile ilgili olarak o kadar çok bilgi bombardımanı içeriyor, o kadar çok soru soruyor ve kendinden o kadar emin ki, insanın kapılmaması imkânsız gibi bir şey. Bugüne kadar başımıza ne geldiyse her şeye körü körüne inanmamızdan geldi, bu bakımdan bu filme de ihtiyatla yaklaşmakta ve söylediklerini araştırmakta fayda var; bu ayrı mevzu. Ama bazı kanıtlar ziyadesiyle göz önünde ve çok net. Mesela Pentagon'a çarpan uçağın her biri 6 ton ağırlığındaki çelik-titanyum alaşımı motorlarına ne oldu? National Geograpgic'te daha önce seyrettiğimiz üzere, onlarca ton ağırlığındaki bir uçağın kanatlarının Penatagon'a çarpınca o şekilde içeri doğru büzülmesi ve bu yüzden duvarda sadece 6 metre çapında bir delik açarak 2 blok ilerlemesi mümkün müdür (elbette değildir!)? Veya İkiz Kulelere çarpan uçakların, her türlü darbeye karşı korumalı olan kara kutuları bile bulunamazken, o enkazda hiç zarar görmemiş bir terörist pasaportu nasıl bulunabiliyor? Bu ve bunun gibi onlarca (dikkat buyurunuz) "soru soran" ve herhangi bir teori üretmeyen, sadece insanların gördüklerine inanmamalarını salık veren eli-yüzü düzgün, müzikleri güzel bir belgesel bu. Linklerini buraya koyuyorum ve herkes seyretsin, seyrettirsin diyorum.

http://www.rapidshareindex.com/Loose-Change-2nd-Edition-DVDRip-2006-_898.html
http://divxplanet.com/sub/s/50681/Loose-Change-2nd-Edition.html

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Ayrıksı bir vampir filmi


2007 İsveç yapımı "Låt den rätte komma in" (Gir Kanıma) bir kez görenin kolay kolay aklından çıkmayacak bir film. Bir kere bir vampir hikâyesi anlatıyor oluşu onu fazlasıyla çekici kılıyor. Bunun yanında İsveçli bir yönetmenin elinden çıkma, bu ülkeyle ilgili filmlerde (şayet gördüysek) gördüklerimizden ya da görebileceğimizden çok farklı bir manzara sunarak Avrupa'nın en yüksek intihar oranına sahip bu en refah ülkesinin karanlık sokaklarını, soğuk iklimini ve belki de daha soğuk insanlarını son derece başarılı bir şekilde yansıtıyor. Ama en önemlisi çocukların gözünden anlatılan bir film olarak 12 yaşında iki çocuğun derin aşk öyküsünü seyrediyoruz. Tüm bu birbiriyle alâkasız unsurları alıp sonunda bu kadar etkili/vurucu bir iş ortaya çıkarmak, başlı başına büyük bir yetenek ister.

Bir vampir filminden ne bekleriz? Boyunları ısıran, yüzyıllardır yaşayan, inanılmayacak kadar yüksek bir çekiciliği olan, sarımsak-kutsal su-güneş ya da kalbine saplanan bir kazıkla ölebilecek bir vampir... Film öncelikle bu konuda bilinenleri ve bu bilinenler doğrultusundaki olası beklentileri sonuçsuz bırakarak olağanüstü bir şey yapıyor kanımca. Filmde sadece tek bir vampir görüyoruz, o da 12 yaşında tüy gibi hafif ve minicik bir kız çocuğu. Sadece 12 yaşında asosyal bir sünepenin ilgisini çekebilecek bir cazibesi var ve de zaten öyle oluyor. Yaşamak için ihtiyaç duyduğu kan dışında hiçbir şey düşünmeyen, "kötü" herhangi bir şeyle ilgisi olmayan munis bir yaratık.

Ayrıca kurbanları arasında ölmeyen bir tanesinin (hastanedeki kadın) seyrettiğimiz bütün vampir filmlerinde olduğu gibi kana susamış bir başka vampire dönüşmeyip direkt olarak ölmeyi isteyecek kadar his sahibi kalabilmesi, filmin bu konudaki bir başka "yeniliği". Aynı şekilde izinsiz şekilde bir yere girildiğinde beyne hücum eden kan da öyle... Filmin bu gibi ayrıntılarla dâhil olduğu türe yeni bir şeyler de eklemeye çalıştığını (ve bu çabayı eline-yüzüne bulaştırmadığını) görmek, ziyadesiyle sevindirici.

Çocukların aşkını anlatan (ya da buna soyunan) bir filmden ne bekleriz? Film burada da olası beklentilerin ya da mevcut ezberlerin tam aksi istikametinde ilerliyor ve iki çocuğun aşkını "iki erkek çocuğu arasında" yaşatarak hepimizi ters köşeye yatırıyor. Bunlardan biri vampir olduğu için yeterince ilginç ve "beklenmedik/sıra dışı" bir öykü söz konusu zaten.

Filmin sahip olduğu bu erdemlerin, uyarlandığı kitaptan kaynaklandığı söylenebilir ve bu haklı bir yargı kuşkusuz. Ama genç yönetmen Tomas Alfredson, kitabı görselleştirirken neredeyse kusursuza yakın bir iş ortaya koymuş, bunu da teslim etmek gerekir. Öncelikle yazının başında belirttiğim "İsveç atmosferi" fazlasıyla ilgi çekici ve filmin hemen hemen tüm sahneleri kasveti ile insanı oldukça etkiliyor. Bunun yanında film için tercih ettiği oldukça ağır tempo da, taşıdığı riske ve böylesi bir filmde aslında akla bile gelmeyecek bir seçim olmasına rağmen, neticede hikâyeye hizmet ettiğini ve ne kadar isabetli olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Ayrıca bu kadar vahşet içeren bir öyküden bu kadar duygusal bir netice elde edebilmek, seyirciye bu duyguyu geçirebilmek de kanımca büyük bir başarı. Yönetmenin kısıtlı bütçeye rağmen görsellik yaratma konusundaki yeteneğini ortaya koyan etkileyici sahneler ise çoktan görenlerin aklına kazınmış durumda: Hastane duvarına tırmanma, sokakta yapılan infaz, hastanede yanan kadın, Eli'nin eve izinsiz girdiğinde geçirdiği kanama ve elbette muhteşem güzellikteki havuz sahnesi...

Eli'nin babası zannettiğimiz adamın aslında Oskar gibi çocukluğundan beri ona âşık olan biri olduğunu keşfetmek, Oskar'ın da aynı akıbete uğrayacak olduğunu bile bile trene binip aşkının peşinden gitmesi, bu kadar güzel bir filme (sahte bir mutlu son olan) muhteşem bir final ekliyor. Bize de, Alfredson'un yeni işlerini merakla beklerken, yıllar geçtikçe değeri daha da artacak olan bu güzide filmin kıymetini bilmek kalıyor.

19 Temmuz 2009 Pazar

Savaş karşıtı filmlerin hası

Yönetmen Elem Klimov'un 1985 yılında çektiği Idi i Smotri (Gel de Gör...), sinema tarihinde savaş (ve ayrıca faşizm) denen vahşetin en kusursuz şekilde yansıtıldığı filmlerden biri, hatta birincisi diyebiliriz. Hollywood'dakiler başta olmak üzere şimdiye kadar yapılmış ve savaş karşıtı olduğu iddiasında olan yüzlerce filmin (bir anlamda) foyasını ortaya çıkaran yapım, söz konusu filmlerden alıştığımız hiçbir klişeye yüz vermez: Ne gençleri (ya da genel olarak insanları) "faşist" düşmana karşı savaşmak için yüreklendiren duygusal ya da milliyetçilik kokan konuşmalar görürüz; ne (bizzat savaş durumunun söz konusu olmasından ötürü buna son derece müsait bir ortam varsa da) herhangi bir kahramanlık ya da cesaret gösterisi; ne de seyirciye hamaset dolu duygulanma anları yaşatan herhangi bir sahne. Gördüğümüz şey kelimenin tam anlamıyla bir kâbustur. Faşizm eleştirisinden öte, savaş söz konusu olduğunda "kazanan" hiçkimsenin asla var olamayacağını gösteren bir kâbus.

Film büyük ölçüde genç bir erkeğin, Belarus'ta bir köyden, II. Dünya Savaşı esnasında faşistlere karşı savaşan yoldaşlarına katılmak üzere (ve annesinin şiddetli muhalefeti ve isyanına rağmen) ayrılan Floria'nın gözünden anlatılır. Bu genç, katıldığı birliğin şiddetli bomba saldırısı altında kalmasıyla sağır olur, birliğinden ayrı düşer ve köyüne döner. Köyün en az yarısının (annesi ve iki küçük [ikiz] kız kardeşi dâhil) öldürülerek cesetlerinin istiflendiğini görür ve bundan sonra aklını yitirmenin sınırlarında oradan oraya amaçsızca sürüklenir. En sonunda bir başka köyde Almanların eline esir düşer (çok az bilinen ve muhtemelen bu yazıyı okuyan kişilerin % 90'ı tarafından görülmeyen bir film olduğu için burada kesiyorum).

Floria'yı canlandıran 16 yaşındaki Alexei Kravchenko, sinema tarihinin unutulmaz performansları arasına tartışmasız bir şekilde kazınan muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Yönetmen Klimov ise uzun plan-sekanslarla süslediği rejisinde, savaşın vahşetini seyirciye geçirebilmek adına "gerçekçiliğin" doruklarında gezen ve akıldan asla çıkmayacak bir çok sahne yaratıyor. Özellikle savaş esnasında yakılan 626 Belarus köyünden bir tanesinde yaşananları uzun uzadıya gösterdiği sahne, sanırım bir kez görenin hayatı boyunca bir daha unutamayacağı kadar sarsıcı bir deneyim. Burada fütursuz bir şekilde ıstakoz yiyen kadın ya da omzundaki (ne olduğunu bilmediğim, sincap benzeri) hayvanla oynaşarak katliamı seyreden komutan gibi, biraz abartılı imgeler de mevcut ve bence filmin yegane kontrpuanı da bu resimler. Onun dışında belirttiğim gibi savaşın sadece "kaybedenlerin" gözünden anlatıldığı, çünkü kazandığınız anlarda bile aslında kaybettiğinizi net bir şekilde vurgulayan, savaş karşıtı filmlerin hası diyebileceğimiz "neredeyse başyapıt" bir klasik Idi i Smotri. Film seyretme alışkanlığı olan herkesin mutlaka bir kere görmesi lâzım. "Nereden bulacağız?" deniyorsa, Sharebus'ta filmin çalışan linkleri mevcut.

17 Temmuz 2009 Cuma

Sinema tarihinin en iğrenç filmi (mi?)

İtalyan sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri olan Pier Paolo Pasolini'nin 1975'te çektiği ve söylentilere göre öldürülmesindeki (sekonder) gerekçelerden biri olan olaylı filmi Salò o le 120 giornate di Sodoma'yı daha yeni seyrettim. Hakkında bugüne kadar söylenen ve yazılanlara bakınca az bile söylendiğini düşünüyorum şimdi. Ama bir de filmi anlamaya ve Pasolini'nin gerçekten ne yapmak istediğini düşünmeye çalışmak gerekiyor.

Film, Mussolini'nin İkinci Dünya Savaşındaki son kalesi olan Salo Cumhuriyetinde geçer. Kendilerini de bizzat faşist diye adlandıran dört toprak ağası, yanlarına aldıkları dört eski fahişe ve silahlı adamlarla birlikte İtalya'nın köylerinden çeşitli sayıda delikanlı ve genç bakireyi bir malikâneye toplar. Dişlerine, tırnaklarına kadar bakılarak elemeden geçirilenler arasında seçilmediği için üzülenler bile mevcuttur ama başlarına ne geleceğinden haberleri yoktur elbette. Sonuçta seçilen 8 kız ve 8 oğlan Salo'ya getirilir ve burada 4 efendinin, insanın tahammül sınırlarını zorlayacak derecede sapık cinsel zevklerine âlet olurlar. Ensest, homoseksüel, anal ilişki sahneleri gırla gider; salonun orta yerine defekasyon yapıp ortaya çıkan pisliğin kaşıkla bir kıza yedirildiği, akabinde gümüş tepsilerde sunulan dışkıların porselen tabakta ve gümüş kaşıklarla (efendiler de dâhil, toplu olarak) yendiği bir yemek sahnesi görürüz. Bir başka sahnede bir efendi yere yatar ve kızlardan birinden yüzüne işemesini ister vs. Daha fazla detaya girmeyeyim. "Daha ne kadar gireceksin?" diyeceksiniz ama Salo...'da bunlardan daha fazlası da var. Peki filmin derdi ne? Neden anlatmak istediği bir şeyi (şayet öyle bir şey varsa) bu yolla anlatıyor?

Bir kere filmi seyreden insanların yorumları çok çeşitli oluyor, doğalı da bu zaten. Ama herkesin kabul ettiği tek bir şey varsa, o da filmin, kendisini seyreden kişileri "rahatsız etmek" istediği... Peki bunu niye yapıyor? Mesela Monica Bellucci'ye yapılan 9 dakikalık tecavüz sahnesi ile hatırladığımız Irriversible filmi de tamamen böyle bir film ve benim için notu 10 üzerinden 3'tür. Salo...'nun ise en az 8'dir. Çünkü insanları rahatsız eden diğer filmlerde (adını zikrettiğim de dâhil), bu filmde verilmeye çalışılan mesajın ve bu mesajı vermek adına üstlenilmiş soylu görevin zerresini bile görmek mümkün değildir (Haneke'ninkiler hâriç). Pasolini, evet, en çok faşizm eleştirisi yapmak istemiştir. İnsan denen iğrenç yaratığın eline sınırsız güç ve tahakküm verdiğinizde ortaya çıkabilecek şeyler üzerine zihin jimnastiği yapmıştır. Bunu da (öyle görünse de) kör parmağım gözüne bir tavırla değil, tam bir sanatçı duyarlılığı ile "kafa yorarak, belli inceliklerden geçirerek ve sanat çerçevesi içine alarak" yapmıştır. Vermek istediği mesaj o kadar kuvvetli, seyirciye geçirilmek istenen etki o kadar yüksektir ki, insanların seyrederken en fazla tiksineceği, kelimenin gerçek anlamıyla "rahatsız" olacağı ve adeta kendi insanlığından utanacağı bu yöntemden başka bir yöntemle verilse bu mesaj, eksik kalacaktır. Dolayısıyla "s.çayım böyle faşizm eleştirisine" ya da "sanat biraz da sanat gibi olacak, estetik ihtiva edecek" gibi zırva eleştiriler tamamen yersizdir ve filmi anlamanın kıyısından bile geçememiş, "gördüklerinin" etkisinde fazla kalmış zihinlerin ürünüdür.

Bir parantez: Ben filmlerin rahatsız ediciliğini, kendimce belirlediğim not formülasyonunda "not kıran" bir unsur olarak görürüm naçizane, onu da belirtmek isterim. Mesela Stanley Kubrick'in herkesçe en iyi filmlerinden biri (hatta kimi zaman birincisi) ilân edilen A Clockwork Orange filmini sadece ve sadece bu yüzden, o kadar sevmem. Kendimce de notunu 7 olarak veririm. Söylemek istediği şeylere, görselliğine, dehasına vs. büyük bir saygı duysam da kişisel beğenim bu yöndedir. Aynı şey tam olarak aynı şekilde Salo...'da da geçerlidir. Ama naçiz kanaatime göre burada A Clockwork Orange'ı da aşan bir yüksek sanat ve deha söz konusudur. Bu yüzden Salo..'nun etkisi ve niteliği diğerine göre az da olsa öndedir. Parantezi burada kapatarak filme dönüyorum.

Evet, film faşizmin alegorik okumalara açık, metaforlarla dolu bir eleştirisidir. Ama sadece bu kadar mı? Sadece faşizmin değil bizzat insanoğlunun, insan doğasının acımasız bir eleştirisi de söz konusudur. Filmi seyreden kişilerin çoğunluğunda, tıpkı Rec. filminde de olduğu gibi "neden bunca acı ve ıstıraba rağmen kendilerini öldürmeye kalkmıyorlar?" gibi bir soru husule gelmektedir, ki çok mantıklıdır. Bir insana (erkek veya kadın) her gün tecavüz edilse, hatta kendi dışkısıyla beslenmeye zorlansa, türlü işkencelerden geçse vs., bunları da "güç"ü tamamen ve mutlak bir şekilde elinde bulunduran birileri yapsa ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünse insan ne yapar? İşte film herkesin düşündüğü bu soruya verdiği cevap ile eşsiz-benzersiz bir noktaya ulaşır kanımca. Der ki: "İnsan denen mahlûk o kadar aşağılıktır, o kadar 'yaşamaya' bağlıdır ve girdiği kabın şeklini o kadar çabuk alır ki, hiçbir onursuzluk onu bu hayattan koparamaz." Öyle ya, filmde sadece (ve yönetmen açısından maksatlı bir biçimde) tek bir kızın bir diğerine "artık dayanamayacağım" dediğini duyarız, iki kere. İkincisinde bunu derken kaşıkla bok yemektedir. Ama ne olur? Hiçbir şey olmaz. Hatta filmin harikulade güzellikteki son 15 dakikasında onca iğrençliği gün içinde yaşıyor olmalarına rağmen, gece birbiriyle sevişen lezbiyen bir çift ve hizmetçiyi düdükleyen bir oğlan görürüz. İnsanoğlu, gün boyunca varlığının en aşağı durumlarını yaşamaya 1-2 ay içinde o kadar alışmıştır ki, gün sonunda kendi arasında da seks yapabilmektedir! Ha, bu sahneleri Pandora'nın kutusunun dibinde kalmış umut olarak okumak da mümkündür: "İnsan, ne yaparsanız yapın önünde sonunda insandır ve kendi varlığını yaşamaya gayret eder." Ama bence bu zayıf bir okuma zira sevişen lezbiyen çifti efendilerden birine gammazlayan kız, bunu sadece "öldürülmemek ya da kişisel bir cezaya çarptırılmamak için" yapmıştır. "Bana bir şey yapma efendi" der, "bir sırrım var." Ve onu çiftin odasına götürür. Efendi silahını onlara doğrultur, ama o da ne? Onlar da bir sır biliyordur: Oğlanlardan biri hizmetçiyi düdüklemektedir! Bu şekilde gider, herkes birbirini ispiyonlar ve sonunda hiçbirisi cezadan kurtulamaz. Meme uçları dağlanır, penisleri yakılır, canlı canlı kafa derileri yüzülür vs. İnsanoğluna bundan daha muhteşem bir eleştiriyi hiçbir sanat yapıtında bu kadar güçlü bir şekilde gördüğümü hatırlamıyorum.

Bu arada filmin uyarlandığı, Sade'ın meşhur romanını okumadığımı belirtmem gerekiyor. Dolayısıyla filmin "bir edebiyat uyarlaması" olarak ne kadar başarılı olduğu konusunda bir yorum yapamıyorum. Hikâyeyi romanın ne kadar, filmin ne kadar "derinlikle" ele aldığı hususu da aynı şekilde.. Ama en kısa zamanda söz konusu romanı da okumak gerekiyor, film vesilesiyle bunu bir kez daha idrak etmiş oluyoruz.

El sonuç, daha sayflarca yazabilirim. Bu filmi hayatımın sonuna kadar bir daha seyreder miyim, bilmiyorum. Ama sinemayı seven her kişinin hayatında bir kez olsun mutlaka görmesi gereken bir film. Kopan kollar, bacaklar, dışarı fırlayan iç organlar artık sinemada sıradan unsurlar hâline geldi. Ama hiçbiri bu filmde gördüklerimiz kadar iğrendirmez bizi, hatta diğerlerini gördüğümüz filmlerin bir başka yerinde gülüp hüzünlenebiliriz bile. Bu çelişki bile insanı dumura uğratmaya yeter. Ayrıca Tunca Arslan'ın vaktiyle çok isabetli bir şekilde değindiği gibi, yanıbaşımız Ebu Garip'te yaşananlar bu filmde gördüklerimize muadil şeyler değil miydi? Ve ayrıca bkz:

http://www.milliyet.com.tr/.../07/10/son/sontur45.asp

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Bir şaheser: The Night of the Hunter (1955)

Ülkemizde Caniler Avcısı adıyla bilinen ve de festivallerde bir avuç seyirciye bu isimle gösterilen film, sinema tarihinin en iyileri söz konusu olduğunda her daim ismi zikredilen bir başyapıttır. 30'lu ve 40'lı yılların unutulmaz ve büyük oyuncusu Charles Laughton'ın yönettiği ilk ve tek filmdir aynı zamanda. Davis Grubb'ın romanına dayanan filmde beyazperdenin en karizmatik aktörlerinden biri ve "cool" kelimesinin gerçek hayattaki karşılığı olarak kabul edilen Robert Mitchum, sinema tarihinin gördüğü en cani kötü adamlarından biri olan Harry Powell'ı canlandırır. Takım elbisesi ve papyonu ile kendisine vaiz süsü veren bu adam, kendini şehvet düşkünü kadınları öldürmeye adamış gerçek bir psikopattır. Filmin başlarında hapishanede geçirdiği 30 günlük sürede, karısı ve iki çocuğuna bakamadığı için bir banka soyan ve yakalanarak idama mahkûm edilmiş olan Ben Harper ile tanışır. Harper çaldığı 10 bin doları bir yere saklamış, o yeri (karısına bile değil) sadece çocuklarına söylemiştir ve sırrıyla birlikte asılır. Bunun üzerine Powell hapisten çıkar çıkmaz soluğu Harper'ın kasabasında alır ve önce ahâliyi, sonra Harper'ın karısını hitabet yeteneği ile ağına düşürür. Kadını kendisiyle evlenmeye bile ikna eder ama babalarına yemin etmiş olan iki küçük çocuğu kandırmayı bir türlü başaramaz.

Yatmadan önce dinlenebilecek, bir takım tüyler ürpertici anlar da ihtiva eden ama elbette mutlu sonla biten bir masal olarak nitelendirilebilir Caniler Avcısı. Laughton'ın dışavurumcu estetikten fazlasıyla etkilenen (ve örümcek ağının içinden geçen çocukların görüntüsü gibi muhteşem anlar barındıran) rejisi ve Stanley Cortez'in ışık-gölge oyunları ile anlam yaratmayı başaran görüntü yönetimi olağanüstüdür. Çocukların bakış açısından anlatılmakla birlikte büyük insanların sahip olduğu, iyi ile kötü arasındaki iki uç arasında gidip gelen pek çok hasletle ilgili sayısız cümle sarf eder. 1955 yılı için inanılmaz derecede ilerici bir bakış açısı vardır, dönemin toplumu ile ilgili eleştiriler ve acımasız gözlemlerle doludur. Bu açıdan bakıldığında, gişe açısından hiçbir getiri sağlamaması gayet normaldir. Bunun yanında kötü adam karakterini baş role taşıması, hatta o karakteri jön diyebileceğimiz gayet ünlü bir aktöre oynatması ve tamamıyla kötü olmasına rağmen bu adama bir takım ("erdemler" değil ama) tutarlılıklar taşıyan biri gibi yaklaşması (kadınla evlendiği gece dâhil hiç yatmamasından bahsediyorum, bu hadise bugün bile düşünülemeyecek kadar inanılmazdır) onu, olanca basitliğine ve üzerinden geçen 54 yıla rağmen, seyredenleri etkilemek konusundaki hususiyetinden hiçbir şey yitirmeyen eşsiz bir yapıt hâline getirir. Özetle, sinemayı seven herkesin en az bir kere görmesi lâzımdır.