sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Şubat 2016 Cumartesi

En iyi 5 Alejandro González Iñárritu filmi


1. The Revenant (8.0)
2015

2. Amores Perros (7.5)
2000

3. Birdman (7.0)
2013

4. 21 Grams (6.5)
2003

5. Babel (6.5)
2006

Diğer: Biutiful (6.0)


17 Ocak 2016 Pazar

Best movies of 2015

15. Danny Collins (7.5)
image1
“Cars” ve “Crazy. Stupid. Love.” gibi filmlerden hatırladığımız deneyimli senaryo yazarı Dan Fogelman, İngiliz Folk şarkıcısı Steve Tilston’ın, John Lennon’ın kendisine yazdığı bir mektubu 34 yıl sonra okumasından esinlenerek yazıp yönettiği “Danny Collins”te ümit verici bir ilk filme imza atıyor. Filmin başarısındaki en önemli etkenlerden biri, Fogelman’ın “kişisel” bir öyküden yola çıkmasına rağmen, kahramanının içinde bulunduğu duygusal durumdan “evrensel” bir takım sonuçlar çıkarmayı başarması. Öyle ki, kariyer peşinde koştuğu ve kimi zaman başarılarla da taçlanmış olan 40 yılın ardından 40 yıl önce hayal ettiği şeylerle arasındaki mesafeyi gören ve hayatını değiştirmeye karar veren Tilston, belli yaşı geçmiş her (çalışan) dünya vatandaşı için bir iç-sorgulama seansına vesile olabilir. Klişe bir takım “dönüşüm” trüklerinden de destek alan film, soğukkanlı ve ironiden beslenen üslubuyla (Al Pacino’nun olağanüstü oyunculuğuna sırtını dayayarak), soyunduğu görevin hakkını fazlasıyla veriyor.

14. Pride (7.6)
image2
1984 yılında İngiltere’de maden işçileri için destek kampanyası başlatan bir grup lezbiyen ve gay aktivistin gerçek hikâyesini anlatan “Pride”, seyirciyi hem güldüren, hem dokunaklı finaliyle hüzünlendiren, hem de ayna tuttuğu dönemin ruhunu çok iyi yakalayan eğlenceli bir film. O zamanın toplumunda bir araya geleceği hiç düşünülmeyen söz konusu iki alt kümenin “Thatcher zulmü”ne karşı gösterdiği dayanışma ve birlik duygusu, öykünün can damarı denebilir. Bunun yanında usta oyuncuların canlandırdığı 10’a yakın baş (!) karakterin her biri, ilk senaryosunu yazan Stephen Beresford’un şaşırtıcı başarısıyla seyirciye son derece inandırıcı şekilde sunuluyor. Yönetmen Matthew Warchus ise öykünün hissettirdiği o “direniş” duygusunu filmin merkezine yerleştirip, oyunculara alan bırakan ölçülü bir yönetmenlik sergiliyor. “Gezi” direnişi nedeniyle bizim seyircimiz için ayrı bir anlam arz eden “Pride”, sinemayı seven herkesin en az bir kere görmesi gereken ve belgesel değeri de olan önemli bir film.

13. Kingsman: The Secret Service (7.6)
Kingsman_The_Secret_Service_poster
“Kick-Ass” ve “X-Men: First Class” gibi kalbur üstü filmlerin yönetmeni Matthew Vaughn’ın çektiği “Kingsman”, İngiliz ajan filmleri geleneğine hem saygı duruşunda bulunan, hem de o geleneğin kişisel bir “kompozisyon”unu çıkaran dört dörtlük bir aksiyon. Cem Yılmaz’ın “G.O.R.A.” ve “A.R.O.G”da uzay filmleri üzerine yapmaya çalıştığı şey bir “parodi”ydi örneğin; her ikisi de (yaratıcının, parodisini yaptığı olguya yabancılığı nedeniyle) sığ ve sığlığının gayet farkında olan, seyirci için yapılmış filmlerdi. Quentin Tarantino ise “Kill Bill”de, yüzlercesini seyrederek büyüdüğü uzakdoğu dövüş filmleri üzerine kendi kişisel yorumunu getirmişti. O geleneğe olan ve sonsuz gibi görünen bir tutku, sevgi ve en önemlisi hâkimiyet söz konusuydu. Yaratıcının bu hâkimiyeti, çağdaşlık ve dehayla birleştiğinde ortaya hem seyirciye o eski filmlerin tadını anımsatan bir atmosfer, hem geleneğin klişe ve komik taraflarını hicveden ince bir mizah, hem de her karesinden samimiyet fışkıran bir film çıkıyordu.
“Kingsman” işte bu ikinci kulvarda ilerleyen bir film. İngiliz usûlü komedi ve popüler kültür öğeleriyle nakış gibi işlenmiş, dünyadaki eşitsizlik ve “alt sınıf/seçkinciler” ayrımı üzerine kayda değer şeyler de söyleyen sürükleyici bir hikâyesi var. “Kill Bill”den 11 yıl sonra çekilmiş olmanın etkisiyle video/bilgisayar oyunlarından fazlasıyla esinlenen (bale estetiğiyle çekilmiş) dövüş sahneleri ve Colin Firth başta olmak üzere oyunculukları da cabası.

12. Whiplash (7.7)
whiplash
1985 doğumlu Damien Chazalle’in yazıp yönettiği “Whiplash” sanatçı olmanın meşakkati ve talep ettiği ağır çalışma temposu ile özveriyi, hikâyesinin merkezine koyan bir film. İlk bakışta seyredenlere “her nimetin bir külfeti vardır” benzeri “başarı odaklı” bir mesaj verdiği düşünülebilir ama öykünün “gerilim” denebilecek bir tarz ile anlatılmış olması, bu mesajı muğlâk bir hâle getiriyor. Aynı zamanda “başarı”ya ulaşmak için faşizan hocasının ellerine kendini gönüllü bir şekilde teslim ede(bile)n ve kısmî denebilecek bir başarıya ulaştığı ilk anda kız arkadaşına karşı tavırları değişen baş(anti)kahramanıyla, “insan doğası” hakkında da ciddiye alınması gereken şeyler söylüyor. Söz konusu kahramanın zihnen ve bedenen tükenişini, film boyunca muazzam bir tempo ve yüksek gerilimli bir atmosfer eşliğinde seyrediyoruz. Dolayısıyla “Whiplash” ile “başarı” kavramı arasındaki ilişki, biraz “Trainspotting” ile “uyuşturucu” arasındaki ilişkiye benziyor. Her ikisi de söz konusu olguları idealize etmediği gibi “Whiplash”in (bir hayal olduğu neredeyse kesin olan) final sahnesi bittiğinde, tüm olup bitenlerle ilgili olarak seyirciyi düşünmeye davet eden erdemli bir tavrı var. 29 yaşında bir yönetmen için son derece büyük bir başarı.

11. The Imitation Game (7.8)
imitgame
Senaryosunu Graham Moore’un (Andrew Hodges’ın kitabından uyarlayarak) yazdığı ve Norveçli Morten Tyldum’ın yönettiği “The Imitation Game”, II. Dünya Savaşı’nda Alman ordusunun iletişimini sağlayan Enigma makinesinin şifrelerini kırmaya çalışan matematikçi Alan Turing’in gerçek hikâyesini anlatıyor. Turing yalnızca kendi döneminde anlaşılmayan bir dahi değil, aynı zamanda (başta cinsel eğilimi yüzünden olmak üzere) çocukluğundan itibaren toplumdan dışlanmış ve yalnız bir karakter. Film bittiğinde onun bu yalnızlığının, hüzünlü bir hikâye ile seyircinin içine işlediğini görüyoruz. Bu yüzden tıpkı “Whiplash”te olduğu gibi “başarı”yı yücelten bir tavır yok ve yine “The Pride”da olduğu gibi yardımlaşmanın ve dayanışmanın altı da kalın bir şekilde çiziliyor. “The Imitation Game”e, vakti zamanında eşcinselliği yasa ile suç sayan bir toplumun, sahip olduğu (insanlık tarihini değiştirmiş) eşsiz bir değere saygı duruşu ve hatta “özrü” olarak da bakılabilir. Bu açıdan bakınca değeri katmerleniyor.

10. Star Wars: The Force Awakens (7.8)
image1
Yönetmen koltuğunun George Lucas’tan J.J. Abrams’a geçtiği “Star Wars” serisi, hikâye örgüsü olarak önceki filmlerin yapısını neredeyse bire bir koruyan, görsel olarak ise (yüksek beklentilerin altında kalsa da) tatminkâr bir seviye tutturan yedinci bölüm ile devam ediyor. Senaryoyu Lawrence Kasdan ile birlikte yazan Abrams’ın Han Solo, Leia gibi eski karakterleri (tıpkı serinin hayranları gibi) birer “efsane” olarak gören yeni/genç kahramanlar ve tercih ettiği karamsar atmosfer ile yeni bir görsel dünya kurmaya çalıştığı kesin. Bunda genel olarak başarılı olduğu da söylenebilir, zira (denebilir ki) en karanlık “Star Wars” epizodu ile karşı karşıyayız. Bunun yanında filmle ilgili, fan’ları tatmin edebilecek pek çok detay sıralamak mümkün: Serinin alâmet-i farikası hâline gelmiş “özgürlük, demokrasi, aşk, faşizm” gibi olgulara dozunda bir şekilde değinen sürükleyici bir öykü, çok iyi çizilmiş kahraman/anti kahramanlar, hatta bonus olarak “kadın” kahraman olgusu ve son teknoloji bir görsellik. Kendisi de bir “Star Wars” hayranı olan Abrams, macera aramadan serinin ruhunu takip eden iyi bir işe imza atmayı başarmış ama sinema tarihini sonsuza kadar değiştiren dördüncü bölüm (1977) ve serinin en iyisi olduğunu düşündüğüm birinci bölümün (1998) gerisinde kalan bir “üçleme başlangıcı” bu.

9. Boyhood (7.9)
image4
Amerikalı usta yönetmen Richard Linklater’ın 12 yılda çektiği “Boyhood”, bir çocuğun 6-18 yaş arası dönemini (çocukluktan ergenliğe geçişini) anlatıyor. 12 yıla yayılan hikâyesine rağmen tüm karakterleri aynı oyuncuların canlandırması fikri, şimdiden sinema tarihine geçmiş, saygı duyulası bir yaratıcılık. Bu detayı benzersiz kılan şey ise yönetmenin, anlattığı hikâye ile paralel bir duygusal atmosfer kurmak için bunu tercih etmesi. Böylece oyuncular, karakterin her hâlini (ergenlik sivilceleri dâhil!) hiç makyaja gerek duymadan oynayarak “hayatın kendisi kadar gerçek” olmaya çalışan filmin bu amacına kusursuz şekilde hizmet edebiliyor. Bunun yanı sıra Coen Kardeşler’in “Fargo” filminde kahramanları dakikalarca televizyon seyrederken, boş boş konuşurken vs. gösteren o tekdüzelik ve gündelik hayatın sıkıcılığı vurgusu “Boyhood”un Ortabatı dünyası için de bire bir geçerli. Büyümekte olan bir çocuk, büyüyememiş (kendilerinden ayrı yaşayan) bir baba, tüm bunlarla ve hayatla baş etmeye çalışan anne, annenin ikinci eşi (Linklater’dan hüzün verici bir klişe, alkolik üvey baba) ve bunların yaşadığı sıkıntılar, küçük mutluluklar vs. Dramatik iniş çıkışların olmadığı ve hayat kadar gerçek görünmeyi başaran film bittiğinde, hem sinema tarihinin en iyi “gençler büyüyor” filmlerinden birini seyretmiş, hem de (açılış/kapanış sahneleri ve ayrıca baba karakteri ile) büyümenin hiç bitmeyen bir süreç olduğunu gösteren incelikli bir hikâyeye tanıklık etmiş oluyorsunuz.

8. The Lobster (7.9)
Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un çektiği ve son yıllarda yapılmış en orijinal filmlerden biri olan “The Lobster”, 45 gün içinde uyumlu bir eş bulamayan insanların (kendi seçtikleri) bir hayvana dönüştürüldüğü, yalnızlığa tahammülün olmadığı distopik bir dünyada geçiyor. Artık kendisini sevmeyen ve terk eden eşinden yeni boşanmış olan David (Colin Farrell), bu tehlikeyle yüz yüze gelen baş karakter ve onun yaşadıkları vesilesiyle Lanthimos, bir kez görenin aklından kolay kolay çıkmayacak bir toplum resmi çiziyor (‘otorite’nin yalnız insanları yerleştirdiği, konforlu ama “Brazil”daki devlet dairesi soğukluğunda diyebileceğimiz otel, Wes Anderson dünyasının tam bir antitezi ve unutulacak gibi değil). Sonuçta anlatılan hikâye ise günümüz toplumlarında yaşanan duygusal ilişkiler üzerine yabana atılamayacak şeyler söylüyor. Öyle ki, 50 yıl sonra bugünün ikili ilişkilerini ve insanların bu ilişkilerle ilgili duygu/düşüncesini merak eden biri, “The Lobster” ve (iki yıl önceki) “Her”ü seyrederek aradığı cevapların pek çoğuna ulaşabilir. Yıllar geçtikçe kült mertebesine yükselmesi beklenebilecek “The Lobster”ın, eşini kaybetme ya da yalnız kalma korkusu yaşayan başkahramanın zihninde geçen bir kâbus olduğu söylenebilir, ki bu da onu David Lynch’in “Lost Highway”i ile göbekten akraba yapıyor.

7. Inside Out (8.0)
image2
Son 20 yılın en önemli 20 animasyonu arasında sayılabilecek “Toy Story” ile “Wall-E”nin senaryolarına katkıda bulunan, “Monsters Inc.” ve “Up”ı ise bizzat yöneten Pete Docter, “Inside Out” ile bir kez daha türün gelmiş geçmiş en iyi örneklerinden birine imza atıyor.  Hayao Miyazaki’nin “Spirited Away” isimli başyapıtının giriş bölümünde, ailesiyle yeni bir muhite taşınmak zorunda kalan Chihiro’nun serzenişlerine yer veriliyordu. İşte “Inside Out” için, o durumdaki (ve yaş olarak ergenliğe geçiş dönemindeki) Riley’nin beyninin içinde neler olup bittiğini anlatıyor denebilir. Beynin içi derken, gerçekten içinden söz ediyoruz. Bir “komuta merkezi”nden yönetilen Riley’nin beyninde, çocukluğundan itibaren en baskın olan 5 duygunun Neşe, Üzüntü, Korku, Öfke ve Tiksinti olduğunu öğreniyoruz. Kahramanın ruh durumuna göre komuta zaman zaman el değiştirse de, sonunda bir “denge” sağlanıyor “Boyhood”da olduğu gibi büyüme, olgunlaşma devam ediyor. “Inside Out” Docter’ın elini attığı diğer tüm projeler gibi, sadece küçüklere değil yetişkinlere de iyi gelecek enfes bir animasyon.

6. Sicario (8.1)
image3
Barry Levinson’ın “Wag the Dog” (1997) filminde, Robert De Niro ve Dustin Hoffman’ın başını çektiği o “erkekler dünyası” içindeki biçare, savunmasız Anne Heche’i hatırlayalım. İşte “Sicario”da Meksika’daki uyuşturucu karteliyle yapılacak savaşta aktif görev alan FBI ajanı Kate Macer (Emily Blunt) tam olarak böyle bir karakter. Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve, filmin neredeyse tamamını onun olaylar karşısındaki “etkisiz”liği ve hissettiği çelişkiler üzerine kuruyor. Bu aynı zamanda hayatta benzer durumlarla yüzleşebilen hepimiz için geçerli bir bakış, zira “suç” ile savaşırken “erdemli olmak”tan ne kadar sapılabileceği üzerine düşünülmesi gereken bir tartışma yapıyor “Sicario”. Bunu yaparken, örneğin bir çatışmadan hemen önce pencereden süzülen sarı ışığa zum yaptığı, çocuğunun futbol maçına gitmek için zorlanan babayı uzun uzun gösterdiği sahnelerle günümüz Meksika’sında suçla ve yoksullukla örülmüş, hüzünlü bir atmosfer kuruyor. Son derece sağlam senaryo ve Del Toro başta olmak üzere oyunculuklar da bonus.

5. It Follows (8.2)
image1
1974 doğumlu David Robert Mitchell’in yazıp yönettiği (ikinci filmi) “It Follows”, her yıl yüzlercesi çekilen ve neredeyse hiçbiri orijinallik ihtiva etmeyen korku filmleri arasında (tabir caizse) ay gibi parlayan özel bir film. Aynı zamanda Mitchell’ın sinemada “korku” geleneğini çok iyi özümsemiş bir yönetmen olduğunu kanıtlıyor. Söz konusu geleneğin gelmiş geçmiş en iyi örneklerinden biri olan “Halloween”in görsel kodlarını takip ediyor oluşu, bunun ilk kanıtı denebilir. Zira “Halloween”in en önemli özelliği, çerçeveye ne zaman/nereden gireceği belli olmayan “bir şeyler”in tedirginliğini her an hissettiren ve geniş plan çekimlerle ağır ağır hareket eden kamerasıydı ve bu vesileyle kurulan atmosfer filmin laytmotifiydi. “It Follows” öncelikle o görsel dünyayı çok iyi analiz etmiş bir yönetmenin filmi. Bu özel dünyanın içinde anlatılan öyküye bakacak olursak, genç karakterlerinin büyüme dönemi endişe ve korkularını temel alan ve bu konuda ilgi çekici şeyler söyleyen bir metin söz konusu. Ve yine bireysel başarı yerine “Pride” ve “The Imitation Game”de olduğu gibi yardımlaşma ve “takım” olma olgusunun altı çiziliyor. Özetle sinema gibi, yeni bir şeyler yapmanın artık çok nadir görülebildiği bir sanat dalında (hele de korku gibi bir türde) kendini “taze” hissettirmeyi başaran, türün meraklılarının kaçırmaması gereken bir film.

4. Citizenfour (8.3)
image2
CIA ve NSA ajanı Edward Snowden, 2013 yılında ABD’nin “toplumun huzurunu koruma” bahanesiyle kendi yurttaşlarını ve dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan toplumları nasıl gözetlediğini ortaya çıkararak (şimdiden) insanlık tarihinin en önemli figürlerinden biri hâline gelmişti. Yönetmen Laura Poitras, Snowden’ın Ocak 2013’te kendisine gönderdiği (ve filmin girişinde gördüğümüz) ilk mesajla sürece dâhil olmuş. The Guardian muhabiri Glenn Greenwald ve Poitras ile Hong Kong’daki bir otelde buluşan Snowden, olay yaratan bu ifşayı neden yaptığını, nasıl planlayıp uyguladığını tek tek anlatıyor. Bu sahnelerde ve filmin genelinde öylesine gerçekçi ve akıcı bir atmosfer var ki, konuyla ilgili malûmatı olmayan birine çekimlerin “gerçek zamanlı” olarak yapıldığı söylense, inanabilir. Sadece hepimizi çok ilgilendiren öyküsüyle değil, o öykü vasıtasıyla (temel bir insan hakkı olan) özel hayatın ne kadar “özel” kalabildiği üzerine sarsıcı bir tablo çizen ve şimdiden gelmiş geçmiş en iyi belgeseller arasına giren (En İyi Belgesel Oscar’ını da alan) bu filmi her sinemaseverin görmesi gerekiyor.

3. The Texas Chainsaw Massacre (8.4)
image3
Korku sinemasının kilometre taşlarından biri olan 1974 yapımı “The Texas Chainsaw Massacre”, 40. yılı şerefine 4K’ya dönüştürülen yeni kopyasıyla tekrar gösterime girdi. 80’lerin kült başyapıtlarından “Poltergeist”ın da yönetmeni olan Tobe Hooper, “Texas Katliamı”nda kısıtlı bütçe ve imkânlarla, tek kelimeyle efsanevi bir iş çıkarmıştı. Korku janrının en bilinen klişeleri arasında yer alan “şehirli çocuklar kırsalda/tatilde” ve “kendinizi kollayın” diyen benzin istasyonu çalışanı gibi motifler de bu filmle geleneğe dâhil olmuştu. “Maskeli katil” aynı şekilde. Senaryoda (Martin Scorsese’nin, New York’un kan üzerine inşa edilmiş tarihini anlattığı “Gangs of New York”unda olduğu gibi) Amerikan kırsalının kanlı ve şiddet dolu “erkek egemen” geçmişine bir gönderme söz konusu. Aynı zamanda birbirine yabancılaşan ve “öteki”nden korkup çekinen günümüzün (o günün ve günümüzün) modern insanının bilinçaltı da bir şekilde eşeleniyor. Hooper ise bu temalar üzerinden ilerleyen hikâyeyi “belgesel” diyebileceğimiz bir gerçeklik ve o güne kadar görülmemiş bir görsel atmosfer kurarak anlatıyor. İçerdiği şiddet nedeniyle pek çok ülkede yıllarca gösterilmeyen “Texas Katliamı”nın bu tarafının bugün hiç göze batmıyor oluşu, korku sinemasının şiddet pornografisi ile (günümüzdeki) ilişkisi konusunda düşünmeye de vesile oluyor.

2. The Tale of Princess Kaguya (8.5)
image4
80 yaşındaki Japon yönetmen Isao Takahata’nın senaryosunu yazdığı ve 8 yıl boyunca bir bir (el emeği, göz nuru) çizerek yarattığı “Prenses Kaguya Masalı”, şimdiden tüm zamanların en iyi animasyonları arasına girmiş muhteşem bir film. Çocukların bir gün büyüyüp ebeveynlerden ayrılmasının kaçınılmazlığı ve bu gerçeğin farkında ol(a)mayan anne/babaların, o ayrılığa kadar doğanın kendilerine verdiği görevi ne kadar “bilinçli ve/veya sorumlu” olarak yerine getirebildiği (ya da getirip getiremediği), öykünün ana meselesi. Takahata, eski usül iki boyutlu çizgi film tekniğinin yardımıyla, bu öyküyü olabilecek en naif ve dokunaklı şekilde anlatan büyüleyici bir görsel dünya kuruyor. Amerikan animasyonlarında hiç tercih edilmeyen beyaz rengin tüm çerçeveye hâkim olduğu ve hikâyeyle kusursuz uyumlu olan bu atmosfer, aynı zamanda Japon kültürünün ayrılmaz bir parçası olan “doğa sevgisi”ni de benzersiz bir haleti ruhiye ile seyirciye geçirmeyi başarıyor.

1. The Look of Silence (8.8)
image5

1974 doğumlu Amerikalı yönetmen Joshua Oppenheimer’ın 2012 yılında çektiği “The Act of Killing”, Endonezya’da 1960’lı yıllarda (komünist oldukları gerekçesiyle) öldürülen yüzbinlerce insanın katillerini konuşturan, onların segilediği vahşetin bilinçaltını deşifre etmeye çalışan yumruk gibi bir filmdi. O filmin devamı olarak çekilen “The Look of Silence” ise büyük kardeşinin o katliamlar esnasında nasıl öldürüldüğünü (filmin çekimlerinde) öğrenen Adi’nin, katillerle yüz yüze gelişini anlatıyor. İnsan denen yaratığın güç ve tahakkümü ele geçirdiğinde nasıl zıvanadan çıktığını, öldürme hakkını kendinde nasıl kolay bulabildiğini böylesine bir gerçeklikle seyretmek, tahammülü çok zor bir şey. Filmin en önemli özelliği de bu gerçeklik zaten, katillerin bir gün yakalanacakları ya da ceza göreceklerine dair en ufak bir korkusu yok. Onların bu kadar rahat oluşu, seyircinin rahatsızlığını daha da arttırıyor. 2014’te Berlin ve Venedik olmak üzere pek çok festivalde ödüller kazanan film sadece sinemaseverlerin değil, insanoğlunun ve tarihteki katliamların doğasına meraklı olan herkesin seyretmesi gereken eşsiz bir belgesel.

31 Aralık 2014 Çarşamba

Best movies of 2014, #1: The Grand Budapest Hotel

1. The Grand Budapest Hotel (8.5)


Wes Anderson, 45 yaşında şimdiden sinema tarihine geçmiş, tüm filmografisi kendi içinde bir uyum arz eden, kendine has temaları ve görsel dünyası olan "marka" bir yönetmen (benim için Christopher Nolan'dan çok çok öndedir). Bu filmde de o görsel dünya, II. Dünya Savaşı'nın arefesinde, hayali bir Orta Avrupa ülkesindeki bir otelde çıkıyor karşımıza. Seyirciyi, hikâyenin başında gördüğümüz boş oda ve koridorlarıyla artık unutulmaya yüz tutmuş olan Büyük Budapeşte Oteli'nin 1930'lardaki "altın çağı"na götüren Anderson, bir soygun ve kaçma-kovalamaca filminin çerçevesi içinde yine mutlu olmaya çalışan "yalnız" insanları zaman zaman ironik, kimi zaman da hüzünlü durumların içinde resmediyor. Ve sayıları yine 10'u aşan (genç/yaşlı) yıldız oyuncusundan da çok yüksek performanslar alıyor. Özellikle Ralph Fiennes'ın, kariyerinin en hatırlanası ve görmelere seza rollerinden birinde olduğu, 15-20 yıl sonra değeri daha da katmerlenecek enfes bir film bu.

Best movies of 2014, #2: Köksüz

2. Köksüz (8)


Deniz Akçay'ın yazıp yönettiği "Köksüz", babalarını kaybeden İzmirli bir ailenin hikâyesini, aile bireyleri arasındaki çatışma ve hesaplaşmalar üzerinden anlatıyor. Özellikle evin (yaşadığı travma ile baş edemeyen) otoriter anne figürünün, hayattaki mutsuzluğunu adeta bir virüs gibi tüm çocuklarına geçirişini seyretmek, tahammül edilmesi çok zor bir şey. Zaten filmin sonu da seyirciyi ferahlatmaktan çok uzak ama bu sade hikâyenin anlatılış biçimi ve oyunculuklar, tek kelimeyle kusursuz. Özellikle anne rolünde Lale Başar ve evin büyük kızını canlandıran Ahu Türkpençe, şahsen kolay kolay unutmayacağım harikulade performanslar sergilemiş. Ama elbette bu oyuncuların yönetimi de dâhil olmak üzere asıl krediyi genç yazar/yönetmen Akçay'a vermek gerekiyor. Net bir "sinema duygusu" ile ne yapmak istediğini gayet iyi bilen ve filmini, hikâyeden ziyade (hatta bütünüyle) yaşanan "an"lar ve çatışmalar üzerine kuran Akçay, sonraki filmini merakla beklediğim bir yönetmen artık.

Best movies of 2014, #3: Gone Girl

3. Gone Girl (8)


Senaryosunu Gillian Flynn'in (2012'de yayımlanan, aynı adlı) kendi romanından uyarladığı ve David Fincher'ın yönettiği "Gone Girl", Hollywood kalıplarının ve klişelerinin çok dışında bir evlilik filmi. Aslında ne filmi olduğunu çözmek ve söylemek de kolay değil zira polisiye, kara film, romans vs. 'tür kümeleri'nin kesişiminde duruyor sanki. Hikâyenin merkezine (hemen hemen tüm filmografisine paralel olarak) beyaz yakalı ve başarısız bir orta yaşlı WASP erkeğini koyan Fincher, 149 dakikalık uzunluğunu hiç hissettirmeyen, öyküsü ile kolay kolay unutulmayacak bir filme imza atmış. Bu ilgi çekici öyküye (beklendiği üzere) her biri incelikle düşünülmüş kusursuz "Fincheresque" resim ve kadrajlarını; Rosemund Pike, Carrie Coon ve (şaşırtıcı şekilde) Ben Affleck'in yüksek standartlı oyunculuklarını ve seyirci beklentilerine itibar etmeyen ("mutlu" sondan fersah fersah uzak, tuhaf ve "alternatif" duruşlu) mutlu sonunu da eklediğimizde, yılın en iyi filmlerinden biri ortaya çıkıyor.

Best movies of 2014, #4: Frank

4. Frank (7.5)


Sinemayla yakından ilgilenen kimselerin bile adını pek duymadığı İrlandalı yönetmen Lenny Abrahamson'ın bu sıcak ve "bağımsız ruhlu" filmi, yılın belki de en güzel sürprizi. Film kısaca, İngiltere taşrasında bir gün müzisyen olma hayaliyle sıkıcı bir hayat sürdüren Jon'un, (Michael Fassbender'in frontman'liğindeki) The Soronprfbs grubuna katıldıktan sonra grupla birlikte yaşadığı kariyer yolculuğunu ve aralarındaki çatışmaları anlatıyor. Bunu yaparken Wes Anderson ya da örneğin Coen Kardeşler gibi kendine has, ironik ama bir yandan da hüzünlü, "özel" bir dünya yaratıyor. Bence yönetmenin birinci başarısı bu.

İkinci ve bir o kadar önemli olan şey ise seyirci beklentilerine yüz vermemesi (blog'daki sinema yazılarını okuyan herkesin bildiği gibi bu, sinemada en önem verdiğim parametrelerin başında geliyor). Öyle ki, son yarım saate girene kadar filmin, seyredenlerin özdeşleşeceği bir "başarı öyküsü" olduğu bile düşünülebilir ama özellikle o dokunaklı finale gelindiğinde, aslında Abrahamson'ın derdinin (Jon üzerinden) "Rain Man"deki Tom Cruise tarzı bir "dönüşüm" ve başarısızlık hikâyesi anlatmak olduğunu anlıyorsunuz. Özetle sinema ve müziği seven herkesin görmesi gereken çok iyi bir film "Frank".

Best movies of 2014, #5: A Most Wanted Man

5. A Most Wanted Man (7.5)


John Le Carre'nin bir romanından Andrew Bovell'in senaryolaştırdığı "A Most Wanted Man", Soğuk Savaş döneminde çekilen filmleri anımsatan karanlık ve melankolik bir casusluk gerilimi. Hikâyesini, Şubat ayında vefat eden Philipp Seymour Hoffman'ın canlandırdığı Alman istihbaratçı Günter Bachmann üzerinden anlatan film, 11 Eylül saldırılarının planlandığı şehir olduğu rivayet edilen Hamburg'u boşuna mesken seçmemiş. Zira amacı, Batı istihbarat birimlerinde mezkur saldırı sonrası hasıl olan o paranoyak ruh hâli ve onların, bununla baş etmeye çalışırken ortaya koydukları yöntemler üzerine düşünmek.

Yıllar sonra "A Most Wanted Man" dendiği zaman hepimizin aklına gelecek ilk (ve filmdeki diğer her şeyin üzerinde asılı duran) unsur, kuşkusuz Hoffman'ın oyunculuğu. Ağzında sigarası, özensiz görüntüsü, çökük omuzları ve cool edasıyla Hoffman, işini yaparken yalanlar söyleyen, insanları tehdit eden ve onların hayatını riske atabilen (ve bu erdemsizliklerin vicdanında yarattığı yükün altında ezilen) Bachmann'ı adeta bir elbise gibi üzerine giymiş. Bir kez seyredenin, bu performansı unutması mümkün değil ve buradan bakınca, usta oyuncunun ölümü elbette insanı daha da derinden üzüyor.

80'li ve 90'lı yıllarda (U2, Depeche Mode, Echo & the Bunnymen, Metallica, Nirvana, Red Hot Chili Peppers vb. gruplara) çektiği videolar nedeniyle müziksever bünyelerin gönlünde ve dimağında özel bir yere sahip olan Anton Corbijn, 4 yıl önce George Clooney'nin tetikçi rolünde olduğu "The American" filminde (beklentilerin tam aksine) "Le Samourai" tarzı sakin ve melankolik bir dünya inşa etmişti. Bu filmde de, sonbahar mevsimindeki Hamburg'u adeta bir karakter gibi kullanarak (senaryo bir takım mantık hataları ihtiva etse de) şahane resimlerle ve Bachmann üzerinden verdiği "önce diyalog" mesajıyla, vasatın çok üzerinde bir iş çıkarmış.

Best movies of 2014, #6: Deux jours, une nuit

6. Deux jours, une nuit (7.5)


Jean Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin yazıp yönettiği "Deux jours, une nuit", rahatlıkla kapitalist sistemin yarattığı bencil dünya ve bunun tek bir birey üzerindeki yıkıcı etkileri hakkında ağdalı bir dram olabilirmiş. Ama filmin en önemli erdemi de sanırım o savunmasız birey vasıtasıyla, "asla pes etmemek gerektiği" üzerine bir umut ışığına dönüşmeyi seçmesi. Bunun yanında Sandra rolündeki Marion Cottillard'ın olağanüstü performansının altını kalın bir şekilde çizmek gerekiyor. Ayrıca çalıştığı firmada ona yardım etmeyi kabul edenlerin çoğunlukla göçmen arkadaşları olması, günümüzde Avrupa'da yükselen siyasî akımlar düşünüldüğünde oldukça anlamlı. Belçikalı kardeşlerin kariyerleri boyunca sürekli tercih ettiği, kahraman(lar)ı yakından takip eden sallantılı el kamerası da, burada Sandra'nın koşuşturmacasıyla geçen (hem kendisi, hem seyirciler için) "gerilimli" hafta sonuna kusursuz bir şekilde hizmet ediyor. Özetle, insanı düşündüren ve seyretmek için harcanan 1.5 saate fazlasıyla değen bir film.

Best movies of 2014, #7: X-Men: Days of Future Past

7. X-Men: Days of Future Past (7.5)


2000 yılından itibaren ilk iki film ile beyazperdedeki X-Men evrenini inşa eden Bryan Singer, serinin yedinci filminde tekrar yönetmen koltuğunda. Geleceğin karanlık dünyasında, insanlarla mutantlar arasındaki savaşın artık sonuna gelindiği umutsuz bir noktada başlayan film, "Terminator" serisini hatırlatan bir numarayla meseleyi "kaynağında" çözmek üzere Wolverine'i görevlendiriyor. Söz konusu numara, senaryo açısından kafa karıştırıcı bir kontrpuan olarak görülebilir ama James McAvoy ve Michael Fassbender gibi iki oyuncunun seriye dahline vasıta olduğu için elbette başımız üzerine. Bunun dışında ABD'nin savaş yanlısı politikalarına (hem insanlar, hem Magneto vasıtasıyla) getirilen eleştiri, insan/mutant çatışması üzerinden (her zamanki gibi) azınlıklar için söyledikleri, genç Xavier'ın kendi içinde yaşadığı çatışmalar vs. ile tatminkar bir hikâye söz konusu. Görselliğe gelince, Quicksilver'ın Magneto'yu (Jim Croce’un “Time in a Bottle” [1973] şarkısı eşliğinde) hapishaneden kaçırdığı o baş döndürücü sekans, tek başına bir filmi kurtarabilir ama Singer'ın genel performansı da çok başarılı. Serinin hayranları zaten görmüştür ama iyi bir aksiyon seyretmek isteyen herkese tavsiye edilebilecek bir film.

Best movies of 2014, #8: Captain America: The Winter Soldier

8. Captain America: The Winter Soldier (7.5)


Sinemaseverlerin, üzerinde hep konuşup tartıştığı bir konudur: "Hangi devam filmi, öncülünden daha iyi?" Bu konuda akıllara gelen ilk iki film de mütemadiyen "The Godfather: Part II" ve "Terminator 2: The Judgement Day" olur (ben sadece ilkine katılırım) ama o listeye gönül rahatlığıyla bir film daha ekleyebiliriz artık. Zira "Captain America: The Winter Soldier", üç yıl önceki ilk filmin milliyetçi ve hamasi duruşundan uzak, liberal ve anti-militarist bir süper kahraman filmi. Aynı zamanda nostaljik kahramanını (özenli olmayan) bir numarayla modern dünyaya taşıdığı noktadan itibaren daha fazla silahla, tehditle ve şiddetle daha çok barışın tesis edilemeyeceğini net bir şekilde vurgulayarak gönülleri kazanıyor. Finaldeki "ikiyüzlü devlet" eleştirisi de cabası. Öykü anlatımındaki bu erdemlerin yanında çok iyi tasarlanmış takip/kovalamaca ve mükemmel koreografili (kansız) dövüş sahneleri ile bir aksiyon filmi olmanın hakkını da sonuna kadar veriyor. 2011'de, ertesi yıl başlayacak "The Avengers" evrenine bir giriş mahiyetinde özensizce çekilen ilk filmin çok ilerisinde, Kaptan Amerika'yı tek başına bir "süper kahraman filmi yıldızı"na çeviren bu filmi, bence türün meraklıları kaçırmamalı.

Best movies of 2014, #9: Nightcrawler

9. Nightcrawler (7.5)


Dan Gilroy'un yazıp yönettiği "Nightcrawler", pek çok seyircinin kişisel favorisi olacağına inandığım, cool ve kasvetli atmosferiyle gönülleri çelen, başroldeki anti-kahramanıyla konvansiyonel sinemaya alternatif bir yerde duran ama duyarlıklıktan uzak ve biraz fazla rafine bir film. Jake Gylenhall'un canlandırdığı Lou Bloom'un yükseliş hikâyesi olarak okuyabileceğimiz öykünün amacı, kapitalizmin (ya da 'sistem'in, o her neyse) bencilleştirdiği toplum ve bunun bir alt başlığı olarak çürümüş medya düzeni üzerine bir şeyler söylemek. Bu konuda yeni ve ilgi çekici bir fikri yok, biraz da fazla "kör parmağım gözüne" bir tavrı var ama sonuç itibarı ile durduğu yer elbette takdiri hak ediyor. Rolü için özellikle kilo veren ve korkutucu bir görünüme bürünen Gylenhall, Bloom rolünde Oscar'a aday olabilecek muhteşem bir performans ortaya koymuş. Los Angeles'ın karanlık sokakları ve gece görüntüleri de çok iyi. Tek sorun, Kubrick'in en sevilen filmlerinin başında geldiği halde benim biraz mesafeli durduğum "A Clockwork Orange"dan da taşan o "iticilik". Bunun, tıpkı Kubrick gibi Gilroy'un da bilinçli bir tercihi olduğu kesin ama naçiz kanaatim, burada ipin ucunun biraz kaçtığı yönünde (bu konu için ayrıca bkz: Salò o le 120 giornate di Sodoma). Yine de sadece Gylenhall'un performansı için bile en az 1 kere görülmeli.

Best movies of 2014, #10: Mavi Dalga

10. Mavi Dalga (7.5)


Balıkesir'de yaşayan liseli bir genç kızın hayatındaki 1 yıllık kesiti anlatan "Mavi Dalga", Türk sinemasında pek örneğini görmediğimiz tarzda bir gençlik filmi. Söz konusu yıl boyunca yaşadığı olaylarla belki biraz büyüdüğünü hisseden ama (o yaşta doğal olarak) ne istediğini hâlâ bil(e)meyen Deniz'in içinde bulunduğu ruh hâli, tam olarak filmin de derdi aslında. Hepimizin yaşayıp geçtiği o dönemlerin duygusunu, karmaşıklığını, bir şekilde kendi yolunu bulmak gibi zorluklarını vs. keskin dramatik iniş-çıkışlardan uzak durmasına rağmen, seyirciye bir yere kadar iletebildiği de rahatlıkla söylenebilir. Merve Kayan ve Zeynep Dadak'ın birlikte yönettiği film iddiasız, sade ama içten üslubuyla son yıllarda gördüğüm en iyi yerli yapımlardan biri.

Best movies of 2014

1. The Grand Budapest Hotel (8.5)
2. Köksüz (8)
3. Gone Girl (8)
4. Frank (7.5)
5. A Most Wanted Man (7.5)
6. Deux jours, une nuit (7.5)
7. X-Men: Days of Future Past (7.5)
8. Captain America: The Winter Soldier (7.5)
9. Nightcrawler (7.5)
0. Mavi Dalga (7.5)

Diğer: Whiplash (7.5), Birdman (7.5), The Signal (7), Interstellar (7), The Imitation Game (7), RoboCop (7), Guardians of the Galaxy (7), Michael Kohlhaas (7), Godzilla (7), Blood Ties (7), Kış Uykusu (7), How to Train Your Dragon 2 (7), Down of the Planet of the Apes (7), The Babadook (7), Million Dollar Arm (7), Non-Stop (7), A Walk Among the Tombstones (7), The Equalizer (7), De Behandeling (7), The Interview (6.5), Fury (6.5), The Maze Runner (6.5), The Fault in Our Stars (6.5), Hercules (6.5), Filth (6.5), Transformers: Age of Extinction (6.5), 22 Jump Street (6.5), The Rover (6.5), Edge of Tomrrow (6.5), Maleficent (6.5), Predestination (6.5), Flight 7500 (6), Amazing Spider-Man 2 (6), The Drop (6), John Wick (6), A Million Ways to Die in the West (6), As Above, So Below (6), Chef (6), Draft Day (6), Hector and the Search for Happiness (6), The Little Death (6), Need for Speed (5.5), Lucy (5.5), Divergent (5.5), American Sniper (5), Noah (5), Sin City: A Dame to Kill For (5), 300: Rise of an Empire (4.5)

Görmediklerim: Sivas, Pek Yakında, Boyhood, İtirazım Var, 20000 Days on Earth, Bai Rin Yan Huo, The Hobbit: The Battle of the Five Armies, Into the Woods, Exodus: Gods and Kings, The Hunger Games: Mockingjay - Part 1

30 Aralık 2013 Pazartesi

2013'ün en iyi filmleri

1. Gravity (9.5) Alfonso Cuaron


Uzay filmlerine -naçiz kanaatimce- yeni bir soluk getiren, "uzay boşluğu"nu dört başı mamur bir gerilim mekânı hâline dönüştüren, son yılların en iyi filmlerinden biri. Açıkçası, sinema salonunda seyretmemiş olanlar için üzülüyorum, zira bu filmin hakkını en heybetli televizyon setinin bile verebilmesi çok zor.

Sinema ve müzik açısından artık "daha önce yapılmamış" bir şeyler yapmak neredeyse imkânsıza yakın bir hadise. Bu yüzden kendi meşrebimce sanat yapıtlarını değerlendirirken, en önem atfettiğim kriterlerden biri de bu oluyor. İşte "Gravity" bu hususta adeta ilaç gibi bir film. Uzay filmlerinde bugüne kadar gördüğümüz, anlı-şanlı yönetmenlerin bile "başka çare yok; bu türden bir film çekiyorsan böyle yapmak zorundasın" diyerek kaçamadığı hemen tüm klişelerden ısrarla kaçınıyor. Nedir? Houston'da sorunları çözmeye çalışan, çözdükleri zaman da seyirci olarak bize gerçek bir "arınma" yaşatan o süper-zeki bilim adamları burada yok mesela.. Aksiyon ve savaş sahneleri, seyircinin duygularını "yönetmeye çalışan" hamasi hikâyeler vs. de öyle.. İki astronot, uzayın sonsuz ve ıssız boşluğunda yaşam savaşı veriyor ve tek başınalar.. Bu bile muazzam bir cesaret ve yaratıcılık istiyor bence.

Bunun yanında teknik olarak sinemadan hiç anlamayan seyircilere bile "yahu bu, daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemiyor" diye düşündüren ve sanki "oradaymış" gibi hissettiren "pür" bir sinema duygusu var filmde. Ve en önemlisi, bu hissiyatı çekim hileleri ya da seyirciyi avcunun içine alan vurdulu/kırdılı aksiyon sahneleri vs. ile vermiyor. Kamerasını öyle güzel kullanıyor ve öylesine "o ortamın bir parçası" yapıyor ki, bunu kelimelerle anlatmak çok zor. "Dev" sanat yapıtlarında hissedebildiğimiz bir şey bu ve kuşkusuz, tamamıyla, kariyerinin en iyi filmine imza attığını düşündüğüm yönetmen Cuaron'un başarısı..

"Her ne olursa olsun hayatta kalmak ve asla pes etmemek" gibi tanıdık meseleleriyle seyirciyi içine çekmeyi başaran film, gayet dozunda tutulmuş olan kısa süresinin ve ustalıkla kullandığı mizah duygusunun da katkısıyla yağ gibi akıp gidiyor.

Özetle, film seyretme alışkanlığı olan herkesin defalarca görmesi gerektiğini düşündüğüm bir başyapıt "Gravity" ve yılın, açık ara en iyi filmi.

2. Her (8.5) Spike Jonze


Video klipler tarihinin efsane yönetmenlerinden biri olan Spike Jonze da, Cuaron gibi kariyerinin en iyi eserine 2013'te imza attı. Filmi anlatmaya nereden başlamalı, hangi erdeminden dem vurmalı bilmiyorum. Fazla uzatmadan şunu belirteyim: Sinemada en sevdiğim janr'lardan biri bilim-kurgu, bilim-kurgu filmleri arasında en sevdiklerim de kendi meşrebince orijinal bir "gelecek tablosu" çizenlerdir. Hele o yaratıcı ve belki de "uçuk" hikâyesi vesilesiyle aslında "bugün"e dair bir şeyler söylüyorsa, benim açımdan kare as tamamlanmış olur.

Jonze giderek yalnızlaşan "günümüz insanı"nın bu gidişle içine düşmekten kendini alamayacağı o melankolik ve puslu dünyayı muhteşem resimlerle kusursuz bir şekilde inşa ediyor ve sanat yönetimi ile Joaquin Phoenix'in muazzam oyunundan güç alarak, son yılların en çarpıcı filmlerinden birine imza atıyor. Sinemayı seven, ikili ilişkiler konusuna kafa yoran ve akıllı telefonlar başta olmak üzere elektronik cihazlar ile olan ilişkimizi sorgulayan herkesin mutlaka görmesi gereken bir film..

3. The Wolf of Wall Street (8.5) Martin Scorsese


Blog'u ve Twitter hesabımı takip edenlerin bildiği üzere, sinema tarihinde en sevdiğim yönetmen Martin Scorsese. 70 yaşını devirmiş olmasına rağmen formundan hiçbir şey kaybetmeyen büyük usta, "The Wolf of Wall Street" ile "satış" mesleğini, belki de gelmiş geçmiş en mükemmel şekilde betimleyen nefis bir filme imza atmış. Leonardo DiCaprio'nun büyük ihtimalle Oscar alacak olan enfes oyunculuğu ayrı bir yazı konusu ama filmin "sınıf atlamak isteyen" sıradan insanların dünyasına bakışı, paranın yoldan çıkardığı sefil hayatları detaylandırışı tek kelimeyle harikulade. Bahsedilecek o kadar çok erdemi var ki filmin, sayfalar dolusu yazsam yine de hakkıyla anlatamam. 172 dakikalık uzunluğun biraz fazla olması ve bir takım yan hikâyelerin gereksizliği dışında hiçbir kusuru olmayan film, o kusurları da olmasa gerçek bir başyapıt olabilirmiş.

4.. Rush (8) Ron Howard


70'li yılların iki efsane Formula 1 pilotu Niki Lauda ile James Hunt'ın pistlerdeki rekabetini anlatan "Rush", yılın en güzel sürprizlerinden biri.. İnsanın adeta nefesini kesen yarış sahneleriyle, bu türün gelmiş-geçmiş en iyi filmlerinden de biri aynı zamanda.

"Gravity"de uzunca anlattığım o "tazelik" burada yok mesela, zaten dediğim gibi sinemada bunu yapmak artık çok zor. Ama işte "Rush", spor filmlerinin o bilindik formülünü fazla eğip bükmeden, şahane senaryosunun da katkısıyla o formüle yeni bir şeyler eklemeyi başarıyor ve insanı bir duygu seline boğan muhteşem finaliyle amacına %100 ulaşıyor.

5. American Hustle (8) David O. Russell


"Three Kings"den beri 15 yıldır ilgiyle takip ettiğim ve son olarak geçen yıl "Silver Linings Playbook" ile gönülleri fetheden Russell, 3 dalda Altın Küre kazanan ve 10 dalda Oscar'a aday gösterilen yeni filmi "Düzenbaz"da 1978 yılında gerçekleşen bir FBI operasyonunu anlatıyor. "Kolay yoldan voliyi vurma" peşindeki "sıradan" insanların yaşadığı -ve filmin başında yazdığı üzere "bir kısmı gerçeklere dayanan"- olayları, her bir karaktere eşit mesafede durarak bir "gözlemci" gibi anlatan filmin, "kara komedi" türüne meyletmesi son derece yerinde bir tercih. Hırslarının, tutkularının, komplekslerinin ve kendi zayıf noktalarının akıntısına kapılmış tüm o karakterler, iki saat boyunca bu türe son derece uygun bir hengâme içinde oradan oraya koşuşturup duruyor. Yönetmenliği, senaryosu, oyunculukları, müzikleri ve -özellikle- sanat yönetimiyle "birinci sınıf" diyebileceğim film, Russell'ın kariyerindeki en iyi ikinci iş bence..

6. Blue Jasmine (8) Woody Allen


80 yaşına merdiven dayamasına rağmen her yıl film çekmeye devam eden, sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden Woody Allen, olağanüstü bir filmle 2013'e kendi imzasını attı. Mâlumunuz, kapitalizmin doğal sonuçlarından biri de yaşam standatlarını kaybetmektir, tıpkı "sınıf atlamak" gibi.. İşte "Blue Jasmine", tabir caizse Olympos Dağı'nda sürdürdüğü hayatında her şeyini kaybeden ve (bir süpermarkette çalışarak mütevazı bir hayat sürdüren) kız kardeşinin yanına taşınmak zorunda kalan bir kadının hikâyesini anlatıyor. Cate Blanchett'in, bence sinema tarihinin en unutulmaz performansları arasına giren oyunculuğu, bu filmi görmek için tek başına yeterli bir sebep. Ama Woody Allen'ın yönetmenliği ve filmini bitirirken tercih ettiği yol (seyirci beklentilerinden ısrarla kaçınması), tam anlamıyla büyüleyici. Usta yönetmenin kariyerinin de en iyi 10 filminden biri olduğunu düşündüğüm "Blue Jasmine"i, sinemayı seven herkese tavsiye ediyorum.

7. Dans la Maison (7.5) François Ozon


Seyircisini en ciddiye alan, onlara en çok saygı duyan yönetmenlerin başında gelen Ozon da, 2013 yılında filmografisinin en iyi 2 filminden birine imza attı bence. İspanyol yazar Juan Mayorga'nın bir oyunundan uyarlanan "Evde", yeni nesilden ümidini çoktan kesmiş bir edebiyat öğretmeninin, yazarlık dehasını keşfettiği bir öğrencisi ve onun yazdığı -gerçek yaşamdan esinlenen- hikâyesiyle olan ilişkisini anlatıyor. "Öğretmen" ile "öğrenci"nin zaman zaman yer değiştirdiği, başrol kahramanının bir hikâyeye müdahale etmek ve şekil vermek isterken o hikâyenin kahramanlarından birine dönüşmekten kaçamadığı, "röntgencilik" mevzuuna neredeyse "Peeping Tom" ya da "Rear Window" kadar yetkinlikle dokunan enfes bir hikâye bu. Ve Ozon'un artık resmî olarak "usta" bir yönetmen olduğunu da tescilliyor.

8. All is Lost (7.5) J.C. Chandor


2011'in en iyi filmlerinden biri olan "Margin Call"ın yönetmeni Chandor, tabir caizse "boyunu aşan" bir işe imza atarak 105 dakika boyunca perdede tek bir adamın yaşam savaşını anlatıyor. İnsana pek ümit veren bir öykü gibi görünmese de, "All is Lost" kesinlikle o 105 dakikaya değen bir film; zira yaşamdaki olgunluğa, tecrübe edilmiş deneyimlerin değerine ve ölüme karşı sergilenen o "dirayetli duruş"a bir güzelleme sanki.. Bu güzellemeyi yaparken (senaryoyu da kendisi yazan ve yine tüm o "hayatta kalma mücadelesi filmleri"nin klişelerine yüz vermeyen) Chandor'ın, tıpkı Cuaron gibi sırtını "pür sinema"ya dayaması, hikâyesini "resimlerle anlatma"ya gayret etmesi takdire şayan.

Başroldeki Robert Redford'ın harikulade bir performans sergilediği bu filmin de bence mutlaka görülmesi gerekiyor.

9. Lincoln (7.5) Steven Spielberg


ABD tarihinin belki de en saygı duyulan Başkan'ı Lincoln'ün, köleliği yasaklayan anayasa değişikliğini 1865'te Temsilciler Meclisi'nden geçirmesinin hikâyesini anlatan "Lincoln", Spielberg'ün "Minority Report"tan beri yaptığı en iyi film. Bunda Doris Kearns Goodwin'in (2005 tarihli "Team of Rivals: The Political Genius of Abraham Lincoln") romanından kusursuza yakın bir yetkinlikle uyarlanan muhteşem senaryosu kadar, elbette sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden biri olan ustanın "hikâye anlatma" konusundaki muhteşem dehasının katkısı büyük. Lincoln'ın kişisel hayatına ve sorunlarına da "tam olması gerektiği kadar" giren film, 150 dakikalık uzunluğunu hiç çaktırmadan, Daniel Day-Lewis'in artık alıştırdığı olağanüstü performansıyla taçlanıyor ve "bu filmi  görmeseydim yazık olurmuş" duygusunu, her sahnesinde net bir şekilde hissettiriyor.

Diğer: La vie d'Adéle (7.5), The World's End (7), Captain Phillips (7), The Lone Ranger (7), Iron Man 3 (7), Jin (7), The Great Gatsby (7), Pacific Rim (7), Not Fade Away (7), Yozgat Blues (7), White House Down (7), Oblivion (7), Thor: The Dark World (7), Despicable Me (7), This is the End (6.5), The Hobbit: The Desolation of Smaug (6.5), The Hunger Games: Catching Fire (6.5), Prisoners (6), Elysium (6), Man of Steel (6), Now You See Me (6), The Conjuring (6), 2 Guns (6), Insidious: Chapter 2 (6), Red 2 (6), Star Trek Into Darkness (6), Pain & Gain (6), R.I.P.D. (6), Kick-Ass 2 (6), Homefront (6), The Wolverine (5), Fast & Furious 6 (5), Riddick (5), Olympus Has Fallen (4), Grown Ups 2 (4)..

Görmediklerim: Frozen, Anchorman 2: The Legend Continues, Don Jon, Out of the Furnace, Nymphomaniac, Saving Mr. Banks, Her, Lone Survivor, Dhoom: 3, 47 Ronin, The Secret Life of Walter Mitty, We're the Millers, Inside Llewyn Davis, The Family, 12 Years a Slave, Grudge Match, Carrie..

Not: 19.02.2014'te liste güncellendi.

18 Kasım 2013 Pazartesi

En iyi 5 Andrei Tarkovsky filmi


1. Andrei Rublev (10)
1966

2. The Mirror (10)
1974

3. Solaris (10)
1972

4. Stalker (10)
1979

5. Ivan's Childhood (9)
1962

Diğer: The Sacrifice (8), Nostalghia (7), Steamroller and the Violin (6)

Görmediklerim: Tempo Di Viaggio (Tv Belgeseli), Ubiytsy (Kısa), There Will Be No Leave Today (Kısa)

17 Ağustos 2013 Cumartesi

En iyi 5 Werner Herzog filmi

1. Aguirre, der Zorn Gottes (10)
1972


2. The Enigma of Kaspar Hauser (10)
1975


3. Fitzcarraldo (9)
1982


4. Strozsek (8)
1977


5. Nosferatu the Vampyre (8)
1979


Not: İlk iki film, naçiz kanaatimce sinema tarihinin en iyi 100 filmi arasında yer alıyor. Sinemasever bünyeler için her ikisinin de görülmesi bence zorunluluk. Diğerleri kişinin isteğine kalmış..

11 Ağustos 2013 Pazar

En iyi 5 Francis Ford Coppola filmi


1. The Conversation (10)
1974

2. Apocalypse Now (10)
1979

3. The Godfather Part II (10)
1974

4. The Godfather (10)
1972

5. Rumble Fish (8)
1983

Diğer: Bram Stoker's Dracula (8), The Outsiders (8), The Rain People (8), The Godfather Part III (7), Peggy Sue Got Married (7), The Rainmaker (5), The Cotton Club (5), Jack (5).

Görmediklerim: Tetro, Youth Without Youth, Twixt, One from the Heart, Tucker: The Man and His Dream.

6 Ocak 2013 Pazar

Best movies of 2011


1. Bir Zamanlar Anadolu'da (10)
Nuri Bilge Ceylan

2. Shame (9)
Steve McQueen

3. Tinker Tailor Soldier Spy (8)
Tomas Alfredson

4. Drive (8)
Nicolas Winding Refn

5. Hugo (8)
Martin Scorsese

Diğer: The Girl With the Dragon Tattoo (8), Margin Call (8), The Descendants (8), Moneyball (7), Haywire (7), Super 8 (7), Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides (7), X-Men: First Class (7), Thor (7), The Hangover Part II (7), Sherlock Holmes: A Game of Shadows (7), The Artist (7), Transformers: Dark of the Moon (6), No Strings Attached (6), The Tree of Life (6), A Dangerous Method (6), Mission: Impossible - Ghost Protocol (6)

Görmediklerim: Jodaeiye Nader az Simin, Killer Joe, Warrior, Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2, Captain America: The First Avenger, In Time, The Adventures of Tintin, The Grey, Midnight in Paris, War Horse, Contagion, Source Code, Real Steel, The Ides of March, Cowboys and Aliens, Melancholia, Rise of the Planet of the Apes, Carnage, Hanna, Jin líng shí san chai, Machine Gun Preacher, Johnny English Reborn, Restless, Cars 2, Kung Fu Panda 2, Dream House, The Green Hornet, Scream 4, La piel que habito, Red State, The Dilemma, Final Destination 5

2 Nisan 2011 Cumartesi

En iyi 5 Richard Linklater filmi


1. Before Sunrice & Before Sunset (10)
1995 & 2004

2. Dazed and Confused (9)
1993

3. Slacker (9)
1991

4. Waking Life [anim.] (8)
2001

5. A Scanner Darkly [anim.] (8)
2006

Diğer: School of Rock (7), Fast Food Nation (7), Tape (6), The Bad News Bears (6), The Newton Boys (5)

Görmediklerim: SubUrbia, Live From Shiva's Dance Floor [bel.], Inning By Inning: A Portrait of a Coach [bel.], Me & Orson Welles


28 Mart 2011 Pazartesi

En iyi 5 David O. Russell filmi



1. Three Kings (8.5)
1999

2. American Hustle (8)
2013

3. The Fighter (7.5)
2010

4. Silver Linings Playbook (7)
2012

5. I Heart Huckabees (7)
2004

Diğer: Flirting With Disaster (6.5) 

Görmediklerim: Spanking the Monkey, Soldiers Pay

Not: 20.01.2014'te liste güncellendi.