25 Temmuz 2009 Cumartesi
Fener yönetiminden şık hareket
Fenerbahçe'nin yönetimi ve başkanına 1 yıldır buradan sallayıp duruyoruz da, futbol takımının idaresi dışındaki icraatları gerçekten de Fener taraftarını mest edecek kadar isabetli ve güzel. Spor salonu, lisenin yerine yapılacak alışveriş merkezi, Bolu'daki kamp tesisleri derken; çoktan yapılmış olması gereken bir doğruya daha imza atarak kulüp tarihinin en büyük oyuncularından 2'sinin adını ölümsüzleştirdiler. Bundan böyle Dereağzı'ndaki tesislere "Lefter Küçükandonyadis", Samandıra kamp merkezine ise "Can Bartu" denilecek ve bu gerçekten de çok hoş. Bu hamlenin, söz konusu efsaneler yaşarken yapılması ayrı bir güzel. Yönetimi ne kadar tebrik etsek azdır.
Yüzyılın takası resmîleşti
Et'o'nun bonservisi, artı 1 yıllığına Hleb, artı 45 milyon avro! İbrahimovic için Barça'nın gözden çıkardığı bedel bu. Tabii Eto'o sezon sonunda bitecek olan kontratını yenilemeye yanaşmadığı için Barcelona'nın eli fazla güçlü değildi. Aynı zamanda Real'in göz kamaştıran onca transferine bir şekilde cevap da vermek gerekiyordu. Yoksa gerçekten de, Ibrahimovic için bile bu kadar büyük bir maliyet fazla.
Daha önce de yazdığım gibi Ajax'tan Juve'ye gittiğinde Ajax kaptanı Van Der Vaart'ın, arkasından "kurtulduk şu 'asshole'dan" diyerek şampanya partisi düzenlediği, takımın penaltıcısı Kallström olmasına rağmen hiçkimseye sormadan İsveç millî takımının bir maçında penaltı kullandığı için arkadaşları tarafından istenmeyen adam ilan edilen bir oyuncu Ibra. Ama gerçekten de olağanüstü yetenekleri var ve oyunculuğu ile bu iticiliğini kapatmayı çoğu zaman başarıyor. Ajax'ta 6 kişi çalımlayarak attığı gol de bence futbol tarihinin en iyi golüdür.
Peki Barça'ya uyar mı? Ibra'nın Eto'o tipinde bir oyuncu olmadığı kesin. Guardiola geçen yıl pek çok maçta maç içinde Eto'o'yu sağa çekip Messi'yi forvet oynatmıştı. Rijkaard da Ronaldinho ile aynı şeyi sol taraf için yapıyordu. Eto'o müthiş çabukluğu ve fizik gücüyle açık bile oynayabilen apayrı bir forvet tipi. Ibra ise sırtı dönük pivot olabilen, top saklayan, oyun kuran, şut atan vs. ama en ileri uçtan başka yerde oynayamayacak bir isim. Dolayısıyla o tarz bir hamle imkânı artık sıfırlandı.
Bunun yanında Eto'o en ileride oynadığında bile çok fazla gezer, orta saha ile bütünleşerek arkadaşlarına koridor açardı. Ibra ile bence bu da son bulacak. Artık yay civarına bir takım arkadaşı daldığında orada daha dar bir alan ve daha kalabalık bir rakip bulacak zira Ibra ve iki markajcısı her daim o civarda olacak. Dolayısıyla Barça'nın 4-1-5-0 gibi olan sistemi bundan böyle 4-1-2-3'e dönmüş durumda. Bunun sonuçlarını sezon başlayınca görürüz.
Ama Barça'yı destekleyen herkesin kafasına takılan asıl soru, Ibra'nın sevimsiz karakterinin bu takımda nasıl duracağı. Sezon başlayınca asıl bunu göreceğiz.
Daha önce de yazdığım gibi Ajax'tan Juve'ye gittiğinde Ajax kaptanı Van Der Vaart'ın, arkasından "kurtulduk şu 'asshole'dan" diyerek şampanya partisi düzenlediği, takımın penaltıcısı Kallström olmasına rağmen hiçkimseye sormadan İsveç millî takımının bir maçında penaltı kullandığı için arkadaşları tarafından istenmeyen adam ilan edilen bir oyuncu Ibra. Ama gerçekten de olağanüstü yetenekleri var ve oyunculuğu ile bu iticiliğini kapatmayı çoğu zaman başarıyor. Ajax'ta 6 kişi çalımlayarak attığı gol de bence futbol tarihinin en iyi golüdür.
Peki Barça'ya uyar mı? Ibra'nın Eto'o tipinde bir oyuncu olmadığı kesin. Guardiola geçen yıl pek çok maçta maç içinde Eto'o'yu sağa çekip Messi'yi forvet oynatmıştı. Rijkaard da Ronaldinho ile aynı şeyi sol taraf için yapıyordu. Eto'o müthiş çabukluğu ve fizik gücüyle açık bile oynayabilen apayrı bir forvet tipi. Ibra ise sırtı dönük pivot olabilen, top saklayan, oyun kuran, şut atan vs. ama en ileri uçtan başka yerde oynayamayacak bir isim. Dolayısıyla o tarz bir hamle imkânı artık sıfırlandı.
Bunun yanında Eto'o en ileride oynadığında bile çok fazla gezer, orta saha ile bütünleşerek arkadaşlarına koridor açardı. Ibra ile bence bu da son bulacak. Artık yay civarına bir takım arkadaşı daldığında orada daha dar bir alan ve daha kalabalık bir rakip bulacak zira Ibra ve iki markajcısı her daim o civarda olacak. Dolayısıyla Barça'nın 4-1-5-0 gibi olan sistemi bundan böyle 4-1-2-3'e dönmüş durumda. Bunun sonuçlarını sezon başlayınca görürüz.
Ama Barça'yı destekleyen herkesin kafasına takılan asıl soru, Ibra'nın sevimsiz karakterinin bu takımda nasıl duracağı. Sezon başlayınca asıl bunu göreceğiz.
Tuncay neden gündemde değil?
Tuncay ne derse desin, İngiltere'nin 4 büyük (şimdi City ile 5 oldu) kulübünden birinde oynamadan geçirdiği 2 sene, muhtemelen tatsızdı onun için. Tamam, hepimiz yıllardır iç geçiririz; taraftar kültürü, stadyumlar, oyuncu-hakem ilişkileri, medyanın yaklaşımı vs. ile Premier League ayrı bir derya. Ama Aston Villa'ya gidip ne yapacaksın? Ş.Ligi'nde yıllar boyunca oynaman imkânsız. Diğer büyüklere kendini göstermek ve (bir ihtimal) kapağı atmak için basamak desen, olsaydı zaten hiç de başarısız geçmeyen Boro macerasından sonra olurdu bu. Yaş da 27'ye geldi zaten, artık kariyer konusundaki bu hedef gerçekleştirilemediyse oyuncunun bence doldurabildiği kadar cebini doldurmaya bakması lâzım. Tuncay muhtemelen 2 sene önce bonservissiz gittiği için Boro'dan müthiş bir maaş alıyor. Ha, Fener'in ona vereceğinin yanına bile yaklaşamaz, o ayrı. Ama şimdi hem 6-7 milyon avro bonservis hem de o maaşı hiç kimse kolay kolay karşılayamaz. İkinci ligde de kendisi oynamaz. Ama Fener'e gelse yıllık 3 milyon avro netten aşağısını almayacaktır; Emre, Alex, Guiza, Deivid, Topuz ve Carlos 2.3 milyonun üzerinde alıyor zaten.
İşbu durumda Fenerbahçe yönetimi neden Tuncay'ı geri getirmek için kararlı ve agresif davranmıyor, anlamak mümkün değil. Bonservissiz gittiği için mi? Gitmesin mi adam? Sen salaksan, kontratını yenilemek için (bir geri zekâlının bile yapmayacağı bir hatayla) o kontratın bitmesini beklersen, 1-2 sene imza atmaya yanaşmadığında parayla satmaya kalkmazsan, satamasan bile A takıma almamazlık yapmazsan, adamın da kariyer hayalleri varsa gitmesin mi? Fenerbahçe sevgisini mi ölçüyorsun, bonservisini eline verip "bakalım gidecek mi, kalacak mı" diyerek? Aziz Yıldırım acaba Tuncay'ın yarısı kadar Fenerli midir, merak ediyorum. Ha, "bedava giden oyuncuyu parayla almam" gibi ahmakça bir gurur meselesi varsa bilinmeli ki, bir futbolcunun bugünün koşullarında bedava gitmesi futbolcunun değil, kulübün kabahatidir. Ayrıca Barça Pique'yi bedava verdi United'a, 1 yıl sonra 5 milyon avro ödeyip almadı mı? Barça enayi mi oldu şimdi?
Fenerbahçe kadrosunun (özellikle Alex gibi bir sünepe varken) kusursuzluğa en yakın duruma gelebilmesi için Tuncay olmazsa olmaz bir oyuncu. Defansta Gökhan, (geri dönerse) Lugano, Bilica, Santos (Carlos'a güle güle); orta sahada Topuz (Deivid'e güle güle), Cristian, Emre, Tuncay; önde Alex ve Semih (Guiza'ya güle güle)... Avrupa Ligi'nde geçen yıl final oynayan Werder ve Shakhtar'dan daha iyi bir takım değil mi?
Guiza gibi bir adama 17.4 milyon avro bonservis veren bir zihniyet, Fener taraftarını dünyadaki en mutlu taraftar yapmak için 6-7 milyon daha verip 5 yıllığına takımın ruhunu geri getirebilir. Ve züppeliklerinden bunu yapmıyorlar.
İşbu durumda Fenerbahçe yönetimi neden Tuncay'ı geri getirmek için kararlı ve agresif davranmıyor, anlamak mümkün değil. Bonservissiz gittiği için mi? Gitmesin mi adam? Sen salaksan, kontratını yenilemek için (bir geri zekâlının bile yapmayacağı bir hatayla) o kontratın bitmesini beklersen, 1-2 sene imza atmaya yanaşmadığında parayla satmaya kalkmazsan, satamasan bile A takıma almamazlık yapmazsan, adamın da kariyer hayalleri varsa gitmesin mi? Fenerbahçe sevgisini mi ölçüyorsun, bonservisini eline verip "bakalım gidecek mi, kalacak mı" diyerek? Aziz Yıldırım acaba Tuncay'ın yarısı kadar Fenerli midir, merak ediyorum. Ha, "bedava giden oyuncuyu parayla almam" gibi ahmakça bir gurur meselesi varsa bilinmeli ki, bir futbolcunun bugünün koşullarında bedava gitmesi futbolcunun değil, kulübün kabahatidir. Ayrıca Barça Pique'yi bedava verdi United'a, 1 yıl sonra 5 milyon avro ödeyip almadı mı? Barça enayi mi oldu şimdi?
Fenerbahçe kadrosunun (özellikle Alex gibi bir sünepe varken) kusursuzluğa en yakın duruma gelebilmesi için Tuncay olmazsa olmaz bir oyuncu. Defansta Gökhan, (geri dönerse) Lugano, Bilica, Santos (Carlos'a güle güle); orta sahada Topuz (Deivid'e güle güle), Cristian, Emre, Tuncay; önde Alex ve Semih (Guiza'ya güle güle)... Avrupa Ligi'nde geçen yıl final oynayan Werder ve Shakhtar'dan daha iyi bir takım değil mi?
Guiza gibi bir adama 17.4 milyon avro bonservis veren bir zihniyet, Fener taraftarını dünyadaki en mutlu taraftar yapmak için 6-7 milyon daha verip 5 yıllığına takımın ruhunu geri getirebilir. Ve züppeliklerinden bunu yapmıyorlar.
24 Temmuz 2009 Cuma
Ne kifayetsiz kulüpmüşsün Milan!
Çocukluğumuzda, dünyada yenemeyeceği hiçbir takım bulunmayan, dünyanın belki de en büyük futbol markası hâline gelen koskoca Milan kulübünün düştüğü durum gerçekten de insanın içini sızlatıyor. Senelerden beri bir kulüp politikasıymış gibi yaş ortalaması 31-32 olan bir takımla yarışan kulüp, meğer hiç parası olmadığı için bunu yapıyormuş, bu yaz yaşanan transfer gelişmelerinden bunu anlıyoruz.
Öncelikle ekonomik kriz bahanesiyle, değeri (bana göre) 500 milyon avronun bile üzerinde olan Kaka'yı (Avrupa'daki) ezelî rakibine satmak nasıl bir zavallılıktır? Milan o yaşlı kadrosuna rağmen son yıllarda Ş. Ligi yarı finallerine, finallerine hep abone ise ya da o kupayı kazandıysa bunun en büyük nedeni Kaka, ondan sonra da yaşları o zaman için tam kıvamında olan Gattuso, Pirlo, Seedorf üçlüsüdür. Bu üçü şimdi artık yaşlı topçu olmaya doğru gidiyor, Shevchenko zaten bitti (onu da sattılar en verimli döneminde, hem onu bitirdiler hem kendilerini) ve son olarak da Kaka'nın satılması tam bir skandal. Hadi sattın diyelim, geçen sene Adebayor falan diye esip gürleyen kulüp şimdi nerede? Luis Fabiano'ya 14 milyon teklif edip kabul edilmeyince geri çekilen, Adebayor ve Dzeko'yu zaten pahalı diye alamayan bir kulüp olduysa Milan, ona nasıl büyük diyeceğiz bundan sonra?
G.Saray Ş.Ligi'nde grubunun son maçında Milan ile oynamıştı 2000 yılında. Milan kazansa Ş.Ligi'ne devam edecekti, berabere kalsa UEFA'ya gidecekti. İşte G.Saray, o zaman için dünyanın en büyük 3-4 futbol markasından biri olan (bence Real ve Barça'nın önündeydi hatta) bir takımı böyle bir durumda Avrupa kupalarının dışına ittiği için tarihinin en büyük destanlarından birine imza atmıştı. Milan'ın kadrosu, ne durumda olduğu vs. hiç önemli değil. Milan, koskoca Milan Avrupa'nın dışında kalmıştı. Bu, 80'lerin ortasından itibaren bu takıma nefretle büyümüş biri olarak benim için inanılmayacak bir şeydi. Ama şimdi bakıyoruz, o Milan "ensesine vur lokmasını al" tarzı sünepe bir kulübe dönüştü. Bugün marka saymaya kalktığında önce Real ve Barça, sonra United, sonra Liverpool ve Chelsea, sonra Inter ve Juventus (hatta Bayern!) vs. deriz ama Milan'ı bir allahın kulu söylemez muhtemelen. Bu sezon ligi ilk 4'te bitirirlerse şanslıdır.
Öncelikle ekonomik kriz bahanesiyle, değeri (bana göre) 500 milyon avronun bile üzerinde olan Kaka'yı (Avrupa'daki) ezelî rakibine satmak nasıl bir zavallılıktır? Milan o yaşlı kadrosuna rağmen son yıllarda Ş. Ligi yarı finallerine, finallerine hep abone ise ya da o kupayı kazandıysa bunun en büyük nedeni Kaka, ondan sonra da yaşları o zaman için tam kıvamında olan Gattuso, Pirlo, Seedorf üçlüsüdür. Bu üçü şimdi artık yaşlı topçu olmaya doğru gidiyor, Shevchenko zaten bitti (onu da sattılar en verimli döneminde, hem onu bitirdiler hem kendilerini) ve son olarak da Kaka'nın satılması tam bir skandal. Hadi sattın diyelim, geçen sene Adebayor falan diye esip gürleyen kulüp şimdi nerede? Luis Fabiano'ya 14 milyon teklif edip kabul edilmeyince geri çekilen, Adebayor ve Dzeko'yu zaten pahalı diye alamayan bir kulüp olduysa Milan, ona nasıl büyük diyeceğiz bundan sonra?
G.Saray Ş.Ligi'nde grubunun son maçında Milan ile oynamıştı 2000 yılında. Milan kazansa Ş.Ligi'ne devam edecekti, berabere kalsa UEFA'ya gidecekti. İşte G.Saray, o zaman için dünyanın en büyük 3-4 futbol markasından biri olan (bence Real ve Barça'nın önündeydi hatta) bir takımı böyle bir durumda Avrupa kupalarının dışına ittiği için tarihinin en büyük destanlarından birine imza atmıştı. Milan'ın kadrosu, ne durumda olduğu vs. hiç önemli değil. Milan, koskoca Milan Avrupa'nın dışında kalmıştı. Bu, 80'lerin ortasından itibaren bu takıma nefretle büyümüş biri olarak benim için inanılmayacak bir şeydi. Ama şimdi bakıyoruz, o Milan "ensesine vur lokmasını al" tarzı sünepe bir kulübe dönüştü. Bugün marka saymaya kalktığında önce Real ve Barça, sonra United, sonra Liverpool ve Chelsea, sonra Inter ve Juventus (hatta Bayern!) vs. deriz ama Milan'ı bir allahın kulu söylemez muhtemelen. Bu sezon ligi ilk 4'te bitirirlerse şanslıdır.
Gönülçelen filmler #11: The Sting (1973)
Daha önce bu sayfalarda (yönetmen ve oyuncular anlamında) aynı ekibin Butch Cassidy and the Sundance Kid filmine de yer vermiştim. Sinemanın altın çağına ait çığır açıcı o başyapıtın ardından 4 yıl sonra yönetmen Walter Hill ve nasıl bir gişe canavarı oldukları belgelenen Paul Newman-Robert Redford ikilisi, bu film için tekrar bir araya geldi. 7 dalda Oscar kazanarak beklentilerin çok üzerinde bir başarı yakalayan yapım, bugün bile insanlanları eğlendirme ve onlara kendini iyi hissettirme misyonundan hiçbir şey kaybetmiş değil.
1930'lu yılların Büyük Buhran yıllarındayız. Zaten film de, yürüyen bir adamın ayaklarını takip ederken, arka planda işsiz-güçsüz olduğu için sokakta yatan onca insanı tarayarak başlıyor. Tabii herkes yolunu bulmak zorunda; bizim kahramanlarımız da dolandırıcılık, yankesicilik vs. gibi maharetleriyle hayatını idame ettiriyor. Yalnız bir gün bulaşmamaları gereken bir adama bulaşıp onun parasını çalınca ve bu nedenle arkadaşlarından biri (yaşlı ve sevimli bir adam) öldürülünce intikam peşine düşüp olağanüstü bir planla işe koyuluyorlar.
Bir kere filmin en önemli unsurları kuşkusuz Redford ve Newman. Butch Cassidy'de aralarında var olan ve bizleri mest eden o elektrik, insanı gülmekten kıran tatlı atışmalar vs. yok belki ama her iki oyuncunun da, seyreden her insanı büyüleyen müthiş bir karizması ve inandırıcılığı var. Sözünü ettiğimiz ilk filmlerinde Paul Newman biraz ön plandaydı ama burada Redford'ı biraz daha öne çıkaran bir senaryo mevcut. Yine de filmin en müthiş sahnesinin Newman'ın sarhoş taklitiyle poker oynadığı sahne olduğunu söylemem gerekiyor (hakkında yazarken bile kendimi gülmekten alamıyorum). Tabii bu iki yıldızın hakkını verirken her biri şahane birer oyun çıkaran tüm o yardımcı oyuncu kadrosunu da es geçmemek gerekiyor. Özellikle Lonnegan rolündeki Robert Shaw'nun filme damgasını vurmayı başardığını söylemek sanırım abartı olmaz.
Bunun yanında senaryonun neredeyse saat gibi işleyen yapısını (ve hâlâ versiyonlarını gördüğümüz müthiş finalini), filme apayrı bir renk katan ve dönemin havasını bire bir solutan muhteşem müziklerini, dönem filmi olması hasebiyle büyük önem arz eden ve kusursuz diyebileceğimiz sanat yönetimini ve çok başarılı görüntü yönetimini de artılar olarak ekleyelim.
Ama elbette asıl maharet filmi yöneten Walter Hill'de. Film için kurduğu epizodik anlatım fikri gerçekten de filmin sanki ayrılmaz bir parçasıymış gibi, başka türlü olmazmış gibi görünen müthiş bir tercih. Aynı zamanda o bölümlerden bir diğerine geçerken sayfaların çevrilmesi, filme çizgi roman havası veren bir başka güzel unsur. Filmin tıkır tıkır işleyen bir temposu var ve oyuncu yönetimleri de Hill'in diğer bütün filmlerinde olduğu gibi çok başarılı.
Filmin, aldığı Oscar'ların hemen hemen hepsini hak ettiğini (film ve yönetmen ödülleri tartışmalı olsa da) söyleyebiliriz. Film ve yönetmen Oscar'ları ise kesinlikle abartılı, zira bu film asla yüksek sanat ihtiva eden bir yapım değil. Sinemanın "iyi vakit geçirtme" misyonunu kusursuz şekilde yerine getiren, Ocean's serisi ya da örneğin Ladykillers ile karşılaştırabileceğimiz lezzetli bir tatlı. Ve iyi ki sadece o yüksek sanat filmleri değil, bunlar da mevcut sinema tarihinde.
1930'lu yılların Büyük Buhran yıllarındayız. Zaten film de, yürüyen bir adamın ayaklarını takip ederken, arka planda işsiz-güçsüz olduğu için sokakta yatan onca insanı tarayarak başlıyor. Tabii herkes yolunu bulmak zorunda; bizim kahramanlarımız da dolandırıcılık, yankesicilik vs. gibi maharetleriyle hayatını idame ettiriyor. Yalnız bir gün bulaşmamaları gereken bir adama bulaşıp onun parasını çalınca ve bu nedenle arkadaşlarından biri (yaşlı ve sevimli bir adam) öldürülünce intikam peşine düşüp olağanüstü bir planla işe koyuluyorlar.
Bir kere filmin en önemli unsurları kuşkusuz Redford ve Newman. Butch Cassidy'de aralarında var olan ve bizleri mest eden o elektrik, insanı gülmekten kıran tatlı atışmalar vs. yok belki ama her iki oyuncunun da, seyreden her insanı büyüleyen müthiş bir karizması ve inandırıcılığı var. Sözünü ettiğimiz ilk filmlerinde Paul Newman biraz ön plandaydı ama burada Redford'ı biraz daha öne çıkaran bir senaryo mevcut. Yine de filmin en müthiş sahnesinin Newman'ın sarhoş taklitiyle poker oynadığı sahne olduğunu söylemem gerekiyor (hakkında yazarken bile kendimi gülmekten alamıyorum). Tabii bu iki yıldızın hakkını verirken her biri şahane birer oyun çıkaran tüm o yardımcı oyuncu kadrosunu da es geçmemek gerekiyor. Özellikle Lonnegan rolündeki Robert Shaw'nun filme damgasını vurmayı başardığını söylemek sanırım abartı olmaz.
Bunun yanında senaryonun neredeyse saat gibi işleyen yapısını (ve hâlâ versiyonlarını gördüğümüz müthiş finalini), filme apayrı bir renk katan ve dönemin havasını bire bir solutan muhteşem müziklerini, dönem filmi olması hasebiyle büyük önem arz eden ve kusursuz diyebileceğimiz sanat yönetimini ve çok başarılı görüntü yönetimini de artılar olarak ekleyelim.
Ama elbette asıl maharet filmi yöneten Walter Hill'de. Film için kurduğu epizodik anlatım fikri gerçekten de filmin sanki ayrılmaz bir parçasıymış gibi, başka türlü olmazmış gibi görünen müthiş bir tercih. Aynı zamanda o bölümlerden bir diğerine geçerken sayfaların çevrilmesi, filme çizgi roman havası veren bir başka güzel unsur. Filmin tıkır tıkır işleyen bir temposu var ve oyuncu yönetimleri de Hill'in diğer bütün filmlerinde olduğu gibi çok başarılı.
Filmin, aldığı Oscar'ların hemen hemen hepsini hak ettiğini (film ve yönetmen ödülleri tartışmalı olsa da) söyleyebiliriz. Film ve yönetmen Oscar'ları ise kesinlikle abartılı, zira bu film asla yüksek sanat ihtiva eden bir yapım değil. Sinemanın "iyi vakit geçirtme" misyonunu kusursuz şekilde yerine getiren, Ocean's serisi ya da örneğin Ladykillers ile karşılaştırabileceğimiz lezzetli bir tatlı. Ve iyi ki sadece o yüksek sanat filmleri değil, bunlar da mevcut sinema tarihinde.
Robben mi? Çüş!
Artık ne yazacağını şaşırdı bu yazılı basın, şimdi de Robben için Fenerbahçe'nin 25 milyon avro teklif etmeye hazırlandığı söyleniyor. Bir kere, Fenerbahçe'nin yabancı kontenjanı dolu. Muhtemelen Edu'nun sözleşmesini askıya alıp (Luciano'ya da yapmışlardı) Lugano ile yeniden anlaşacaklar. Bu durumda yine 8 yabancı olacak kadroda. Zaten bu rakam da başa bela bir durum arz ediyor zira kimin yedek kalacağı sorusu 3-4 bilinmeyenli denklem gibi. Robben konusuna dönmeden önce bu hususa değinelim biraz.
Ben kesinlikle Guiza, Alex ve Roberto Carlos'a (hatta Deivid) kıyılmasından yanayım, zaten aylardır bunları yazıp duruyorum. Guiza, Fener'in kadro yapısına uygun bir forvet değil. İyi niyetine, çalışkanlığına ve içten oyununa tav oluyorduk geçen sezon da, şu yaz aylarında resmen nefret ettirdi kendisinden; artık onlar da gözümüzde yok. Alex deseniz, daha 7 ay önce kulübü kendi internet sitesinden (bir nevi Beşiktaş'a gitmekle) tehdit edip posta koymuş bir terbiyesiz. Ayrıca ne kadar sinsi bir insan olduğunu da, Daum'un kaptanlık ile ilgili olarak yaptığı açıklamalara hemen 1 gün sonra "siz şimdi yanlış anlarsınız" diyerek laf yetiştirmesinden belli. Carlos ile ilgili tek sorun ise, kulübe getirdiği yıllık 7 milyon avro maaş maliyeti. Yoksa fiyatı ucuz olsa 8 yabancıdan biri olarak kalmasında bir sakınca olmazdı. Zaten ben Andre Santos'un (geçen gün 90 dakika Cruzeiro maçını bir kez daha seyrettikten sonra) sol bekte daha verimli olacağını düşünüyorum. Carlos'un önünde oynarsa birbirlerinin alanını kapatacak tipte oyuncularmış gibi geliyor bana, oynarlarsa görürüz.
Fenerbahçe senelerden beri 4411 sistemi ile oynuyor, bilindiği gibi. Dünyadaki takımların çoğu ise 433'e doğru bir eğilim hâlinde. Fener'in kadro yapısına baktığımızda bir an için Alex'in olmadığını düşünsek, 3'lü forvetin kanatlarında oynayabilecek Kâzım, Deivid ve Özer var. Orta sahada ise Topuz, Cristian, Emre şeklinde (bence) kusursuz bir üçlü görüyoruz. Alex olduğunda orta saha mecburen 2 kişiden oluşuyor, kendisi de savunmaya hiç yardım etmediği için defans konusunda hep 1 kişi eksik kalıyor takım.
Yani, bunca tantana ve transfere rağmen Fener'in kadrosu hâlâ sorunlu. Bu yüzden bu Robben söylentileri keşke gerçek olsa. Robben muhtemelen gelmez, hatta kulübün böyle bir niyeti olduğunu da sanmıyorum ama 3'lü forvetin her iki kandında da oynayabilen o tipte bir oyuncu alınıp da Alex ve Guiza gönderilse muazzam bir takım olurdu Daum'un elinde. Ama şimdi Alex'in bütün karakterini yansıttığı, uyuşuk ve vurdumduymaz bir ekip izlemeye devam edeceğiz. Maçlar başlasın, daha net şekilde görürüz.
Not: Geçenlerde Brezilyalıların alınması ile ilgili yazıda "... orta saha, önlerinde Alex ve ileride Semih şeklinde şahane bir takım olacağından" dem vurmuştum ama blogu takip edenler bilir ki bu, "mevcut şartlarda" olabilecek bir şahanelik. Yoksa 1 senedir bazı arkadaşların "hayal kuruyorsun" dediği şey; Alex, Carlos, Deivid, Edu gibilerinin olmadığı bir takım; evet, hayalim bu. Ama olmayacaksa da, olanla yetineceğiz.
Ben kesinlikle Guiza, Alex ve Roberto Carlos'a (hatta Deivid) kıyılmasından yanayım, zaten aylardır bunları yazıp duruyorum. Guiza, Fener'in kadro yapısına uygun bir forvet değil. İyi niyetine, çalışkanlığına ve içten oyununa tav oluyorduk geçen sezon da, şu yaz aylarında resmen nefret ettirdi kendisinden; artık onlar da gözümüzde yok. Alex deseniz, daha 7 ay önce kulübü kendi internet sitesinden (bir nevi Beşiktaş'a gitmekle) tehdit edip posta koymuş bir terbiyesiz. Ayrıca ne kadar sinsi bir insan olduğunu da, Daum'un kaptanlık ile ilgili olarak yaptığı açıklamalara hemen 1 gün sonra "siz şimdi yanlış anlarsınız" diyerek laf yetiştirmesinden belli. Carlos ile ilgili tek sorun ise, kulübe getirdiği yıllık 7 milyon avro maaş maliyeti. Yoksa fiyatı ucuz olsa 8 yabancıdan biri olarak kalmasında bir sakınca olmazdı. Zaten ben Andre Santos'un (geçen gün 90 dakika Cruzeiro maçını bir kez daha seyrettikten sonra) sol bekte daha verimli olacağını düşünüyorum. Carlos'un önünde oynarsa birbirlerinin alanını kapatacak tipte oyuncularmış gibi geliyor bana, oynarlarsa görürüz.
Fenerbahçe senelerden beri 4411 sistemi ile oynuyor, bilindiği gibi. Dünyadaki takımların çoğu ise 433'e doğru bir eğilim hâlinde. Fener'in kadro yapısına baktığımızda bir an için Alex'in olmadığını düşünsek, 3'lü forvetin kanatlarında oynayabilecek Kâzım, Deivid ve Özer var. Orta sahada ise Topuz, Cristian, Emre şeklinde (bence) kusursuz bir üçlü görüyoruz. Alex olduğunda orta saha mecburen 2 kişiden oluşuyor, kendisi de savunmaya hiç yardım etmediği için defans konusunda hep 1 kişi eksik kalıyor takım.
Yani, bunca tantana ve transfere rağmen Fener'in kadrosu hâlâ sorunlu. Bu yüzden bu Robben söylentileri keşke gerçek olsa. Robben muhtemelen gelmez, hatta kulübün böyle bir niyeti olduğunu da sanmıyorum ama 3'lü forvetin her iki kandında da oynayabilen o tipte bir oyuncu alınıp da Alex ve Guiza gönderilse muazzam bir takım olurdu Daum'un elinde. Ama şimdi Alex'in bütün karakterini yansıttığı, uyuşuk ve vurdumduymaz bir ekip izlemeye devam edeceğiz. Maçlar başlasın, daha net şekilde görürüz.
Not: Geçenlerde Brezilyalıların alınması ile ilgili yazıda "... orta saha, önlerinde Alex ve ileride Semih şeklinde şahane bir takım olacağından" dem vurmuştum ama blogu takip edenler bilir ki bu, "mevcut şartlarda" olabilecek bir şahanelik. Yoksa 1 senedir bazı arkadaşların "hayal kuruyorsun" dediği şey; Alex, Carlos, Deivid, Edu gibilerinin olmadığı bir takım; evet, hayalim bu. Ama olmayacaksa da, olanla yetineceğiz.
23 Temmuz 2009 Perşembe
Deco G.Saray'a?
Geçenlerde NTVSpor'daki programda Mehmet Demirkol üstü kapalı bu transfer girişiminden bahsetmişti. Şimdi de İngilizler yazıyor. Deco'nun yedek kalmasının neredeyse kesin olduğu Chelsea'den ayrılmak istemesi çok normal, zira gelecek yaz Dünya Kupası var ve sezon boyu banko oynayacağı bir takıma gitmek istiyor. G.Saray'da ne var peki? Bir kere Rijkaard var, eski hocası ve saygı duyduğu bir isim. Artı, dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan bir şey, vergisiz maaş var. Başka ülkede aldığı brüt avroları burada net olarak alacak, nereden baksanız 3.5 verir G.Saray. Ve düşünüyorum da, 4-3-3 olarak dizersek; Leo Franco - Neill, Zan, Servet, Balta - Deco, Topal, Ayhan - Keita, Baros, Arda şeklinde bir G.Saray takımı ligin de, Avrupa Ligi'nin de tozunu atabilir. Marco Aurelio'nun da G.Saray ile kesin olarak anlaştığı ve Tahkim'in kararını beklediği söyleniyor. G.Saray taraftarları için muazzam, Beşiktaş ve Fenerliler için endişe verici gelişmeler bunlar :)
Keirrison Barça'da
Palmeiras takımının 21 yaşındaki genç forveti Keirrison, 14 milyon avro karşılığında Barcelona'ya transfer oldu. Barcelona'da gerçek bir uç oyuncusu yedeği yoktu zaten. Aslında Gudjohnsen buranın adamı olduğu halde, onu yıllardır orta sahanın sol içi olarak kullanıyor Katalanlar. Forvetin en önünde ise zaman zaman Krkic, hatta birkaç maç Hleb bile oynadı! Keirrison ise gerçek bir forvet oyuncusu; inanılmaz yetenekli ve golcü. Kariyerinde lig ve Libertadores olmak üzere 50 maça çıkmış ve (4'ü penaltıdan) 32 gol, 5 asist üretmiş. Barcelona Ibrahimovic'i alıyor ama bu çocuğu da (ilk 11 oynatmasa da) harcamayacaktır. Zaten yılda 55-60 maç oynuyorlar, mutlaka kendini gösterecek fırsatı bulur. Ne bileyim, belki Henry gibi açık oyuncusu yaparlar ondan. Ya da söylendiği gibi, kiraya verirler.
22 Temmuz 2009 Çarşamba
Yeni formalar
Fenerbahçe'nin yeni sezonda giyeceği formalar belli oldu. Çubuklu formadan (beyaz veya lacivert şort ile) tabii ki vazgeçilmez ama onun dışında açık ve koyu renk olarak seçilen iki tasarım gerçekten de güzel. Bir önceki yıl ilk kez giyilen sarı-beyaz (kulübün ilk renklerine yapılan bir vurgu) çubuklu formanın tasarımı geliştirilmiş. Ama zannımca (ki pek çok kişi aynı görüşte olsa gerek) dev bir Fenerbahçe logosunun belli-belirsiz yer aldığı ve muhteşem bir lacivertin hâkim olduğu koyu renk forma en güzeli. Hayırlara vesile olması ümidiyle...
1991'in en iyi 5 filmi
Sinema tarihinin (tabii bana göre) en muazzam yıllarından biriydi 1991. O zamanlar 14 yaşında olan bizler için hayattaki en önemli şey Terminator serisinin ikinci filmiydi elbette. İzmir'de Şan sinemasının sokağından taa Konak sinemasına kadar neredeyse 250 metrelik bilet kuyruğu oluşmuştu bu film için. Şimdi bakıldığında sinema tarihinin en iyi "ikinci filmlerinden" biri olarak hâlâ saygı görüyor ve ayrıca aksiyon sinemasının gidişatını değiştiren yapımlardan biri olarak mihenk taşı özelliğini muhafaza ediyor The Judgement Day.
Ama yıllar ilerleyip sinema ile ilgili beğeni kriterlerimiz değiştikten sonra o yaşlarda yüzüne bile bakmayacağımız inanılmaz başyapıtların da aynı yıl çekildiğini fark etmemiz kaçınılmaz oldu. Şimdi bakıyorum da, sinema tarihinin en iyi 10 filmi listeme aldığım muhteşem Barton Fink, ve ayrıca 90'lı yılların en iyi 10 filmi listeme aldığım Raise the Red Lantern ve All Mornings of the World filmleri de 1991 yılının unutulmaz filmleri listesinde başı çekiyor. Aynı zamanda bugün bile ürkütücü özelliğini koruyan, 5 majör dalda Oscar kazanan 3 filmden biri olan Kuzuların Sessizliği ile John Singleton'ın kariyer zirvesi Boyz 'N the Hood da öyle. Kişisel listem şu şekilde, elbette herkesinki kendinedir:
1. Barton Fink (10)
Joel Coen
2. All Mornings of the World (10)
Alain Corneau
3. Raise the Red Lantern (10)
Zhang Yimou
4. Terminator 2: The Judgement Day (9)
James Cameron
5. Boyz 'N the Hood (9)
John Singleton
Diğer: The Fisher King (8), JFK (8), Delicatessen (8), Europa (8), Silence of the Lambs (7), A Scene at the Sea (7), Beauty and the Beast (7)
Görmediklerim: Heart and Darkness: A Filmmaker's Apocalypse, Pappa ante Portas, La double vie de Véronique, Urga
Ama yıllar ilerleyip sinema ile ilgili beğeni kriterlerimiz değiştikten sonra o yaşlarda yüzüne bile bakmayacağımız inanılmaz başyapıtların da aynı yıl çekildiğini fark etmemiz kaçınılmaz oldu. Şimdi bakıyorum da, sinema tarihinin en iyi 10 filmi listeme aldığım muhteşem Barton Fink, ve ayrıca 90'lı yılların en iyi 10 filmi listeme aldığım Raise the Red Lantern ve All Mornings of the World filmleri de 1991 yılının unutulmaz filmleri listesinde başı çekiyor. Aynı zamanda bugün bile ürkütücü özelliğini koruyan, 5 majör dalda Oscar kazanan 3 filmden biri olan Kuzuların Sessizliği ile John Singleton'ın kariyer zirvesi Boyz 'N the Hood da öyle. Kişisel listem şu şekilde, elbette herkesinki kendinedir:
1. Barton Fink (10)
Joel Coen
2. All Mornings of the World (10)
Alain Corneau
3. Raise the Red Lantern (10)
Zhang Yimou
4. Terminator 2: The Judgement Day (9)
James Cameron
5. Boyz 'N the Hood (9)
John Singleton
Diğer: The Fisher King (8), JFK (8), Delicatessen (8), Europa (8), Silence of the Lambs (7), A Scene at the Sea (7), Beauty and the Beast (7)
Görmediklerim: Heart and Darkness: A Filmmaker's Apocalypse, Pappa ante Portas, La double vie de Véronique, Urga
Hamit yine gol attı
Fenerbahçe'nin almak için büyük çaba sarf ettiği (bence dünyadaki en iyi Türk futbolcu olan) Hamit Altıntop, kendisini kadroda düşünmediğini açıkça söyleyen teknik direktörünün gözüne girebilme umuduyla kadroda bir süre daha kalmayı tercih etmişti. Bunun üzerinden kısa bir süre geçti ve Hamit yavaş yavaş kendini göstermeye devam ediyor. Önce bölgesel bir takımla oynanan ilk maçta bir gol attı. Akabinde Almanya Kupası'ndaki Schalke maçında 2 asist yapmayı, arkasından takımının 10-0 kazandığı Stuttgart Kickers karşılaşmasında da 1 gol atmayı başardı Altıntop. Gelecek yaz kontratı bitecek ve o, daha fazla para kazanabileceği bu tür bir "free" transfer yapmayı daha çok istiyor. Tabii en çok istediği şey Bayern'de sürekli forma giyen bir oyuncu olmak ama o şimdilik biraz zor görünüyor. Bütün bu parlak performanslarına rağmen Van Gaal onu hâlâ göndermek isterse, dünya üzerinde en yüksek parayı Fener teklif edecektir. Ağustos ortasında belli olur bu işin rengi.
21 Temmuz 2009 Salı
Muhteşem bir Lyon
Lyon, bu sezon yaptığı transferlere inanılmaz paralar harcayarak şahane bir kadro kurdu. Yıllar boyu Fransa liginin tozunu attığı halde asıl hedefi olan continental başarılara asla ulaşamayan takım, motivasyonunu iyice yitirdiği geçen yıl lig şampiyonuluğunu da kaybetmişti. Geçen sene içinde çok maharetli ama sorunlu forveti Fred'i, sezon sonunda da süper yıldızı Benzema'yı gönderen Lyon, Lisandro Lopez başta olmak üzere bu yaz yaptığı transferlere 53 milyon pound ödeyerek hedeflerinin yüksek olduğunu gösterdi. Şöyle bir baktığımız zaman Lyon'un ilk 11'i şu şekilde:
Lyon (4-2-3-1): Lloris - Clerc, Cris, Boumsong, Cissokho - Makoun, Toulalan - Ederson, Bodmer, Bastos - Lopez.
Yedek olarak ise direkt ilk 11'i zorlayacak Revelliere, Mensah, Grosso, Kallström, Govou, Pjanic, Piquionne, Delgado ve Mounier gibi kaliteli oyuncular mevcut. Bu sezon ilk 11'e yaptığı nokta diye tabir edebileceğimiz transferler sonucu aldığı 3 oyuncu ile şampiyonluğun en büyük adayı olduğu gibi, Şampiyonlar Ligi'nde de çeyrek finali zorlayacaklardır.
Lyon (4-2-3-1): Lloris - Clerc, Cris, Boumsong, Cissokho - Makoun, Toulalan - Ederson, Bodmer, Bastos - Lopez.
Yedek olarak ise direkt ilk 11'i zorlayacak Revelliere, Mensah, Grosso, Kallström, Govou, Pjanic, Piquionne, Delgado ve Mounier gibi kaliteli oyuncular mevcut. Bu sezon ilk 11'e yaptığı nokta diye tabir edebileceğimiz transferler sonucu aldığı 3 oyuncu ile şampiyonluğun en büyük adayı olduğu gibi, Şampiyonlar Ligi'nde de çeyrek finali zorlayacaklardır.
Holosko zam istiyor
Beşiktaş'ta Nobre'ye verilen 2.4, Ferrari'ye 2.5 milyon avroluk yıllık ücretlerin ardından, 900 bine oynayan Tello isyan bayrağı açıp %67 gibi uçuk bir zam alarak ücretini 1.5 milyon avroya çıkarmıştı. Şimdi de Nobre'den iki kat yetenekli olduğu halde (hatta bence takımın en değerli oyuncusu olmasına rağmen) Nobre'nin üçte biri maaşa (800 bin) oynayan Holosko zam istiyormuş. Muhtemelen onun maaşı da 1.5 milyona çıkartılacak. Burada önemli olan şey, Beşiktaş'ın kifayetsizlik abidesi yönetiminin bir stopere (o stoper Nesta, Terry ya da Carragher olmadığı halde!) takımdaki en yüksek maaşı vererek tüm dengeleri alt-üst etmesi. Yani şampiyon bir takımın huzurunu kaçırmak için bundan daha zekâ yoksunu bir hamle yapılamazdı. Bu iş Holosko'yla da bitmeyecektir.
UEFA'daki sıralama
Uefa, özellikle kura çekimlerinde ve seviye belirleme aşamasında, son 5 sezonda toplanan puanlara bakıyor, bilindiği gibi. Ama burada çok dikkat çekici bir şey var: Uefa Kupası'nda (UK) ya da Şampiyonlar Ligi'nde (ŞL) oynadığınız herhangi bir maçın, o maçta alınan puan açısından hiçbir farkı yok. Hatta ve hatta, UK ön elemesinde oynadığınız bir maçta aldığınız puan ile ŞL finalinde aldığınız maç puanı aynı. Bence bu çok saçma. Nasıl bir sonuç doğuruyor peki? Yıllardan beri ŞL'nin kapısından bile girememiş AZ Alkmaar takımı, UK'nda topladığı puanlar yüzünden senelerce ilk 15'te dolandı durdu ve nihayet o sezonlar son 5 sezondan silinince şimdi aşağılara düştü. Fenerbahçe 2 sezon önce ŞL'nde çeyrek final oynadı, bilindiği gibi. Bence UK'nda "şampiyon olmaktan" çok çok daha zor bir şey bu. Türk futbol tarihinin en büyük sportif başarısı da bence, G.Saray'ın 2001 yılında oynadığı çeyrek finaldir (2 ayrı gruptan çıktığı için o daha zordu). İkincisi de Fenerbahçe'ninkidir. G.Saray'ın Uefa Şampiyonluğu daha sonra gelir, bu benim görüşüm. Ama Uefa'da nasıl oluyor? Fenerbahçe çeyrek final oynadığı ve orada elendiği yıl toplam 18.9500 puan almış. Peki UK'nı (kazanmayı bıraktım) finalde kaybeden Werder geçen sezon kaç puan almış dersiniz? 24.5374! Ve bu yıl bir bakıyoruz, geçen sene 19. sırada olan Werder, bir anda kendini Avrupa sıralamasında 9. sırada bulmuş! Buradan ne çıkıyor? Fenerbahçe'nin, eğer önümüzdeki yıllarda ŞL'ne direkt girmek istiyorsa, seri başı olmak istiyorsa, torba olarak bir üst seviyeye çıkmak istiyorsa bir-iki sene UK'nda yarı final falan görmesi lâzım (aynı şey her takım için geçerli). Şu anda, bir Türk takımının hayal etmekte zorlanacağı 32. basamakta olan Fenerbahçe, örneğin bu sene UK'nda final oynayıp kaybetse gelecek sene kendisini bir anda (tahmini) 15 ile 23. basamaklar arasında bir yerde bulacak. Bu yüzden UK'na, ŞL'ni düşünerek gerekli ihtimamı her şekilde göstermek gerekiyor.
20 Temmuz 2009 Pazartesi
Fener'den nokta transferler
Fenerbahçe durdu durdu ve sonunda bombaları patlattı: Corinthians'tan 26 yaşındaki ön libero Cristian ve aynı takımdan yine 26 yaşındaki sol kanat oyuncusu Andre dos Santos. Maliyetleri belli değil ama yaşlarına ve özellikle de mevkilerine bakınca son derece yerinde transferler olduğunu söylemek mümkün.
Cristian'ın oyun yapısı olarak Selçuk'tan çok bir fazlası olmadığını okuyoruz, kendisi hakkındaki yazılarda. Ben aslında böyle olmasına seviniyorum zira Selçuk'un da bu takımda forma şansının bulunmasını, artı bir unsur olarak görüyorum. Sonuçta hangi mevki olursa olsun rekabet mutlaka olmalı orada. Poulsen gelseydi kötü bile oynasa o oynayacak, Selçuk da çürüyüp gidecekti. Ama şimdi Cristian forma için, yetenekleri kısıtlı da olsa özverili ve çalışkan bir oyuncuyla rekabet etmek zorunda.
Cristian savunmanın önünü iyi kapatan, defanstan sırtı dönük aldığı topları Emre ve Alex'e aktaracak bir kesici, anladığımız kadarıyla. Yan toplarda Selçuk kadar iyi midir, önce onu merak ediyorum. Pres zamanlaması dediğimiz şey de çok önemli ve ben Brezilyalı 26 yaşında bir ön liberodan en çok bunu bekliyorum. Selçuk bu zamanlama hataları yüzünden çok kart gördü senelerden beri.
Andre dos Santos ise aynı takımın sol kanat oyuncusu. Hem bek, hem de açık olarak oynayabiliyor ve Brezilya millî takımının da sol beki aynı zamanda. Uğur Boral gibi senede 2 asist yapan bir oyuncunun yerine yetenekli, süratli, teknik bir oyuncu geliyor. Orta saha Topuz, Cristian, Emre ve dos Santos şeklinde olacak. Önlerinde Alex ve ileride Semih. Ben Guiza'nın kalacağına hâlâ inanmak istemiyorum. Bu hâliyle, bir de stoper gelirse şahane bir takım ortaya çıkacak. Hayırlısı...
Cristian'ın oyun yapısı olarak Selçuk'tan çok bir fazlası olmadığını okuyoruz, kendisi hakkındaki yazılarda. Ben aslında böyle olmasına seviniyorum zira Selçuk'un da bu takımda forma şansının bulunmasını, artı bir unsur olarak görüyorum. Sonuçta hangi mevki olursa olsun rekabet mutlaka olmalı orada. Poulsen gelseydi kötü bile oynasa o oynayacak, Selçuk da çürüyüp gidecekti. Ama şimdi Cristian forma için, yetenekleri kısıtlı da olsa özverili ve çalışkan bir oyuncuyla rekabet etmek zorunda.
Cristian savunmanın önünü iyi kapatan, defanstan sırtı dönük aldığı topları Emre ve Alex'e aktaracak bir kesici, anladığımız kadarıyla. Yan toplarda Selçuk kadar iyi midir, önce onu merak ediyorum. Pres zamanlaması dediğimiz şey de çok önemli ve ben Brezilyalı 26 yaşında bir ön liberodan en çok bunu bekliyorum. Selçuk bu zamanlama hataları yüzünden çok kart gördü senelerden beri.
Andre dos Santos ise aynı takımın sol kanat oyuncusu. Hem bek, hem de açık olarak oynayabiliyor ve Brezilya millî takımının da sol beki aynı zamanda. Uğur Boral gibi senede 2 asist yapan bir oyuncunun yerine yetenekli, süratli, teknik bir oyuncu geliyor. Orta saha Topuz, Cristian, Emre ve dos Santos şeklinde olacak. Önlerinde Alex ve ileride Semih. Ben Guiza'nın kalacağına hâlâ inanmak istemiyorum. Bu hâliyle, bir de stoper gelirse şahane bir takım ortaya çıkacak. Hayırlısı...
Ayrıksı bir vampir filmi
2007 İsveç yapımı "Låt den rätte komma in" (Gir Kanıma) bir kez görenin kolay kolay aklından çıkmayacak bir film. Bir kere bir vampir hikâyesi anlatıyor oluşu onu fazlasıyla çekici kılıyor. Bunun yanında İsveçli bir yönetmenin elinden çıkma, bu ülkeyle ilgili filmlerde (şayet gördüysek) gördüklerimizden ya da görebileceğimizden çok farklı bir manzara sunarak Avrupa'nın en yüksek intihar oranına sahip bu en refah ülkesinin karanlık sokaklarını, soğuk iklimini ve belki de daha soğuk insanlarını son derece başarılı bir şekilde yansıtıyor. Ama en önemlisi çocukların gözünden anlatılan bir film olarak 12 yaşında iki çocuğun derin aşk öyküsünü seyrediyoruz. Tüm bu birbiriyle alâkasız unsurları alıp sonunda bu kadar etkili/vurucu bir iş ortaya çıkarmak, başlı başına büyük bir yetenek ister.
Bir vampir filminden ne bekleriz? Boyunları ısıran, yüzyıllardır yaşayan, inanılmayacak kadar yüksek bir çekiciliği olan, sarımsak-kutsal su-güneş ya da kalbine saplanan bir kazıkla ölebilecek bir vampir... Film öncelikle bu konuda bilinenleri ve bu bilinenler doğrultusundaki olası beklentileri sonuçsuz bırakarak olağanüstü bir şey yapıyor kanımca. Filmde sadece tek bir vampir görüyoruz, o da 12 yaşında tüy gibi hafif ve minicik bir kız çocuğu. Sadece 12 yaşında asosyal bir sünepenin ilgisini çekebilecek bir cazibesi var ve de zaten öyle oluyor. Yaşamak için ihtiyaç duyduğu kan dışında hiçbir şey düşünmeyen, "kötü" herhangi bir şeyle ilgisi olmayan munis bir yaratık.
Ayrıca kurbanları arasında ölmeyen bir tanesinin (hastanedeki kadın) seyrettiğimiz bütün vampir filmlerinde olduğu gibi kana susamış bir başka vampire dönüşmeyip direkt olarak ölmeyi isteyecek kadar his sahibi kalabilmesi, filmin bu konudaki bir başka "yeniliği". Aynı şekilde izinsiz şekilde bir yere girildiğinde beyne hücum eden kan da öyle... Filmin bu gibi ayrıntılarla dâhil olduğu türe yeni bir şeyler de eklemeye çalıştığını (ve bu çabayı eline-yüzüne bulaştırmadığını) görmek, ziyadesiyle sevindirici.
Çocukların aşkını anlatan (ya da buna soyunan) bir filmden ne bekleriz? Film burada da olası beklentilerin ya da mevcut ezberlerin tam aksi istikametinde ilerliyor ve iki çocuğun aşkını "iki erkek çocuğu arasında" yaşatarak hepimizi ters köşeye yatırıyor. Bunlardan biri vampir olduğu için yeterince ilginç ve "beklenmedik/sıra dışı" bir öykü söz konusu zaten.
Filmin sahip olduğu bu erdemlerin, uyarlandığı kitaptan kaynaklandığı söylenebilir ve bu haklı bir yargı kuşkusuz. Ama genç yönetmen Tomas Alfredson, kitabı görselleştirirken neredeyse kusursuza yakın bir iş ortaya koymuş, bunu da teslim etmek gerekir. Öncelikle yazının başında belirttiğim "İsveç atmosferi" fazlasıyla ilgi çekici ve filmin hemen hemen tüm sahneleri kasveti ile insanı oldukça etkiliyor. Bunun yanında film için tercih ettiği oldukça ağır tempo da, taşıdığı riske ve böylesi bir filmde aslında akla bile gelmeyecek bir seçim olmasına rağmen, neticede hikâyeye hizmet ettiğini ve ne kadar isabetli olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Ayrıca bu kadar vahşet içeren bir öyküden bu kadar duygusal bir netice elde edebilmek, seyirciye bu duyguyu geçirebilmek de kanımca büyük bir başarı. Yönetmenin kısıtlı bütçeye rağmen görsellik yaratma konusundaki yeteneğini ortaya koyan etkileyici sahneler ise çoktan görenlerin aklına kazınmış durumda: Hastane duvarına tırmanma, sokakta yapılan infaz, hastanede yanan kadın, Eli'nin eve izinsiz girdiğinde geçirdiği kanama ve elbette muhteşem güzellikteki havuz sahnesi...
Eli'nin babası zannettiğimiz adamın aslında Oskar gibi çocukluğundan beri ona âşık olan biri olduğunu keşfetmek, Oskar'ın da aynı akıbete uğrayacak olduğunu bile bile trene binip aşkının peşinden gitmesi, bu kadar güzel bir filme (sahte bir mutlu son olan) muhteşem bir final ekliyor. Bize de, Alfredson'un yeni işlerini merakla beklerken, yıllar geçtikçe değeri daha da artacak olan bu güzide filmin kıymetini bilmek kalıyor.
Bülent Uygun sus artık!
Geçen yıldan beri Bülent Uygun'un Sivas takımında yaptığı işleri kendi meşrebimizce övüp duruyoruz buradan. Bildiğimiz kadarıyla dünyaya bakışı, politik görüşü vs. uzak-yakınımızdan geçmemesine rağmen bunları bir kenara bırakarak yapıyoruz bunu. Ama o ne yapıyor? Yarattığı takımı analiz edip, nasıl bugünlere geldiğini gözden geçirip daha ileriye taşımaya çalışırken bir yandan da bu ülkede fevkalade eksik olan tevazu, sebat ve sükût ile kendisini izleyenlerin gözünde daha fazla büyüyeceğine; mütemadiyen "kendi takımı dışında" bir şeyler yaparak ya da söyleyerek gündeme geliyor. Şehitler için yapılan saygı duruşunda asker selamı verip gözyaşları döküyor, seyredenlerin yüzde doksanının, bunun bir gösteriş olduğunu düşüneceğini akıl edemiyor mu, bilmiyorum. Sonra Mehmet Yıldız'ın transferi hakkında bir öyle, bir böyle konuşuyor. "İstanbul'da Laila var, Sivas'ta 'la ilahe ilallah'" gibi zekâ yoksunu bir demecinin ardından, "5 yeriz, 6 yemeyiz; 7 yeriz, 8 yemeyiz" gibi, Fatih Terim'inkileri bile aşan bir züppelik ve akıl noksanlığıyla dolu, abuk sabuk bir başka demeç veriyor. "Şampiyon biziz, birinciyi bilemem" deyip kameralara sırıtıyor, hem de daha lig bitmemişken. Sonra bu seneye geliyoruz, geçen günkü PSV maçında canlı yayında (hakem ne olursa olsun, embesil bile olsa) TRT kameralarına "embesil hakem" diyor. Şimdi duyduğuma göreyse Fener'in Arda'ya yaptığı teklif ile ilgili olarak "geçen sene bizim Mehmet'in aklını çelmişti G.Saray, oyuncumuzu bitirmişti; bakalım Arda şimdi nasıl oynayacak" diyor. Yahu artık sussana sen be adam... Mehmet Yıldız ile Arda'yı nasıl aynı kefeye koyarsın yahu? Mehmet İstanbul'a gelmenin, tüm hayallerini gerçekleştirmenin, para içinde yüzüp gönlünce seks yapmanın hayalini kurabilir (genç ve kuvvetli bir insan için gayet normaldir) ve bu yüzden İstanbul takımından gelen bir teklif onu sersemletebilir. Ama Arda ilk günden beri onların içinde yaşıyor zaten! Paraya gelince, Fener'in ona vereceği paraya yakın bir parayı zaten kazanıyordur şimdi, 600 bin liraya Aston Martin aldı adam daha yeni. Yani ne mental, ne de maddesel olarak bu tekliften Mehmet gibi/kadar etkilenmesi mümkün değil. Ama Uygun'un bunları düşünerek konuştuğunu, hatta genelde düşünerek konuştuğunu sanmıyorum. Gel gelelim, artık susması, işini yapması gerektiği de âşikâr.
Huzur içinde yat Vedat Okyar
Yazılarını hiç sevemediğim, görüşlerinin çoğunluğuna katılmadığım ama insanlığına hayran olduğum bir Beşiktaş emekçisi daha (Kâzım Kanat'tan sonra) göçtü bu dünyadan. Sevgi ve saygının artık kayıplara karıştığı futbol ortamımızda kalan son sevgi adamlarından biriydi Okyar. Hiçbir falsosunu görmediğimiz ender bab-ı âli insalarından da biriydi aynı zamanda. Ailesine sabır, kendisine de ebedî istirahatinde huzur diliyorum.
Bonservisi elinde takım arayanlar
Şu aralar, geçen yılki kulübüyle kontratı bittiği için serbest kalan ve hâlâ herhangi bir takımla anlaşmamış öyle oyuncular var ki, insan bazılarına şaşırmadan edemiyor. Guiza'dan 4 yaş büyük olan ve 33 yaşında olmasına rağmen ondan çok daha iyi oyuncu olduğuna inandığım (Fener için de çok daha uygun "tipte" olduğunu söylemeye gerek görmediğim) Fernando Morientes mesela... Buyrun listeye bir de siz bakın:
-Diego Lugano (29)
-Fernando Morientes (33)
-Julio Cruz (35)
-Marko Pantelic (30)
-Edu (30) [Eski Betis'li]
-Venegoor of Hesselink (30)
-Lucas Neill (31)
-Camel Meriem (30)
-Julian De Guzman (28)
-Modeste M'Bami (27)
-Boudewijn Zenden (33)
-Cristian Panucci (36)
-Michael Ball (30)
-Rabiu Afolabi (29)
-Necati Ateş (29)
-Jean-Claude Darcheville (34)
-Peter Løvenkrands (29)
-Tarik Sektioui (32)
-Mark Viduka (34)
-Santiago Ezquerro (33)
-Brian Bergougnoux (27)
-Diego Lugano (29)
-Fernando Morientes (33)
-Julio Cruz (35)
-Marko Pantelic (30)
-Edu (30) [Eski Betis'li]
-Venegoor of Hesselink (30)
-Lucas Neill (31)
-Camel Meriem (30)
-Julian De Guzman (28)
-Modeste M'Bami (27)
-Boudewijn Zenden (33)
-Cristian Panucci (36)
-Michael Ball (30)
-Rabiu Afolabi (29)
-Necati Ateş (29)
-Jean-Claude Darcheville (34)
-Peter Løvenkrands (29)
-Tarik Sektioui (32)
-Mark Viduka (34)
-Santiago Ezquerro (33)
-Brian Bergougnoux (27)
19 Temmuz 2009 Pazar
Lucas Neill biçilmiş kaftan
Haber kaynaklarında serbest oyuncu konumundaki Avustralyalı bek Lucas Neill'ın G.Saray'a yakın olduğu söyleniyor. Adeta sağ bek olmak için doğmuş bu oyuncuyu alırsa G.Saray turnayı gözünden vurmuş olacak. Hem tecrübeli, hem lider karakterli, hem kazanma arzusuyla dolu hem de müthiş bir profesyonel Neill. Senelerden beri Premier League'in tozunu yutması da ayrı bir artısı.
Daha 17 yaşındayken Milwall tarafından Ada'ya getirilen ve 2001'de Blackburn'e satılan Neill, burada 5.5 yıl oynadıktan sonra 2007 başında West Ham'a transfer olmuştu. Bu takımda 2.5 sezonda 80'in üzerinde maçta forma giydi ve taraftarların en sevdiği isimlerden biri oldu. Geçen sezon sonunda sözleşmesi bitince kulübüyle anlaşamadı ve serbest kaldı. 31.5 yaşındaki oyuncu o kadar profesyonel ve disiplinli ki, şu andaki performansı ile daha 3-4 yıl rahatlıkla oynayabilir. Kanat savunması denen şeyin, ters kademenin vs. kitabını yazabilecek kadar mâhir bir oyuncu. G.Saray taraftarının çoğunluğunun nefret ettiği Sabri'den kurtulmanın da reçetesi aynı zamanda.
Daha 17 yaşındayken Milwall tarafından Ada'ya getirilen ve 2001'de Blackburn'e satılan Neill, burada 5.5 yıl oynadıktan sonra 2007 başında West Ham'a transfer olmuştu. Bu takımda 2.5 sezonda 80'in üzerinde maçta forma giydi ve taraftarların en sevdiği isimlerden biri oldu. Geçen sezon sonunda sözleşmesi bitince kulübüyle anlaşamadı ve serbest kaldı. 31.5 yaşındaki oyuncu o kadar profesyonel ve disiplinli ki, şu andaki performansı ile daha 3-4 yıl rahatlıkla oynayabilir. Kanat savunması denen şeyin, ters kademenin vs. kitabını yazabilecek kadar mâhir bir oyuncu. G.Saray taraftarının çoğunluğunun nefret ettiği Sabri'den kurtulmanın da reçetesi aynı zamanda.
Savaş karşıtı filmlerin hası
Yönetmen Elem Klimov'un 1985 yılında çektiği Idi i Smotri (Gel de Gör...), sinema tarihinde savaş (ve ayrıca faşizm) denen vahşetin en kusursuz şekilde yansıtıldığı filmlerden biri, hatta birincisi diyebiliriz. Hollywood'dakiler başta olmak üzere şimdiye kadar yapılmış ve savaş karşıtı olduğu iddiasında olan yüzlerce filmin (bir anlamda) foyasını ortaya çıkaran yapım, söz konusu filmlerden alıştığımız hiçbir klişeye yüz vermez: Ne gençleri (ya da genel olarak insanları) "faşist" düşmana karşı savaşmak için yüreklendiren duygusal ya da milliyetçilik kokan konuşmalar görürüz; ne (bizzat savaş durumunun söz konusu olmasından ötürü buna son derece müsait bir ortam varsa da) herhangi bir kahramanlık ya da cesaret gösterisi; ne de seyirciye hamaset dolu duygulanma anları yaşatan herhangi bir sahne. Gördüğümüz şey kelimenin tam anlamıyla bir kâbustur. Faşizm eleştirisinden öte, savaş söz konusu olduğunda "kazanan" hiçkimsenin asla var olamayacağını gösteren bir kâbus.
Film büyük ölçüde genç bir erkeğin, Belarus'ta bir köyden, II. Dünya Savaşı esnasında faşistlere karşı savaşan yoldaşlarına katılmak üzere (ve annesinin şiddetli muhalefeti ve isyanına rağmen) ayrılan Floria'nın gözünden anlatılır. Bu genç, katıldığı birliğin şiddetli bomba saldırısı altında kalmasıyla sağır olur, birliğinden ayrı düşer ve köyüne döner. Köyün en az yarısının (annesi ve iki küçük [ikiz] kız kardeşi dâhil) öldürülerek cesetlerinin istiflendiğini görür ve bundan sonra aklını yitirmenin sınırlarında oradan oraya amaçsızca sürüklenir. En sonunda bir başka köyde Almanların eline esir düşer (çok az bilinen ve muhtemelen bu yazıyı okuyan kişilerin % 90'ı tarafından görülmeyen bir film olduğu için burada kesiyorum).
Floria'yı canlandıran 16 yaşındaki Alexei Kravchenko, sinema tarihinin unutulmaz performansları arasına tartışmasız bir şekilde kazınan muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Yönetmen Klimov ise uzun plan-sekanslarla süslediği rejisinde, savaşın vahşetini seyirciye geçirebilmek adına "gerçekçiliğin" doruklarında gezen ve akıldan asla çıkmayacak bir çok sahne yaratıyor. Özellikle savaş esnasında yakılan 626 Belarus köyünden bir tanesinde yaşananları uzun uzadıya gösterdiği sahne, sanırım bir kez görenin hayatı boyunca bir daha unutamayacağı kadar sarsıcı bir deneyim. Burada fütursuz bir şekilde ıstakoz yiyen kadın ya da omzundaki (ne olduğunu bilmediğim, sincap benzeri) hayvanla oynaşarak katliamı seyreden komutan gibi, biraz abartılı imgeler de mevcut ve bence filmin yegane kontrpuanı da bu resimler. Onun dışında belirttiğim gibi savaşın sadece "kaybedenlerin" gözünden anlatıldığı, çünkü kazandığınız anlarda bile aslında kaybettiğinizi net bir şekilde vurgulayan, savaş karşıtı filmlerin hası diyebileceğimiz "neredeyse başyapıt" bir klasik Idi i Smotri. Film seyretme alışkanlığı olan herkesin mutlaka bir kere görmesi lâzım. "Nereden bulacağız?" deniyorsa, Sharebus'ta filmin çalışan linkleri mevcut.
Film büyük ölçüde genç bir erkeğin, Belarus'ta bir köyden, II. Dünya Savaşı esnasında faşistlere karşı savaşan yoldaşlarına katılmak üzere (ve annesinin şiddetli muhalefeti ve isyanına rağmen) ayrılan Floria'nın gözünden anlatılır. Bu genç, katıldığı birliğin şiddetli bomba saldırısı altında kalmasıyla sağır olur, birliğinden ayrı düşer ve köyüne döner. Köyün en az yarısının (annesi ve iki küçük [ikiz] kız kardeşi dâhil) öldürülerek cesetlerinin istiflendiğini görür ve bundan sonra aklını yitirmenin sınırlarında oradan oraya amaçsızca sürüklenir. En sonunda bir başka köyde Almanların eline esir düşer (çok az bilinen ve muhtemelen bu yazıyı okuyan kişilerin % 90'ı tarafından görülmeyen bir film olduğu için burada kesiyorum).
Floria'yı canlandıran 16 yaşındaki Alexei Kravchenko, sinema tarihinin unutulmaz performansları arasına tartışmasız bir şekilde kazınan muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Yönetmen Klimov ise uzun plan-sekanslarla süslediği rejisinde, savaşın vahşetini seyirciye geçirebilmek adına "gerçekçiliğin" doruklarında gezen ve akıldan asla çıkmayacak bir çok sahne yaratıyor. Özellikle savaş esnasında yakılan 626 Belarus köyünden bir tanesinde yaşananları uzun uzadıya gösterdiği sahne, sanırım bir kez görenin hayatı boyunca bir daha unutamayacağı kadar sarsıcı bir deneyim. Burada fütursuz bir şekilde ıstakoz yiyen kadın ya da omzundaki (ne olduğunu bilmediğim, sincap benzeri) hayvanla oynaşarak katliamı seyreden komutan gibi, biraz abartılı imgeler de mevcut ve bence filmin yegane kontrpuanı da bu resimler. Onun dışında belirttiğim gibi savaşın sadece "kaybedenlerin" gözünden anlatıldığı, çünkü kazandığınız anlarda bile aslında kaybettiğinizi net bir şekilde vurgulayan, savaş karşıtı filmlerin hası diyebileceğimiz "neredeyse başyapıt" bir klasik Idi i Smotri. Film seyretme alışkanlığı olan herkesin mutlaka bir kere görmesi lâzım. "Nereden bulacağız?" deniyorsa, Sharebus'ta filmin çalışan linkleri mevcut.
1990'ın en iyi 5 filmi
1. Goodfellas (10)
Martin Scorsese
2. Edward Scissorhands (9)
Tim Burton
3. Dances With Wolves (7)
Kevin Costner
4. Trust (7)
Hal Hartley
5. Rosencrantz and Guildenstern Are Dead (7)
Tom Stoppard
Diğer: Akira Kurosawa's Dreams (7), The Godfather Part III (7), Nikita (7), Miller's Crossing (6), Misery (6)
Görmediklerim: Tulitikkutehtaan Tyttö, Cyrano De Bergerac, Nema Ne Nazdik, Ju Dou
Martin Scorsese
2. Edward Scissorhands (9)
Tim Burton
3. Dances With Wolves (7)
Kevin Costner
4. Trust (7)
Hal Hartley
5. Rosencrantz and Guildenstern Are Dead (7)
Tom Stoppard
Diğer: Akira Kurosawa's Dreams (7), The Godfather Part III (7), Nikita (7), Miller's Crossing (6), Misery (6)
Görmediklerim: Tulitikkutehtaan Tyttö, Cyrano De Bergerac, Nema Ne Nazdik, Ju Dou
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)