
25 Temmuz 2009 Cumartesi
Fener yönetiminden şık hareket

Yüzyılın takası resmîleşti

Daha önce de yazdığım gibi Ajax'tan Juve'ye gittiğinde Ajax kaptanı Van Der Vaart'ın, arkasından "kurtulduk şu 'asshole'dan" diyerek şampanya partisi düzenlediği, takımın penaltıcısı Kallström olmasına rağmen hiçkimseye sormadan İsveç millî takımının bir maçında penaltı kullandığı için arkadaşları tarafından istenmeyen adam ilan edilen bir oyuncu Ibra. Ama gerçekten de olağanüstü yetenekleri var ve oyunculuğu ile bu iticiliğini kapatmayı çoğu zaman başarıyor. Ajax'ta 6 kişi çalımlayarak attığı gol de bence futbol tarihinin en iyi golüdür.
Peki Barça'ya uyar mı? Ibra'nın Eto'o tipinde bir oyuncu olmadığı kesin. Guardiola geçen yıl pek çok maçta maç içinde Eto'o'yu sağa çekip Messi'yi forvet oynatmıştı. Rijkaard da Ronaldinho ile aynı şeyi sol taraf için yapıyordu. Eto'o müthiş çabukluğu ve fizik gücüyle açık bile oynayabilen apayrı bir forvet tipi. Ibra ise sırtı dönük pivot olabilen, top saklayan, oyun kuran, şut atan vs. ama en ileri uçtan başka yerde oynayamayacak bir isim. Dolayısıyla o tarz bir hamle imkânı artık sıfırlandı.
Bunun yanında Eto'o en ileride oynadığında bile çok fazla gezer, orta saha ile bütünleşerek arkadaşlarına koridor açardı. Ibra ile bence bu da son bulacak. Artık yay civarına bir takım arkadaşı daldığında orada daha dar bir alan ve daha kalabalık bir rakip bulacak zira Ibra ve iki markajcısı her daim o civarda olacak. Dolayısıyla Barça'nın 4-1-5-0 gibi olan sistemi bundan böyle 4-1-2-3'e dönmüş durumda. Bunun sonuçlarını sezon başlayınca görürüz.
Ama Barça'yı destekleyen herkesin kafasına takılan asıl soru, Ibra'nın sevimsiz karakterinin bu takımda nasıl duracağı. Sezon başlayınca asıl bunu göreceğiz.
Tuncay neden gündemde değil?

İşbu durumda Fenerbahçe yönetimi neden Tuncay'ı geri getirmek için kararlı ve agresif davranmıyor, anlamak mümkün değil. Bonservissiz gittiği için mi? Gitmesin mi adam? Sen salaksan, kontratını yenilemek için (bir geri zekâlının bile yapmayacağı bir hatayla) o kontratın bitmesini beklersen, 1-2 sene imza atmaya yanaşmadığında parayla satmaya kalkmazsan, satamasan bile A takıma almamazlık yapmazsan, adamın da kariyer hayalleri varsa gitmesin mi? Fenerbahçe sevgisini mi ölçüyorsun, bonservisini eline verip "bakalım gidecek mi, kalacak mı" diyerek? Aziz Yıldırım acaba Tuncay'ın yarısı kadar Fenerli midir, merak ediyorum. Ha, "bedava giden oyuncuyu parayla almam" gibi ahmakça bir gurur meselesi varsa bilinmeli ki, bir futbolcunun bugünün koşullarında bedava gitmesi futbolcunun değil, kulübün kabahatidir. Ayrıca Barça Pique'yi bedava verdi United'a, 1 yıl sonra 5 milyon avro ödeyip almadı mı? Barça enayi mi oldu şimdi?
Fenerbahçe kadrosunun (özellikle Alex gibi bir sünepe varken) kusursuzluğa en yakın duruma gelebilmesi için Tuncay olmazsa olmaz bir oyuncu. Defansta Gökhan, (geri dönerse) Lugano, Bilica, Santos (Carlos'a güle güle); orta sahada Topuz (Deivid'e güle güle), Cristian, Emre, Tuncay; önde Alex ve Semih (Guiza'ya güle güle)... Avrupa Ligi'nde geçen yıl final oynayan Werder ve Shakhtar'dan daha iyi bir takım değil mi?
Guiza gibi bir adama 17.4 milyon avro bonservis veren bir zihniyet, Fener taraftarını dünyadaki en mutlu taraftar yapmak için 6-7 milyon daha verip 5 yıllığına takımın ruhunu geri getirebilir. Ve züppeliklerinden bunu yapmıyorlar.
24 Temmuz 2009 Cuma
Ne kifayetsiz kulüpmüşsün Milan!

Öncelikle ekonomik kriz bahanesiyle, değeri (bana göre) 500 milyon avronun bile üzerinde olan Kaka'yı (Avrupa'daki) ezelî rakibine satmak nasıl bir zavallılıktır? Milan o yaşlı kadrosuna rağmen son yıllarda Ş. Ligi yarı finallerine, finallerine hep abone ise ya da o kupayı kazandıysa bunun en büyük nedeni Kaka, ondan sonra da yaşları o zaman için tam kıvamında olan Gattuso, Pirlo, Seedorf üçlüsüdür. Bu üçü şimdi artık yaşlı topçu olmaya doğru gidiyor, Shevchenko zaten bitti (onu da sattılar en verimli döneminde, hem onu bitirdiler hem kendilerini) ve son olarak da Kaka'nın satılması tam bir skandal. Hadi sattın diyelim, geçen sene Adebayor falan diye esip gürleyen kulüp şimdi nerede? Luis Fabiano'ya 14 milyon teklif edip kabul edilmeyince geri çekilen, Adebayor ve Dzeko'yu zaten pahalı diye alamayan bir kulüp olduysa Milan, ona nasıl büyük diyeceğiz bundan sonra?
G.Saray Ş.Ligi'nde grubunun son maçında Milan ile oynamıştı 2000 yılında. Milan kazansa Ş.Ligi'ne devam edecekti, berabere kalsa UEFA'ya gidecekti. İşte G.Saray, o zaman için dünyanın en büyük 3-4 futbol markasından biri olan (bence Real ve Barça'nın önündeydi hatta) bir takımı böyle bir durumda Avrupa kupalarının dışına ittiği için tarihinin en büyük destanlarından birine imza atmıştı. Milan'ın kadrosu, ne durumda olduğu vs. hiç önemli değil. Milan, koskoca Milan Avrupa'nın dışında kalmıştı. Bu, 80'lerin ortasından itibaren bu takıma nefretle büyümüş biri olarak benim için inanılmayacak bir şeydi. Ama şimdi bakıyoruz, o Milan "ensesine vur lokmasını al" tarzı sünepe bir kulübe dönüştü. Bugün marka saymaya kalktığında önce Real ve Barça, sonra United, sonra Liverpool ve Chelsea, sonra Inter ve Juventus (hatta Bayern!) vs. deriz ama Milan'ı bir allahın kulu söylemez muhtemelen. Bu sezon ligi ilk 4'te bitirirlerse şanslıdır.
Gönülçelen filmler #11: The Sting (1973)

1930'lu yılların Büyük Buhran yıllarındayız. Zaten film de, yürüyen bir adamın ayaklarını takip ederken, arka planda işsiz-güçsüz olduğu için sokakta yatan onca insanı tarayarak başlıyor. Tabii herkes yolunu bulmak zorunda; bizim kahramanlarımız da dolandırıcılık, yankesicilik vs. gibi maharetleriyle hayatını idame ettiriyor. Yalnız bir gün bulaşmamaları gereken bir adama bulaşıp onun parasını çalınca ve bu nedenle arkadaşlarından biri (yaşlı ve sevimli bir adam) öldürülünce intikam peşine düşüp olağanüstü bir planla işe koyuluyorlar.
Bir kere filmin en önemli unsurları kuşkusuz Redford ve Newman. Butch Cassidy'de aralarında var olan ve bizleri mest eden o elektrik, insanı gülmekten kıran tatlı atışmalar vs. yok belki ama her iki oyuncunun da, seyreden her insanı büyüleyen müthiş bir karizması ve inandırıcılığı var. Sözünü ettiğimiz ilk filmlerinde Paul Newman biraz ön plandaydı ama burada Redford'ı biraz daha öne çıkaran bir senaryo mevcut. Yine de filmin en müthiş sahnesinin Newman'ın sarhoş taklitiyle poker oynadığı sahne olduğunu söylemem gerekiyor (hakkında yazarken bile kendimi gülmekten alamıyorum). Tabii bu iki yıldızın hakkını verirken her biri şahane birer oyun çıkaran tüm o yardımcı oyuncu kadrosunu da es geçmemek gerekiyor. Özellikle Lonnegan rolündeki Robert Shaw'nun filme damgasını vurmayı başardığını söylemek sanırım abartı olmaz.
Bunun yanında senaryonun neredeyse saat gibi işleyen yapısını (ve hâlâ versiyonlarını gördüğümüz müthiş finalini), filme apayrı bir renk katan ve dönemin havasını bire bir solutan muhteşem müziklerini, dönem filmi olması hasebiyle büyük önem arz eden ve kusursuz diyebileceğimiz sanat yönetimini ve çok başarılı görüntü yönetimini de artılar olarak ekleyelim.
Ama elbette asıl maharet filmi yöneten Walter Hill'de. Film için kurduğu epizodik anlatım fikri gerçekten de filmin sanki ayrılmaz bir parçasıymış gibi, başka türlü olmazmış gibi görünen müthiş bir tercih. Aynı zamanda o bölümlerden bir diğerine geçerken sayfaların çevrilmesi, filme çizgi roman havası veren bir başka güzel unsur. Filmin tıkır tıkır işleyen bir temposu var ve oyuncu yönetimleri de Hill'in diğer bütün filmlerinde olduğu gibi çok başarılı.
Filmin, aldığı Oscar'ların hemen hemen hepsini hak ettiğini (film ve yönetmen ödülleri tartışmalı olsa da) söyleyebiliriz. Film ve yönetmen Oscar'ları ise kesinlikle abartılı, zira bu film asla yüksek sanat ihtiva eden bir yapım değil. Sinemanın "iyi vakit geçirtme" misyonunu kusursuz şekilde yerine getiren, Ocean's serisi ya da örneğin Ladykillers ile karşılaştırabileceğimiz lezzetli bir tatlı. Ve iyi ki sadece o yüksek sanat filmleri değil, bunlar da mevcut sinema tarihinde.


Robben mi? Çüş!

Ben kesinlikle Guiza, Alex ve Roberto Carlos'a (hatta Deivid) kıyılmasından yanayım, zaten aylardır bunları yazıp duruyorum. Guiza, Fener'in kadro yapısına uygun bir forvet değil. İyi niyetine, çalışkanlığına ve içten oyununa tav oluyorduk geçen sezon da, şu yaz aylarında resmen nefret ettirdi kendisinden; artık onlar da gözümüzde yok. Alex deseniz, daha 7 ay önce kulübü kendi internet sitesinden (bir nevi Beşiktaş'a gitmekle) tehdit edip posta koymuş bir terbiyesiz. Ayrıca ne kadar sinsi bir insan olduğunu da, Daum'un kaptanlık ile ilgili olarak yaptığı açıklamalara hemen 1 gün sonra "siz şimdi yanlış anlarsınız" diyerek laf yetiştirmesinden belli. Carlos ile ilgili tek sorun ise, kulübe getirdiği yıllık 7 milyon avro maaş maliyeti. Yoksa fiyatı ucuz olsa 8 yabancıdan biri olarak kalmasında bir sakınca olmazdı. Zaten ben Andre Santos'un (geçen gün 90 dakika Cruzeiro maçını bir kez daha seyrettikten sonra) sol bekte daha verimli olacağını düşünüyorum. Carlos'un önünde oynarsa birbirlerinin alanını kapatacak tipte oyuncularmış gibi geliyor bana, oynarlarsa görürüz.
Fenerbahçe senelerden beri 4411 sistemi ile oynuyor, bilindiği gibi. Dünyadaki takımların çoğu ise 433'e doğru bir eğilim hâlinde. Fener'in kadro yapısına baktığımızda bir an için Alex'in olmadığını düşünsek, 3'lü forvetin kanatlarında oynayabilecek Kâzım, Deivid ve Özer var. Orta sahada ise Topuz, Cristian, Emre şeklinde (bence) kusursuz bir üçlü görüyoruz. Alex olduğunda orta saha mecburen 2 kişiden oluşuyor, kendisi de savunmaya hiç yardım etmediği için defans konusunda hep 1 kişi eksik kalıyor takım.
Yani, bunca tantana ve transfere rağmen Fener'in kadrosu hâlâ sorunlu. Bu yüzden bu Robben söylentileri keşke gerçek olsa. Robben muhtemelen gelmez, hatta kulübün böyle bir niyeti olduğunu da sanmıyorum ama 3'lü forvetin her iki kandında da oynayabilen o tipte bir oyuncu alınıp da Alex ve Guiza gönderilse muazzam bir takım olurdu Daum'un elinde. Ama şimdi Alex'in bütün karakterini yansıttığı, uyuşuk ve vurdumduymaz bir ekip izlemeye devam edeceğiz. Maçlar başlasın, daha net şekilde görürüz.
Not: Geçenlerde Brezilyalıların alınması ile ilgili yazıda "... orta saha, önlerinde Alex ve ileride Semih şeklinde şahane bir takım olacağından" dem vurmuştum ama blogu takip edenler bilir ki bu, "mevcut şartlarda" olabilecek bir şahanelik. Yoksa 1 senedir bazı arkadaşların "hayal kuruyorsun" dediği şey; Alex, Carlos, Deivid, Edu gibilerinin olmadığı bir takım; evet, hayalim bu. Ama olmayacaksa da, olanla yetineceğiz.
23 Temmuz 2009 Perşembe
Deco G.Saray'a?

Keirrison Barça'da

22 Temmuz 2009 Çarşamba
Yeni formalar
Fenerbahçe'nin yeni sezonda giyeceği formalar belli oldu. Çubuklu formadan (beyaz veya lacivert şort ile) tabii ki vazgeçilmez ama onun dışında açık ve koyu renk olarak seçilen iki tasarım gerçekten de güzel. Bir önceki yıl ilk kez giyilen sarı-beyaz (kulübün ilk renklerine yapılan bir vurgu) çubuklu formanın tasarımı geliştirilmiş. Ama zannımca (ki pek çok kişi aynı görüşte olsa gerek) dev bir Fenerbahçe logosunun belli-belirsiz yer aldığı ve muhteşem bir lacivertin hâkim olduğu koyu renk forma en güzeli. Hayırlara vesile olması ümidiyle...





1991'in en iyi 5 filmi

Ama yıllar ilerleyip sinema ile ilgili beğeni kriterlerimiz değiştikten sonra o yaşlarda yüzüne bile bakmayacağımız inanılmaz başyapıtların da aynı yıl çekildiğini fark etmemiz kaçınılmaz oldu. Şimdi bakıyorum da, sinema tarihinin en iyi 10 filmi listeme aldığım muhteşem Barton Fink, ve ayrıca 90'lı yılların en iyi 10 filmi listeme aldığım Raise the Red Lantern ve All Mornings of the World filmleri de 1991 yılının unutulmaz filmleri listesinde başı çekiyor. Aynı zamanda bugün bile ürkütücü özelliğini koruyan, 5 majör dalda Oscar kazanan 3 filmden biri olan Kuzuların Sessizliği ile John Singleton'ın kariyer zirvesi Boyz 'N the Hood da öyle. Kişisel listem şu şekilde, elbette herkesinki kendinedir:
1. Barton Fink (10)
Joel Coen
2. All Mornings of the World (10)
Alain Corneau
3. Raise the Red Lantern (10)
Zhang Yimou
4. Terminator 2: The Judgement Day (9)
James Cameron
5. Boyz 'N the Hood (9)
John Singleton
Diğer: The Fisher King (8), JFK (8), Delicatessen (8), Europa (8), Silence of the Lambs (7), A Scene at the Sea (7), Beauty and the Beast (7)
Görmediklerim: Heart and Darkness: A Filmmaker's Apocalypse, Pappa ante Portas, La double vie de Véronique, Urga


Hamit yine gol attı

21 Temmuz 2009 Salı
Muhteşem bir Lyon

Lyon (4-2-3-1): Lloris - Clerc, Cris, Boumsong, Cissokho - Makoun, Toulalan - Ederson, Bodmer, Bastos - Lopez.
Yedek olarak ise direkt ilk 11'i zorlayacak Revelliere, Mensah, Grosso, Kallström, Govou, Pjanic, Piquionne, Delgado ve Mounier gibi kaliteli oyuncular mevcut. Bu sezon ilk 11'e yaptığı nokta diye tabir edebileceğimiz transferler sonucu aldığı 3 oyuncu ile şampiyonluğun en büyük adayı olduğu gibi, Şampiyonlar Ligi'nde de çeyrek finali zorlayacaklardır.
Holosko zam istiyor

UEFA'daki sıralama

20 Temmuz 2009 Pazartesi
Fener'den nokta transferler

Cristian'ın oyun yapısı olarak Selçuk'tan çok bir fazlası olmadığını okuyoruz, kendisi hakkındaki yazılarda. Ben aslında böyle olmasına seviniyorum zira Selçuk'un da bu takımda forma şansının bulunmasını, artı bir unsur olarak görüyorum. Sonuçta hangi mevki olursa olsun rekabet mutlaka olmalı orada. Poulsen gelseydi kötü bile oynasa o oynayacak, Selçuk da çürüyüp gidecekti. Ama şimdi Cristian forma için, yetenekleri kısıtlı da olsa özverili ve çalışkan bir oyuncuyla rekabet etmek zorunda.
Cristian savunmanın önünü iyi kapatan, defanstan sırtı dönük aldığı topları Emre ve Alex'e aktaracak bir kesici, anladığımız kadarıyla. Yan toplarda Selçuk kadar iyi midir, önce onu merak ediyorum. Pres zamanlaması dediğimiz şey de çok önemli ve ben Brezilyalı 26 yaşında bir ön liberodan en çok bunu bekliyorum. Selçuk bu zamanlama hataları yüzünden çok kart gördü senelerden beri.
Andre dos Santos ise aynı takımın sol kanat oyuncusu. Hem bek, hem de açık olarak oynayabiliyor ve Brezilya millî takımının da sol beki aynı zamanda. Uğur Boral gibi senede 2 asist yapan bir oyuncunun yerine yetenekli, süratli, teknik bir oyuncu geliyor. Orta saha Topuz, Cristian, Emre ve dos Santos şeklinde olacak. Önlerinde Alex ve ileride Semih. Ben Guiza'nın kalacağına hâlâ inanmak istemiyorum. Bu hâliyle, bir de stoper gelirse şahane bir takım ortaya çıkacak. Hayırlısı...
Ayrıksı bir vampir filmi

2007 İsveç yapımı "Låt den rätte komma in" (Gir Kanıma) bir kez görenin kolay kolay aklından çıkmayacak bir film. Bir kere bir vampir hikâyesi anlatıyor oluşu onu fazlasıyla çekici kılıyor. Bunun yanında İsveçli bir yönetmenin elinden çıkma, bu ülkeyle ilgili filmlerde (şayet gördüysek) gördüklerimizden ya da görebileceğimizden çok farklı bir manzara sunarak Avrupa'nın en yüksek intihar oranına sahip bu en refah ülkesinin karanlık sokaklarını, soğuk iklimini ve belki de daha soğuk insanlarını son derece başarılı bir şekilde yansıtıyor. Ama en önemlisi çocukların gözünden anlatılan bir film olarak 12 yaşında iki çocuğun derin aşk öyküsünü seyrediyoruz. Tüm bu birbiriyle alâkasız unsurları alıp sonunda bu kadar etkili/vurucu bir iş ortaya çıkarmak, başlı başına büyük bir yetenek ister.
Bir vampir filminden ne bekleriz? Boyunları ısıran, yüzyıllardır yaşayan, inanılmayacak kadar yüksek bir çekiciliği olan, sarımsak-kutsal su-güneş ya da kalbine saplanan bir kazıkla ölebilecek bir vampir... Film öncelikle bu konuda bilinenleri ve bu bilinenler doğrultusundaki olası beklentileri sonuçsuz bırakarak olağanüstü bir şey yapıyor kanımca. Filmde sadece tek bir vampir görüyoruz, o da 12 yaşında tüy gibi hafif ve minicik bir kız çocuğu. Sadece 12 yaşında asosyal bir sünepenin ilgisini çekebilecek bir cazibesi var ve de zaten öyle oluyor. Yaşamak için ihtiyaç duyduğu kan dışında hiçbir şey düşünmeyen, "kötü" herhangi bir şeyle ilgisi olmayan munis bir yaratık.
Ayrıca kurbanları arasında ölmeyen bir tanesinin (hastanedeki kadın) seyrettiğimiz bütün vampir filmlerinde olduğu gibi kana susamış bir başka vampire dönüşmeyip direkt olarak ölmeyi isteyecek kadar his sahibi kalabilmesi, filmin bu konudaki bir başka "yeniliği". Aynı şekilde izinsiz şekilde bir yere girildiğinde beyne hücum eden kan da öyle... Filmin bu gibi ayrıntılarla dâhil olduğu türe yeni bir şeyler de eklemeye çalıştığını (ve bu çabayı eline-yüzüne bulaştırmadığını) görmek, ziyadesiyle sevindirici.
Çocukların aşkını anlatan (ya da buna soyunan) bir filmden ne bekleriz? Film burada da olası beklentilerin ya da mevcut ezberlerin tam aksi istikametinde ilerliyor ve iki çocuğun aşkını "iki erkek çocuğu arasında" yaşatarak hepimizi ters köşeye yatırıyor. Bunlardan biri vampir olduğu için yeterince ilginç ve "beklenmedik/sıra dışı" bir öykü söz konusu zaten.
Filmin sahip olduğu bu erdemlerin, uyarlandığı kitaptan kaynaklandığı söylenebilir ve bu haklı bir yargı kuşkusuz. Ama genç yönetmen Tomas Alfredson, kitabı görselleştirirken neredeyse kusursuza yakın bir iş ortaya koymuş, bunu da teslim etmek gerekir. Öncelikle yazının başında belirttiğim "İsveç atmosferi" fazlasıyla ilgi çekici ve filmin hemen hemen tüm sahneleri kasveti ile insanı oldukça etkiliyor. Bunun yanında film için tercih ettiği oldukça ağır tempo da, taşıdığı riske ve böylesi bir filmde aslında akla bile gelmeyecek bir seçim olmasına rağmen, neticede hikâyeye hizmet ettiğini ve ne kadar isabetli olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Ayrıca bu kadar vahşet içeren bir öyküden bu kadar duygusal bir netice elde edebilmek, seyirciye bu duyguyu geçirebilmek de kanımca büyük bir başarı. Yönetmenin kısıtlı bütçeye rağmen görsellik yaratma konusundaki yeteneğini ortaya koyan etkileyici sahneler ise çoktan görenlerin aklına kazınmış durumda: Hastane duvarına tırmanma, sokakta yapılan infaz, hastanede yanan kadın, Eli'nin eve izinsiz girdiğinde geçirdiği kanama ve elbette muhteşem güzellikteki havuz sahnesi...
Eli'nin babası zannettiğimiz adamın aslında Oskar gibi çocukluğundan beri ona âşık olan biri olduğunu keşfetmek, Oskar'ın da aynı akıbete uğrayacak olduğunu bile bile trene binip aşkının peşinden gitmesi, bu kadar güzel bir filme (sahte bir mutlu son olan) muhteşem bir final ekliyor. Bize de, Alfredson'un yeni işlerini merakla beklerken, yıllar geçtikçe değeri daha da artacak olan bu güzide filmin kıymetini bilmek kalıyor.


Bülent Uygun sus artık!

Huzur içinde yat Vedat Okyar

Bonservisi elinde takım arayanlar

-Diego Lugano (29)
-Fernando Morientes (33)
-Julio Cruz (35)
-Marko Pantelic (30)
-Edu (30) [Eski Betis'li]
-Venegoor of Hesselink (30)
-Lucas Neill (31)
-Camel Meriem (30)
-Julian De Guzman (28)
-Modeste M'Bami (27)
-Boudewijn Zenden (33)
-Cristian Panucci (36)
-Michael Ball (30)
-Rabiu Afolabi (29)
-Necati Ateş (29)
-Jean-Claude Darcheville (34)
-Peter Løvenkrands (29)
-Tarik Sektioui (32)
-Mark Viduka (34)
-Santiago Ezquerro (33)
-Brian Bergougnoux (27)
19 Temmuz 2009 Pazar
Lucas Neill biçilmiş kaftan

Daha 17 yaşındayken Milwall tarafından Ada'ya getirilen ve 2001'de Blackburn'e satılan Neill, burada 5.5 yıl oynadıktan sonra 2007 başında West Ham'a transfer olmuştu. Bu takımda 2.5 sezonda 80'in üzerinde maçta forma giydi ve taraftarların en sevdiği isimlerden biri oldu. Geçen sezon sonunda sözleşmesi bitince kulübüyle anlaşamadı ve serbest kaldı. 31.5 yaşındaki oyuncu o kadar profesyonel ve disiplinli ki, şu andaki performansı ile daha 3-4 yıl rahatlıkla oynayabilir. Kanat savunması denen şeyin, ters kademenin vs. kitabını yazabilecek kadar mâhir bir oyuncu. G.Saray taraftarının çoğunluğunun nefret ettiği Sabri'den kurtulmanın da reçetesi aynı zamanda.
Savaş karşıtı filmlerin hası

Film büyük ölçüde genç bir erkeğin, Belarus'ta bir köyden, II. Dünya Savaşı esnasında faşistlere karşı savaşan yoldaşlarına katılmak üzere (ve annesinin şiddetli muhalefeti ve isyanına rağmen) ayrılan Floria'nın gözünden anlatılır. Bu genç, katıldığı birliğin şiddetli bomba saldırısı altında kalmasıyla sağır olur, birliğinden ayrı düşer ve köyüne döner. Köyün en az yarısının (annesi ve iki küçük [ikiz] kız kardeşi dâhil) öldürülerek cesetlerinin istiflendiğini görür ve bundan sonra aklını yitirmenin sınırlarında oradan oraya amaçsızca sürüklenir. En sonunda bir başka köyde Almanların eline esir düşer (çok az bilinen ve muhtemelen bu yazıyı okuyan kişilerin % 90'ı tarafından görülmeyen bir film olduğu için burada kesiyorum).
Floria'yı canlandıran 16 yaşındaki Alexei Kravchenko, sinema tarihinin unutulmaz performansları arasına tartışmasız bir şekilde kazınan muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Yönetmen Klimov ise uzun plan-sekanslarla süslediği rejisinde, savaşın vahşetini seyirciye geçirebilmek adına "gerçekçiliğin" doruklarında gezen ve akıldan asla çıkmayacak bir çok sahne yaratıyor. Özellikle savaş esnasında yakılan 626 Belarus köyünden bir tanesinde yaşananları uzun uzadıya gösterdiği sahne, sanırım bir kez görenin hayatı boyunca bir daha unutamayacağı kadar sarsıcı bir deneyim. Burada fütursuz bir şekilde ıstakoz yiyen kadın ya da omzundaki (ne olduğunu bilmediğim, sincap benzeri) hayvanla oynaşarak katliamı seyreden komutan gibi, biraz abartılı imgeler de mevcut ve bence filmin yegane kontrpuanı da bu resimler. Onun dışında belirttiğim gibi savaşın sadece "kaybedenlerin" gözünden anlatıldığı, çünkü kazandığınız anlarda bile aslında kaybettiğinizi net bir şekilde vurgulayan, savaş karşıtı filmlerin hası diyebileceğimiz "neredeyse başyapıt" bir klasik Idi i Smotri. Film seyretme alışkanlığı olan herkesin mutlaka bir kere görmesi lâzım. "Nereden bulacağız?" deniyorsa, Sharebus'ta filmin çalışan linkleri mevcut.
1990'ın en iyi 5 filmi

Martin Scorsese
2. Edward Scissorhands (9)
Tim Burton
3. Dances With Wolves (7)
Kevin Costner
4. Trust (7)
Hal Hartley
5. Rosencrantz and Guildenstern Are Dead (7)
Tom Stoppard
Diğer: Akira Kurosawa's Dreams (7), The Godfather Part III (7), Nikita (7), Miller's Crossing (6), Misery (6)
Görmediklerim: Tulitikkutehtaan Tyttö, Cyrano De Bergerac, Nema Ne Nazdik, Ju Dou

Kaydol:
Kayıtlar (Atom)