30 Kasım 2013 Cumartesi

Ersun hocanın mütevazı devrimi..

Ersun Yanal, aşağı/yukarı 14 yıldan beri takip ettiğim bir isim. Dikkatleri ilk kez üzerine çektiği 2000/2001 sezonunun 32. haftasında, A.Gücü takımıyla G.Saray'ı Ali Sami Yen'de 2-1 yenerek bir nevi Fenerbahçe'nin şampiyon olmasını sağlamıştı. O G.Saray ki; son 1 yıl içinde Türkiye Ligi, Türkiye Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası, Uefa Kupası ve Avrupa Süper Kupasını kazanmış, daha üç hafta önce de Sanitago Barnebau'da CL Çeyrek Finali oynamıştı.

A.Gücü maçında, G.Saray'ın 11'i şöyleydi:


Bu takımı yenmek kolay mı? İdeal 11'inden sadece Bülent, Suat ve Jardel yok; Hasan Şaş yedek.. A.Gücü'nün kadrosu:


İşte böyle çılgın bir hocaydı Ersun Yanal; zira Rogerio, Faruk, Cafer, Hakan ve Augustine aslında hücumcu oyuncular. Aynı takımla, bu maçtan birkaç hafta önce Ankara'da Mustafa Denizli'nin Fenerbahçe'sini de yenmişlerdi. G.Birliği ve Manisa'da kendine has tarzını aynen devam ettirdi, G.Birliği ile son haftalarda şampiyonluğu kaybetti. 30 hafta boyunca G.Birliği'nin "Yugoslav faulleri"ne sesini bile çıkarmayan Türk hakemleri, son 4-5 haftada o takımı adeta doğradı ve patır patır kart gösterdiler. Kadro dar olduğu için de yarıştan kopup gitti G.Birliği. Ama o sezon Rafa Benitez ile Uefa Kupası'nı kazanan Velencia'nın aldığı tek yenilgi de G.Birliği'ne karşıydı. Manisa'da bu kez 31. hafta 5-3 yenerek Fenerbahçe'yi şampiyonluktan etti. O maçta Arda Turan sağ bek, Caner Erkin sol bek oynamıştı, düşününüz. Millî takımda hiç de fena işler yapmamasına rağmen Fatih Terim'in Bizans oyunları sonucu ayağını kaydırmasıyla kendini kapının dışında buldu. Koordinatörlük gibi saçma sapan görevlerde istihdam edildi ve son olarak 1.5 sezon Eskişehir'i çalıştırdı.

Bu Eskişehir dönemi önemli, çünkü Ersun hocanın o "çılgın" futbolunun biraz daha durulduğu, "pas futbolu"na da adapte olmaya çalıştığı, bir nevi "staj" dönemiydi. Zaten sonuçlar anlamında kariyerinin en başarısız periyodu da Eskişehir'de geçmiştir. Buna rağmen Aziz Yıldırım'ın kişisel risk ve inisiyatif almasıyla Fenerbahçe teknik direktörlüğüne getirildi.

Fener'deki başlangıç, genel olarak Eskişehir dönemini hatırlatıyordu. Denemeler yaptı, kimisi tuttu, kimisi tutmadı. Ama kesin olan şey, Aykut Kocaman gibi "siyah ile beyaz kadar farklı düşündüğü" bir teknik direktörün kendi damgasını vurduğu, kadroyu da ona göre oluşturduğu bir takımı devraldığı için, Ersun hocanın zamana ihtiyacı olduğuydu. Salzburg ile CL ön elemesi, Arsenal ile CL play-off'u, G.Saray ile de Süper Kupa finali oynanacağı düşünülürse o zamanı yoktu ve geçiş döneminde olunduğu için, doğal olarak sonuçlar anlamında başarısız bir başlangıç yapıldı. 3 Temmuz komplosunun uzantısı olarak "Avrupa Kupaları stresi" ortadan kalkınca Ersun hoca da rahatladı ve takıma kendi imzasını yavaş yavaş, adeta bir oya gibi işleyerek atmaya başladı.

Nedir? Fenerbahçe'nin 106 yıllık tarihinin en önemli üç maçından biri olan, aslında hiç de hatırlamak istemediğimiz Benfica maçıyla gireceğim. O maç öncesi bilindiği gibi Topal, Emre, Meireles ve Webo -muhtelif nedenlerden ötürü- oynayamayacak durumdaydı. Hepimiz bu oyuncuların mevkiinde kimlerin görev yapacağına ilişkin günlerce kafa yorduk, Aykut hocamız şu kadoyla çıktı sahaya:


Sadece bu kadroyla çıkmadık; işin kötüsü, top bizdeyken de sahaya bu şekilde yayıldık. Benfica gibi Avrupa'nın en önemli hücum takımlarından birine karşı, en hareketli forvetlerine karşı bu şekilde sahaya yayılmak intihar gibi bir şeydi. Neden? Onun için Benfica'nın kadrosunu hatırlayalım:


Benifca'nın bu kadoyla nasıl oynayacağı belli: Topu aldığı anda hızlı, dikine oyun ve kontr imkânı varsa onu değerlendirmek; yoksa bir şekilde rakip yarı alana yerleşmek.. Orada yetenekli oyuncuları ile çeşitli hücum varyasyonları yaparak pozisyona girmek, duran top kazanmak vs. Ama asıl önemlisi, TOPU KAPTIRDIĞI ANDA inanılmaz bir baskı ve hücum pres ile -rakip savunma çıkarken- topu yeniden kapmak ve ani paslarla pozisyona girmek.. Bütün maç böyle geçti, hiçbir ânında oyuna ortak olamadık. Eğer 11. dakikadaki o şanslı penaltı olmasa, maç çok daha önce kopabilirdi. Ha, 1-1 iken Kuyt golü atsa o zaman da durum çok farklı olabilirdi ama bence sonuç değişmezdi. Maç boyunca dünyanın sayılı beklerinden biri olan Gökhan orta sahayı bile geçemedi; Benfica, bizim ceza sahasına tam 61 pas attı vs., bunun gibi çok fazla veri var. Sonuçta da elendik.

Hepimiz "acaba Topal, Raul ve Webo olsaydı nasıl olurdu?" diye düşünüyoruz, bu konuda muhtelif fikirler var. Bence de tura çok daha fazla ortak olurduk ama o maçtaki Benfica'ya karşı koymak çok zordu. Ayrıca, asıl konuya gelirsem, o günkü OYUN ANLAYIŞIMIZ maalesef fazla teslimiyetçiydi. Aykut hocayı kendi babamdan bile çok seviyorum ama bu, gerçekleri söylemeye engel olmamalı diye düşünüyorum.

Ersun Yanal'ın gelmesiyle, top Fenerbahçe'deyken sahaya yayılışımız şöyle oluyor, biliyorsunuz:


Naçiz kanaatim, bir futbol takımı "kendi dengi ya da kendisinden daha iyi" bir takımla oynuyorsa, top ayağındayken bundan gayrı dizilme şansı yok. Neden? Burada Ümit Özat'ın bir anekdotunu anlatayım. Bilindiği gibi 2004 yılında, CL grubunun son maçında yedek ağırlıklı Manchester United'ı Kadıköy'de 3-0 yenmiştik. Tuncay'ın hat-trick yaptığı o maçın en önemli detayı, sağ açık oynayan Cristiano Ronaldo ve Fener'de sol bek oynayan Ümit Özat arasındaki mücadeleydi. Ümit eski libero, önceki sezonun inanılmaz merkez orta sahası vs. ama Daum o sezon başında Ümit'i sol bek oynatmaya başlamıştı. Sürati ve çabukluğu olmaması yüzünden çevremdeki herkes Ümit'in o maçta rezil olmasını bekliyordu ama Ümit kariyerinin en müthiş maçlarından birini oynadığı gibi, Tuncay'ın en güzel golünde Ronaldo'yu "çarşıya gönderip" sağ ayağıyla ortayı yapan kişiydi. Sonraları o maça nasıl hazırlandığı sorulduğu zaman Ümit, Türk futbolunun gördüğü en zeki futbolculardan biri olduğunu gösteren şu cevabı vermişti: "Abi karşımda Ronaldo.. Ben ondan çekinsem, sürekli onu DURDURMAYI düşünsem baş edebilmem mümkün değil. Ben de şunu yaptım, sürekli ileri çıktım ama bütün maç boyunca!. Çünkü biliyorum ki Ronaldo Avrupalı, belli bir futbol altyapısı almış, karşısındaki bek ileri çıkarsa -eli mahkûm- o da onunla birlikte geri dönecek.. Nitekim öyle oldu, ben onun ayağına top gelmesini bekleyip ondan sonra durdurmaya çalışacağıma, sürekli ileri çıkarak onu bizim kaleden uzak tutmaya çalıştım." İşte bu futbolcu büyük futbolcudur, büyük takım futbolcusudur. Belki hocasının bile aklına gelmemiş bir konuda inisiyatif alıp uygulayabiliyor. O maçtan hiç kimse Ronaldo'nun bir hareketini hatırlamıyor ama Ümit'in ona attığı çalım ve enfes muz ortasıyla yaptığı asist hâlâ hafızalarda.

Neyse, sonuçta Benfica'ya karşı Ersun hocanınki gibi bir dizilişle oynamadığımız sürece, Fener, GS veya Beşiktaş'ın o takımlara kafa tutması mümkün değil. Birbirlerine kafa tutmaları bile çok zor, Ersun Yanal'ın tercihlerinin ne kadar doğru olduğunu G.Saray maçında gördük, bence bugünkü derby'de tekrar göreceğiz. Yani beklerini ileri çıkarmazsan, Gaitan ve Salvio'yu onları KOVALAMAK ZORUNDA BIRAKIP kalenden uzaklaştırmazsan "o güneşe kar bile dayanmaz"; dayanması mümkün değil. Sanki grogi olmuş boksör gibi maç boyunca kafamızı bile kaldıramamızın nedeni, ilk maçta ezerek yenmiş olmamıza rağmen rakipten çok fazla çekinmemiz ve maç içinde hiçbir karakter ortaya koyamamamız yüzündendi. Oysa top bize her geçtiğinde sahayı enlemesine kullanıp oyunu genişletmek, bunun için bekleri orta sahaya çıkarıp stoperleri çizgiye açmak ve rakibi her koşulda GERİYE KOŞTURMAK gerekiyordu. O maçta bunları yapmadık, geldi geçti sonuçta. Hepimizin hafızasında yerini koruyan ve hep koruyacak o maç üzerinden derdimi anlatabilmişimdir umarım.

Burada iki konuya açıklık getirmek zorundayım:

1. Söylediklerim asla ve asla "Ersun Yanal iyidir, Aykut Kocaman kötüdür" olarak okunmasın. Benim bu iki hocaya karşı beslediğim duygular arasında Aykut hoca lehine çok büyük bir fark var. Ersun Yanal'ı 14 senedir her geçen yıl daha çok severek seyrettim, Fenerbahçe'ye gelmesiyle birlikte bizim de hocamız oldu ve sevgimiz/saygımız elbette sonsuz. Ama Aykut Kocaman benim çocukluğumun en büyük kahramanlarından biri, üç kez gol kralı olmuş ve hoca olarak bize 2011 şampiyonluğu ile 2013 EL yarı finalini yaşatmış bir efsane. Yanal birkaç sezon çalıştıktan sonra gönlümüzdeki bu en üst mertebede Aykut hocanın yanına yerleşecek. Bundan hem ümitliyim, hem de bunun olmasını çok istiyorum.

Ama öte yandan bana "30 yıldır seyrettiğin Fenerbahçe futbol takımı için bu iki teknik direktörden hangisi daha uygun?" diye sorulsa, 100 kere Ersun Yanal derdim. Aykut hoca zaten bu iğrenç Türk futbol camiası için çok temiz bir insan, onun Türkiye'de çalışmasını şahsen hiç istemiyorum. Ama basında birkaç kez yazıldığı gibi Fransa'ya gitse, mesela Bordeaux'nun hocası olsa, ben 20 yıl falan o kulübün başında kalacağını düşünüyorum. PSG dışında bütün takımlar için geçerli bu, hatta Marseille en muhteşemi olurdu.

Ama Fenerbahçe çok ilginç bir camia.. Türkiye içinde o kadar büyük ve taraftarı da bu büyüklüğü o kadar net bir şekilde hissedip yaşıyor ki, bu aynı zamanda bir İLLÜZYON çıkarıyor ortaya; kendimizi dünya futbol camiasında da çok büyük falan zannediyoruz. Ha, taraftar sayısı, taraftarın kulübe bağlılığı, sahip olduğu ekonomik potansiyel ile bu zaten böyle, eyvallah.. Ama kaynaklar iyi yönetilmediği zaman işte bu kadar büyük ve 106 yaşında bir kulübün Avrupa Kupalarındaki en büyük iki başarısı, son beş sezonda gelebilmiş; o da bir CL çeyrek finali, bir EL yarı finali.. Oysa bu potansiyelde bir kulüp 2-3 sezonda 1, bu başarılardan en az birini zaten kazanmak zorunda. Yani bence böyle..

İşte bu sebeplerden dolayı Fenerbahçe teknik direktörlüğü dünyadaki en zor işlerden biri. Takıma öyle bir oyun anlayışı ve sistem uygulatacaksın ve ezberleteceksin ki, Türkiye'deki maçlarda EN BÜYÜK gibi oynayacak, Avrupa'da ise KONTROLLU olacak ve haddini bilecek. Bu neredeyse imkânsız bir görev, o yüzden son 30 yıldır ne zaman Avrupa'da yoksak ligi kazanıyoruz, Avrupa'da devam edersek de ligi kaybediyoruz. Bu konuya birazdan dönüp yazıyı tamamlayacağım.

2. Yazıdan "Aykut hoca kötüdür, Ersun hoca iyidir" anlamı çıkarılmaması gerektiği gibi, "hattta Ersun hoca o kadar Fenerbahçe'ye uygundur ki, her koşulda başarılı olur/olacaktır" gibi bir anlam da çıkarılmamalı.. Sonuçların ne olacağını hiçbirimiz bilemez ama en azından o sonuçlar için mücadele ederken, "taraftarın ve camianın daha fazla tatmin olduğu" bir futbol ortaya konabilir ve konuluyor, söylemek istediğim bu.

Ayrıca Ersun Yanal Fenerbahçe'ye "olabileceği en muhteşem zamanda" teknik direktör oldu. Neden böyle diyorum? Aykut hocanın halefi olduğu için.. Son 30 yılını en ince ayrıntısına kadar ezbere bildiğim Fenerbahçe'de, iddia ediyorum, Parreira Venglos'tan sonra gelseydi başarılı olamayacaktı mesela. Parreira'nın en büyük şansı, teknik direktörlüğü tartışılabilir olsa da disiplin ve kondisyon konusunda kusursuz bir antrenör olan Osieck'in takımını teslim almasıydı. Osieck, kulüpte laçkalığın adeta "rutin"leştiği bir dönemde ve tam bir "yabancı" gibi geldiği Fenerbahçe'de ligi kazanamadı belki ama bu konudaki hizmetleri çok büyük oldu. Ondan önce Fenerbahçe nasıldı, önce onu bir hatırlatayım genç arkadaşlara; sonra konuyu yeniden Ersun hocaya bağlayacağım.

Fenerbahçe'nin 1980 ve 90'lı yıllarda en nasiplenmediği iki kavram "sistem" ve "istikrar"dı. Bu 20 senede elde edilen bütün başarılar "günlük" rüzgârlarla elde edildi, uzun vadeli bir plan/programın esamisi bile okunmadı. Ta ki Aziz Yıldırım gelene kadar, orası ayrı bir yazının konusu.

Mesela 103 gol atarak şampiyon olan 1989 kadrosu, tamamen "tombala" yöntemiyle kurulmuştu. Sistem ve disiplinden hiç nasiplenmemiş ama futbolu çok iyi bilen, iyi bir taktisyen olan ve baba şefkatine sahip bir hoca; Veselinovic.. "Ya tutarsa" diye yapılmış Sakaryalı transferler, yedek olarak alınan ama sezonun yıldızlarından biri hâline dönüşen 21 yaşındaki Hakan Tecimer.. "Yahu biz bu takıma santrfor almamışız" diyerek 10. haftada kiralanan Hasan Vezir.. Çok doğru ama kel alâka bir transfer hamlesi olan Harald "Toni" Schumacher ve onun kaptan yapılması.. Sonuçta ortaya inanılmaz bir takım çıktı; saha içinde tamamen yıldızların üzerine kurulu bir futbol oynayan, takım savunması denen şeyle ise alâkası bile olmayan.. Ama Rıdvan, Oğuz, Aykut, Hakan ve Hasan gibi olağanüstü yıldızlardan bir tanesi mutlaka maçı alıyordu.

Sonraki sezon yaşananlar ise tam bir facia..  O takımın en kritik futbolcularının başında gelen (ve kiralık oynayan) Hasan Vezir'in G.Saray'a kaptırılması, onun yerine Nielsen gibi acayip bir transfer yapılması, Rıdvan'ın Yesiç tarafından 10. haftada katledilmesi vs. vs. Hem şanssızlık hem de "kadro mühendisliği" konusunda imza atılan skandallar sonucu, ben çok tasvip etmesem de iyi- kötü 1 şampiyonluk, 1 de ikincilik kazanmış olan Veselinovic'in sistemi terk edildi. Soru şu: Yerine kim getirildi?

O dönem çok büyük Yugoslav hocalar var, hepsi de Türkiye'de seve seve çalışır, hatta çalışmışlar. İlk aklıma gelenler, takımı daha önce şampiyon yapan Stankovic, G.Saray'da çalışmış (ve 94'te Fener'e gelecek olan) Ivic, Kaleperovic vs. Hayır, Fenerbahçe tuttu, iki sezon önce PSV ile Avrupa Şampiyonu olan Hiddink'i getirdi. Hiddink Türk futbolunu, Türk futbolcusunu nereden bilsin? Aynı 2000'lerde G.Saray'a gelen Rijkaard gibiydi ama daha kötüsü.. Ligin açılış maçında, Kadıköy'de, tarihinde ilk kez 1. ligde oynayan Aydın'dan 6 gol yedi Fenerbahçe. Sezonun bitmesine 6 (!) maç kala Hiddink postalandı, millî takımdaki koltuğunu Piontek'e bırakmış ve boşta olan Tınaz Tırpan göreve getirildi. Sezon sonunda o da gönderildi ve yerini Çek Josef Venglos'a bıraktı.

Şu silsileye bakar mısınız, böyle sistemsiz, böyle "akıl"sız bir kulüp olabilir mi? Enteresan bir şekilde Fenerbahçe'de iki tam sezon çalışan Venglos, 1990 Dünya Kupası'nda iz bırakan Çekoslovakya takımının teknik direktörüydü. Fener'den ayrıldıktan sonra "hocaların hocası" olarak "dünya teknik direktörler birliği" gibi bir kurumun başına da getirildi vs. Ama çok yumuşak yüzlü bir insandı. Kulüpteki lakaytlığı düzeltemeyeceğini kısa sürede anladığı gibi, ortama uyum da sağladı. Şöyle iki örnek vereyim:

Bir keresinde Venglos futbolcuların disiplinsizliğinden artık yaka silkmiş ve ceza olsun diye kamp yaptıkları yere yakın bir ormanlık arazide futbolcuları kros'a çıkarmış. Bir süre sonra yolda "kendin pişir kendin ye" tarzında bir restoran görmüşler, Semih (Yuvakuran) "hocam şurada iki nefeslenip bir şeyler yiyelim" demiş ve Venglos da buna olur vermiş (!!). Bu haberi gazetede okuduğumu, mangal resimlerini vs. dün gibi hatırlıyorum. Hatırlamak istemediğim ikinci konu ise Tanju Çolak ile ilgili.. Tanju, bir antrenmanda Venglos'a şaka olsun diye parmak atmıştı. Evet, yanlış okumadınız, halk arasında "pandik" denen hareketi, bir futbolcu hocasına yapabiliyor :s Ben bu haberi de gazetede okumuştum ve şöyle yazıyordu: "Venglos, Tanju'ya 'bir daha böyle bir şey yaparsa o parmağını kıracağını' söyledi." Söyledin de, geçmiş olsun sevgili hocam.. Sen o harekete "muhatap" oluyorsan orası ayrı kabahat ama artık olduktan sonra o futbolcuyu takımdan kov(a)mıyorsan, futbol bilgin ne düzeyde olursa olsun sen hocalık falan yapamazsın demektir.

Bu durumdaki bir futbol takımının, Avrupa Kupası maçında 7 gol yedikten 3 gün sonra deplasmanda G.Saray'ı yenmesi normal değil mi? Bence çok normal, o dönemleri yaşayanlar iyi bilir ve hatırlar :s

İşte Osieck böyle bir Fenerbahçe'ye geldi, laçkalığın diz boyu olduğu.. Rahmetli başkan Güven Sazak, kulüpteki o iklimi değiştirmek için müthiş bir reform yapmış ve transfer döneminde 20-25 genç oyuncu transfer ettiği gibi, 3 yıl öncesinin Dünya Kupası şampiyonu Batı Almanya'da Beckenbauer'in yardımcılığını yapmış olan isimsiz Osieck'i takımın başına getirmişti. Osieck ilk olarak ne yaptı peki? Rıdvan ve Tanju'yu daha birkaç haftalık antrenmandan sonra kadro dışı bıraktı. Rıdvan, Türk futbol tarihinde son 30 yılın (Sergen Yalçın ile birlikte) en iyi futbolcusu, taraftarın gözbebeği falan ama "gelmiş geçmiş en kötü yaşayan futbolcu" aynı zamanda.. Benim bildiğim, günde iki paket sigara, karı-kız, kumar vs.. Üstelik antrenmanı da sevmiyor. Tanju bire-bir kopyası.. Osieck, Venglos'un yaptığını yaparsa takım üzerinde hiçbir otoritesinin kalmayacağını anladığı için, kellesini ortaya koyup bu radikal kararı alabilmişti. Ben o zaman 16 yaşında bir çocuğum, nereden bileyim, Osieck'e ana-avrat küfrediyordum. Taraftar da puan kaybedilen her maçta Rıdvan/Tanju diye bağırıyordu. Basın, zaten ateşe benzin döküyor ve o zamanlar Kanal 6 spor müdürü olan Şansal Büyüka, Rıdvan ile hepimizi ağlatan şu röportajı yapıyordu:


Benim gönlümdeki yeri Zeki Rıza Sporel'den, Fikret Arıcan'dan, Cihat Arman'dan, Can Bartu'dan, Lefter'den, Rıdvan'dan daha aşağıda olmayan İslam Çupi ise Milliyet gazetesinde yine beni bir çocuk olarak ağlatan şu satırları yazmıştı:

"Osieck denen Alman, takımın futbol bireyleriyle yığınla hazırlık ve TSYD maçı oynadıktan sonra, kendi ölçülerine göre bir sıralama yapmış ve lig oyunlarına Tanju ve Rıdvan'sız bir kadro ile başlamayı tercih etmiştir, şimdilik..."

"Rıdvan ve Tanju, son 20 yılın yerine alternatifler koyamayacağımız 2 futbol ilahıdır. Rıdvan sürati, dripling hüneri ve tekniği ile bir takımın simetrisini bozup, golü en kolay atılan nesne hâline getiren bir futbol sihirbazıdır (Yazarın notu: sanki Messi'den bahsediyor, değil mi? Ama Rıdvan öyle bir futbolcuydu işte..). Tanju ise, her türlü golü en kolay atan/atabilen bir 'bin namlulu silah'ın adıdır."

"Rıdvan ve Tanju, futbola geliniz. Top, statların içinden başka hiçbir yerde satılmaz çünkü..."

---

:'(

---

Osieck'in genç takımı, ligin ikinci yarısında kondüsyonu ve fizik gücüyle rakiplerini adeta ezip geçerken, mesela (14. haftada namağlup ünvanını kaybedip 2-0 yenildiği) Samsun'u 29. haftada 8-1 yenen bir takım hâline dönüşmüştü. Ama ligin bitmesine 3 hafta kala Kocaeli deplasmanında Vahap Beyaz'ın gözünün önünde (gerçekten böyle, hakemin 3-5 metre önünde!) topu eliyle alıp götüren Saffet Sancaklı golü attı, Fenerbahçe 1-0 kaybetti ve şampiyonluk da o maçta gitti. Beşiktaş tribünleri "Vahap Beyaz/Ahmet Çakar.." şarkısını 96 yılında bestelerken sadece o sezondan değil, önceki birkaç sezondan da ilham almıştı yani; bu vesileyle bunu da hatırlatmış olalım.

Osieck'in ikinci sezonu çok kötü geçti, tıpkı Nielsen transferi gibi büyük umutlarla (önceki sezon Bursa'da 12 gol atmış olan) dev santrfor Pingel alındı ama daha sezon başında 6 aylığına sakatlandı. Cannes'dan iki maçta 9 gol yenerek Avrupa'ya veda edildi, lig daha Aralık ayında ona keza.. Devre arasında olağanüstü kongre ile başkan olan Ali Şen önce Osieck'i gönderip İviç'i getirdi, sezon bitince de Parreira ile anlaştı (Parreira'dan önce Fatih Terim'e teklifte bulunmuş ama millî takım Euro 96 elemelerinin tam ortasında olduğu için bu transfer gerçekleşmemişti).

Sonraki yılları başka bir yazıda anlatırız. Ama işte birkaç paragraf üstte belirttiğim gibi Parreira, Osieck'in geldiği sezon (Venglos'u müteakip ve Oğuz, Rıdvan, Tanju, Aykut'un tam ortasına!) gelmiş olsaydı, işi çok daha zor olurdu. Bu yüzden "Fenerbahçe açısından bakıldığında 90'lı yıllar için Osieck neyse, Aykut Kocaman da 2000'li yıllar için o"dur. Aragones ile geçirilen felaket sezon ve sonraki yıl Daum ile son hafta kaçan şampiyonluk, ancak ve ancak Aykut Kocaman gibi biri tarafından o derece göğüslenebilirdi. 3 Temmuz'u zaten hiç söylemiyorum bile..

Bu yüzden çok sevdiğim Ersun hocamızın yerinde olsam, ara ara Aykut hocayla görüşüp konuşur, dertleşir ve ona teşekkür ederdim. Bu takımın temelini o attı; Kuyt, Sow, Webo, Egemen, Topal, Caner, Hasan Ali gibi inanılmaz transferlerle müthiş bir "takım kimyası" oluşturdu. Yoksa Ersun hoca belki de 1 yıl boyunca bu işle kendisi uğraşacaktı.

Ayrıca Ersun hoca, o "dönüştürmeye" çalıştığı kendi oyununda 'eksik olan/tamamlanması gereken' kısmı adeta "futbolcuların iliklerine kadar aşılamış olan" bir teknik direktörden devraldı takımı, bu da çok kutlu ve mutlu bir tesadüftür. Yani Ersun Yanal "top rakipteyken" Türkiye'nin en iyi hocalarından biri, Aykut hoca bu konuda çok "tedbirli" bir teknik direktör modeliydi mesela. Ama top bizdeyken ve "rakip savunma yerleşmişse" bu konuda da Ersun hoca eksik, Aykut hoca ise Türkiye'nin en iyi teknik direktörü bence. Onun bıraktığı mirasın bu yönü, Yanal'ın o "pratiğe ihtiyaç duyan" tarafını mükemmel bir şekilde tamamlıyor. Yanal'ın "usta" olduğu konu ise o mirasın eksik kısmını tamamlıyor. Yani, "kusursuz karışım"! Eğer bundan sonra transfer yapılırken Aykut hocanın "iş ahlâkı yüksek oyuncu" takıntısı devam ettirilirse, gelecek sezon son 30 yılın en iyi futbol oynayan Fenerbahçe'sini seyredebiliriz. Ben çok ama çok umutluyum.

ANAFİKİR:

Yazının ana fikri ve Ersun hocanın yaptığı devrim şu, aslında yukarıda da az-çok bahsettim: Artık büyük takımların, dörtlü defansta 3-5-2'nin kanatları gibi görev yapan iki bek ile oynamak dışında bir seçeneği bulunmuyor. Bunun 2 faydası var: 1. Oyunu genişletip daha fazla boş alan bulmayı ve top kaptırıldığında görev dağılımları açısından sahaya en optimum şekilde yayılıp, rakibi baskı altına almayı sağlıyor. 2. Rakip sizi baskı altına almak istediğinde de yediğiniz presi aşmak adına sahaya "en ideal şekilde" dağılmayı sağlıyor. Ayrıca artık bütün takımlar "iki kanat ve bir merkez forvet" ile oynadığı için rakip teknik diretörler de o kanat oyuncularına mutlaka "karşınızdaki rakip beki kovalayın" diyor. Dolayısıyla rakibin hücumunda -tabir caizse- başrolde yer alan iki oyuncusunu, kelenize 100 metre uzakta tutmak istiyorsanız beklerinizi salacaksınız. Böylece top rakibe geçtiği anda ilerideki 7 oyuncuyla muazzam bir hücum pres yapılabiliyor.

Öte yandan bunun dünya futbolu açısından bir devrim olmadığının fazlasıyla farkındayım. Avrupa'nın bütün büyük takımları zaten bu şekilde oynuyor yıllardır, hatta bizim takımlarımızda da kimi zaman bu futbolun "kırıntı"larını görüyoruz. Ama bunu bir "felsefe" olarak ortaya koymak ve yapıyı ısrarla bunun üzerine inşa etmek, Ersun hocanın en büyük doğrusu. Onun bu çalışkanlık ve iş ahlâkıyla, yıllar boyu Fenerbahçe teknik direktörü olarak kalacağını sanıyorum, umarım öyle olur.