14 Kasım 2009 Cumartesi

İrlanda'ya yazık oldu

2002 Dünya Kupası'ndaki Almanya-İrlanda maçından beri, dünyada İrlanda milli takımını tutuyorum (evet, Fatih Terim'den beri Türkiye'yi değil!). O maçtaki azimli, iştahlı, mücadeleci, pes etmeyen ve teslim olmayan futboluna hayran kalmıştım bu ülkenin. 90+2'de Robbie Kenae'in golüyle, bir maç önce Suudi Arabistan'a 8 gol atan Almanya'nın havasını söndürmüş ve grupta 1 galibiyet, 2 beraberlikle bir üst tura çıkmayı başarmışlardı. İkinci turda karşılarına çıkan İspanya ile 1-1 berabere kalan bu yürekli takım, penaltı atışları sonucu kupaya (namağlup bir şekilde) veda etmişti. Almanya'da yapılan bir sonraki kupaya ise katılmayı başaramadılar. Şimdi Fransa ile, öncesinde play-off oynadıkları 2010 Dünya Kupası'na da çok büyük bir ihtimalle gidemeyecekler. Zira kendi evlerindeki ilk maçı Anelka'nın golüyle 1-0 kaybettiler bu gece.

Given, O'Shea, Dunne, Kilbane, Kenae, Duff gibi son derece tecrübeli oyunculara sahip olmasına rağmen özellikle orta sahasındaki "kalite" eksikliği fazlasıyla göze çarpıyor İrlanda'nın. Takımdaki mücadele gücü yine üst seviyede ve koşmayan oyuncu neredeyse yok. Forvet ikilisi ve defans hattı hiç fena değil. Kaleci zaten muazzam. Ama dediğim gibi, günümüz futbolunda iş orta sahada bitiyor ve İrlanda takımında top yapıp oyunu çevirebilecek, oyun zekâsı yüksek kaliteli isimler olmadığı için kısır bir görüntü arz ediyorlar. Fransa ise son derece tecrübeli bir takım. Doğru dürüst gol pozisyonuna giremeseler de uzun süre kendileri hata yapmayıp rakibin hatasını beklediler ve Anelka'nın golüyle büyük bir avantaj yakaladılar. İrlanda olmazsa Dünya Kupası'nda kimi tutacağıma karar vermem lâzım. Aslında Bosna'yı tutardım ama onlar da Portekiz karşısında 1-0 yenik durumda şu anda. Rövanşı bekleyeceğiz.

Not: Kimseyi ilgilendirmese de, şimdiye kadar tuttuğum millî takımları da buraya not olarak düşmek isterim:

1986-1988: Arjantin
1988-1996: İtalya (çocuktuk :)
1996-1998: Çek Cumhuriyeti
1998-2002: Paraguay
2002-2010: İrlanda

13 Kasım 2009 Cuma

Fener ara transferde ne yapmalı?

Fenerbahçe'nin kadrosu, geçen yıldan ve Zico döneminden daha iyi şu anda. Ama bu, eksikleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Öncelikle devre arasında takımdan gönderilecek oyuncuların belirlenmesi lâzım, ki artık kabak tadı vermeye başlayan ve iyice canımızı sıkan Roberto Carlos ile yolların ayrılması bir zorunluluk oldu zaten. Daha fazla saygınlığını yitirmeden, dostça ve planlandığı gibi görkemli bir törenle bu büyük yıldıza teşekkür edilebilir. Sol bekte Andre Santos ve Vederson idare eder ondan sonra.

Carlos dışında 1.5 yıl önce ayağı kırıldığından beri eski günlerini mumla aratan Deivid'in de Olympiakos'a gitmesine izin vermek gerekiyor. Zaten artık heyecanını yitirdiği gibi, taraftar da onu neredeyse unutmak üzere. Hem yabancı kısıtlaması da var. Bu yüzden Deivid'i (çok yüksek olmaz belki ama) makul bir bedelle elden çıkarmak en iyisi.

Son olarak ise elbette taraftarın belalısı ve korkulu rüyası Güiza var. Bu oyuncu da geçen seneki o özverili görüntüden tamamen uzaklaşmış, sadece para için oynayan, psikolojisi bozuk ve bitik bir forvet oyuncusu görünümünde şu anda. Zaten geçen yıldan beri yazdığım gibi Fener'in 6 senedir uyguladığı sisteme ve kadro yapısına da uygun bir isim değil. Dolayısıyla gitmesi hem kendisi hem de Fenerbahçe için en iyisi olacaktır.

Burada herkesin katılmayacağı bir sürprize imza atarak Semih Şentürk'ün de takımdan gönderilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Semih geçen senenin ortasından beri inanılmaz derecede formsuz, isteksiz ve sünepe bir görüntü arz ediyor. Bunun yanında mütemadiyen yedek kalmaktan şikayet etmesi ve mızmızlanması da cabası. Ben Semih'in Avrupa Ligi'nde final hedefleyen (ki Aziz Yıldırım'ın elbette böyle bir hedefi yok) bir büyük takımın forveti olabileceğini (artık) düşünmüyorum. Deparı ve topsuz koşuları olmayan, fizik gücü en üst düzey maçları kaldıramayan (Chelsea maçını hatırlayın) ve kalitesi de eskisinden daha düşük seviyedeki bir Semih, eğer iyi para ediyorsa 27 yaşındayken gönderilmeli bence. Normalde altyapıdan bir oyuncunun gönderilmesine en çok ben karşı çıkardım ama Semih şu anda o özelliğinin gereği olan "ruh"u göstermek şöyle dursun, sürekli mızmızlanarak huzur bozan/bozmaya namzet bir profil çiziyor. Bu yüzden, alınacak yabancı forvetin yedeği olarak da Kâzım'ı (ve de Furkan'ı) düşündüğüm için Semih'in satılmasını istiyorum.

Bunun dışında hiçbir işe yaramayan Ali Bilgin, Bekir gibi oyuncularla Daum'un düşünmediği Uğur Boral da gönderilebilir. Uğur beğendiğim bir oyuncu ama yedek kalmaktan o da şikayetçi sonuçta. Ve sol taraf için de başka planlarım var benim :)

Ve transferlere gelelim. Fenerbahçe tarihinin belki de en önemli ara transfer dönemi bizi bekliyor sevgili dostlar. Neden? Çünkü (diğer nedenlerle birlikte ve onların hepsinden önce) bana göre şu anda dünya üzerindeki en iyi Türk futbolcu olan Hamit'in sezon sonunda mukavelesi bitiyor. Hem kendisi sezon ortasında ayrılmak istiyor hem de Bayern onu bedava kaptırmamak için (3-5 neyse) uygun bir paraya elden çıkarmayı düşünüyor. Fenerbahçe, önereceği sözleşme ile Hamit konusunda G.Saray'ın çok önünde ve bu oyuncuyu almak isterse alır. Mehmet Topuz da sağ kanadın "mutlak hâkimi" gibi bir görüntü ver(e)mediğine göre, bence Fenerbahçe tarihinin en önemli transferlerinden biri Hamit olacak. Hem ayrıca, 1982 doğumlu bu oyuncu ile birlikte Avrupa'da çok az takıma nasip olabilecek bir Gökhan-Hamit organizasyonu da yaratılabilir sağ kanatta.

İkinci bomba ise, 2 sene önce Fener için adı geçtiğinde Schalke'nin 27 milyon avro değer biçtiği inanılmaz forvet Kevin Kuranyi. Fenerbahçe'nin 6 yıldır uyguladığı Alex'li sistemi için biçilmiş kaftan diyebileceğim bu oyuncunun da mukavelesi sezon sonu bitiyor. Maddî darboğazda olan kulübü de onunla birlikte birkaç oyuncusunu devre arasında paraya tahvil edecekmiş. 1982 doğumlu ve 1.90 boyundaki bu muhteşem pivot santrforu, ne yapıp edip takıma kazandırmalı Fenerbahçe. Eğer bu gerçekleşirse, Alex futbolu bırakana kadar 3-4 yıl kusursuz bir forvet ikilisi husule gelmiş olacak.

Üçüncü ve bence çok önemli diğer muhtemel transfer ise Tuncay Şanlı. Menajeri onu alabildiğince ağırdan satmaya çalışıyor ama artık 28 yaşına gelen Tuncay'ın EPL'de parlak bir geleceği olmadığı çok açık. Mutsuz olduğunu da biliyoruz. Onun Fenerbahçe'ye ihtiyacı olduğu kadar Fenerbahçe'nin de sol tarafta onun gibi bir dinamoya fazlasıyla ihtiyacı var. Andre Santos'un önünde onunla yardımlaşarak, Ümit Özat ile kurduğu ortaklığa benzer kusursuz bir işbirliği kuracaktır Tuncay; bundan zerre kuşkum yok. Bu transfer önündeki en önemli engel, Aziz Yıldırım'ın ona asla ve asla bonservis parası ödemeyecek olması gerçeği. Dolayısıyla bu sezon ortasında ancak ve ancak kiralık olarak gerçekleşebilir bu transfer. Ondan sonrasına sezon sonu bakarız. Belki de Özer sezon sonunda onun yerini alır, kim bilir?

Netice itibarıyla, birçok Fenerlinin de paylaşacağına inandığım hayallerimdeki Fener kadrosu şu şekilde:

Volkan

Gökhan - Lugano - Bilica - A.Santos

Hamit - Cristian - Emre - Tuncay

Alex

Kuranyi

Ben, sahip olduğum futbol bilgisiyle baktığım zaman geçen yıl Avrupa Ligi'ni kazanan Shakhtar'dan kesinlikle daha zayıf olduğuna inanmıyorum bu kadronun. Bilakis, Shakhtar'ın (Ilsinho başta) göz kamaştıran birkaç genç yıldızına rağmen, bu Fener'in daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ha, bu işler sadece kadroyu kurmakla olmuyor. Eleme maçlarında her şey olabilir, şansa ve günlük performanslara da ihtiyaç var. Ama ben, şu yukarıdaki 11'in, 25 senedir seyrettiğim bu kulübün tarihindeki en iyi 11 olacağını düşünüyorum. Birileri sesimizi duysa da, en azından eşeğin kulağına kar suyunu kaçırabilsek :)

12 Kasım 2009 Perşembe

1986'nın en iyi filmleri

1. Blue Velvet (10)
David Lynch

2. Hannah and Her Sisters (9)
Woody Allen

3. The Fly (9)
David Cronenberg

4. Manhunter (8)
Maichael Mann

5. Aliens (8)
James Cameron

Diğer: Platoon (8), She's Gotta Have it (8), Down By Law (8), Castle in the Sky (8), A Room With a View (8), Offret (7), Mona Lisa (7), Peggy Sue Got Married (7), Ferris Bueller's Day Off (7), Top Gun (5)

Görmediklerim: Sid and Nancy, Tampopo, Jean De Fleurette, Something Wild, Manon of the Spring

11 Kasım 2009 Çarşamba

BIY üzerine #2

Dünden beri sürüyle mail ve yorum aldım, bunların olumlu ya da olumsuz olarak neredeyse eşit olduğunu belirtmek istiyorum. Olumsuz olanların içinden efendice, altını doldurarak ve mantıklı bir şekilde yapılanlar her zaman olduğu gibi başımız üstüne. Ama onun dışında mürit anlayışıyla kişiliksiz bir şekilde ve zekâ yoksunu olarak yapılanları ise ciddiye almamak gerekir. Bunu belirttikten sonra asıl mevzuya geçiyorum.

Aceto kimdir? Türkiye'de blog olayının miladı ve ilham kaynağıdır. Bunun yanında naçizane ve objektif yorumumu yaparsam lisan bilen, futbolu takip eden ve basın mensubu olmak için doğru içgüdülere sahip bir kişi. Ama kimdir yani? Bir insan kendisini devamlı takip eden 1500 kişi var ve onlar da sürekli ona tapınıyor diye bu kadar mı şirazeden çıkar? Bu kadar mı kendisini beğenir? Aceto, örneğin bir maç yorumunda ya da genel olarak futbol hakkında dişe dokunur kaç şey söylemiştir bugüne kadar? Son 1-2 yıldır Spormax kanalında da seyrediyoruz kendisini, futboldan çok çok az anladığını net bir şekilde görebiliyoruz. Ha, anlar veya anlamaz, hadi o bizi ilgilendirmesin. En fazla okumayız, olur biter. Ama BIY diye, kendi blogundaki popülistliği bire bir barındıran bir isimle ve bir yalan üzerine kurduğu örümcek kafalı ve faşizan oluşuma ne demeli? Ben mesela, o topluluk üzerinde direkt söz sahibinin kendisi olduğunu biliyordum ama Arkhe kardeşim (ki blogunu izlerim, o da benimkini izler) dünkü yorumunda "olayın Aceto ile ile ilgisi olmadığını, hatta onun haberinin bile olduğunu zannetmediğini" yazmıştı. Hoop, sonra bir baktık, Aceto hazretlerinin bizzat kendisi benim BIY'den dışlanma kararımı vermiş (bu, insaların onu nasıl yanlış tanıdığına, daha doğrusu kendisini nasıl olduğundan farklı tanıttığına demonstratif bir örnek). Sebep de bir posta attığım başlıkmış. Herhangi bir uyarı yok, "lütfen düzeltin ve sizden ricamız, bu tip ifadeler kullanmayın" gibi bir istek yok. Direkt olarak kafa kopartma var.

Aceto'yu takip eden herkese değil sözüm. Ama aklı başında herkese... İnsanlar 35 yaşına kadar ülkede tek bir insan evladının tanımadığı bu vatandaşın, inanılmaz bir popülizm ile makyajladığı, entel görünen ama altında hiçbir şey olmadığını televizyondaki yayınlarından rahatça anladığımız bu maskesini artık görsünler. Kurduğu "blog kardeşliği" kisvesi altındaki (salt para kazanma amaçlı) oluşumun sadece onlara hizmet ettiğini görsünler. Çoğu reklam ve banner'ı sadece "elit" 3-5 bloga lâyık bulduklarını ve oradan nemalandıklarını görsünler. 1500-2000 kişi kendisini takip ediyor, Demirkol gibileri onun reklamını yapıyor, 3-5 gazeteye mülakat veriyor vs. diye kendini herkesten üstün bulmaya başladığını görsünler. Hepsinden önemlisi, kendi çıkarına bu kadar düşkün biri olmasının yanı sıra kelle koparmaya meraklı snob tarzıyla, insan olarak da nasıl bir kafa yapısına sahip olduğunu görsünler. Daha pek çok şey yazılabilir, ama yeter.

Blog denen şeyin tanınmasını o sağlamış olabilir. "İlk" olabilir. Pek çok pozitif özelliği haiz bir kişi de olabilir. Ama bunlar, sahip olduğu onca negatif şeyi, gözleri kör olmayanlar için artık örtemiyor.

10 Kasım 2009 Salı

Robert Enke hayatını kaybetti

2003/4 sezonunda 1 maçlığına Fenerbahçe formasını giydikten sonra gönderilen ve daha sonra Almanya'da (ironik bir şekilde) yılın kalecisi seçilen Robert Enke, bir trenin altında kalarak hayata veda etmiş. 32 yaşında olan ve 8 aylık bir çocuğu bulunan Hannover kalecisi, polise göre bilinçli olarak trenin önüne atlamış. Haberi duyduğumdan beri tüylerim diken diken ve şaşkınlık içindeyim. Toprağı bol olsun demekten başka çare yok.

Huzur içinde uyu

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, varlığımızın en büyük müsebbibi, insanlık tarihinin en büyük lideri Mustafa Kemal Atatürk'ü, günün son postunda anayım ve en üstte kalsın istedim. Onu elbette çok seviyor ve saygıyla anıyoruz.

Tavsiye: Loose Change (2005)

11 Eylül saldırıları ile ilgili olarak pek çok argümana rastladık bugüne kadar. Hatta en başarılılarından biri "Zeitgesit: The Movie" filmindeydi ki, o başka bir yazının konusu. Ama "Loose Change" isimli 2005 yapımı bu belgesel, 11 Eylül vak'ası ile ilgili olarak o kadar çok bilgi bombardımanı içeriyor, o kadar çok soru soruyor ve kendinden o kadar emin ki, insanın kapılmaması imkânsız gibi bir şey. Bugüne kadar başımıza ne geldiyse her şeye körü körüne inanmamızdan geldi, bu bakımdan bu filme de ihtiyatla yaklaşmakta ve söylediklerini araştırmakta fayda var; bu ayrı mevzu. Ama bazı kanıtlar ziyadesiyle göz önünde ve çok net. Mesela Pentagon'a çarpan uçağın her biri 6 ton ağırlığındaki çelik-titanyum alaşımı motorlarına ne oldu? National Geograpgic'te daha önce seyrettiğimiz üzere, onlarca ton ağırlığındaki bir uçağın kanatlarının Penatagon'a çarpınca o şekilde içeri doğru büzülmesi ve bu yüzden duvarda sadece 6 metre çapında bir delik açarak 2 blok ilerlemesi mümkün müdür (elbette değildir!)? Veya İkiz Kulelere çarpan uçakların, her türlü darbeye karşı korumalı olan kara kutuları bile bulunamazken, o enkazda hiç zarar görmemiş bir terörist pasaportu nasıl bulunabiliyor? Bu ve bunun gibi onlarca (dikkat buyurunuz) "soru soran" ve herhangi bir teori üretmeyen, sadece insanların gördüklerine inanmamalarını salık veren eli-yüzü düzgün, müzikleri güzel bir belgesel bu. Linklerini buraya koyuyorum ve herkes seyretsin, seyrettirsin diyorum.

http://www.rapidshareindex.com/Loose-Change-2nd-Edition-DVDRip-2006-_898.html
http://divxplanet.com/sub/s/50681/Loose-Change-2nd-Edition.html

BIY üzerine

Blog meselesinin başlangıcı, okuyan ve sonradan blog sahibi olan herkes için Aceto'dur, bu net ve kesin. Ama bu, Aceto'nun bir tanrı ve yazdığı her şeyin de doğru olduğu anlamına gelmiyor. Hiçbirimiz Aceto'nun müritleri falan da değiliz. Gel gelelim blog âlemindeki yazarların %90'ı kendisine bir tapınma ve yalakalık yarışında adeta, 1 senedir bunu açık bir şekilde görüyorum. Türk basınında Ercan Güven gibi bir adam var mesela; Aceto'nun, Borges'in vs. yüzde biri kadar bile egoya sahip değil; ne inanıyorsa onu yazan ve söyleyen dürüstlük timsali bir insan. Ama millet onun gibileri okumaya bile tenezzül etmeyip diğerlerinin peşine takılmış gidiyor. Blog yazıyorsanız da, belirli aralıklarla onlara saygı duruşunda bulunmak zorundasınız, öyle örtülü bir racon var. Onların söylediklerinin tersini söyleyemez, onlarla tartışamaz, onlara dokunamazsınız. Borges diye bir arkadaş var mesela, benim, sağ taraftaki "izlediğim bloglar" bölümüne ilk eklediklerimden birisidir. Yazdığı her postu okuyordum gerçekten de ilk zamanlar. Sonradan çekti gitti (en sonuncusundan bahsediyorum), uzun bir süre ortalıkta yoktu. Neden sonra geri döndü; sonra bir baktık, benim G.Saray ile ilgili yazdığım bir posta yorum yazıp bana çemkirmiş. Kendisine o kadar saygın, aklı başında bir kisve verip, ondan sonra edindiği müritlerle bir insanın g.tü bu kadar mı kalkar? Amcam öyle bir uçmuş ki, kimin futboldan anlayıp kimin anlamadığını belirlemek gibi bir yetkisinin olduğunu düşünüyor! Ve benim anlamadığıma hükmetmiş, haşmetmehapları. Neyse uzatmayayım, blog âlemi böyle tiplerle dolup taşıyor. Senelerce hiç kimsenin tanımadığı ama kendilerinin "büyük potansiyel" olduğuna ve harcandığına ölümüne inanmış olan bu tipler, burada bir anda popülerleştikten sonra "ne oldum delisi" diyebileceğimiz bir psikoloji içinde debelenip fermanlar vermeye başlamışlar. Bugüne kadar verdikleri emeğe saygı duydum, okudum, takip ettim. Mesela Borges'in yazdığı bir sürü yazıya katılmadığım çok oldu. Hatta Aceto'nun yazdıklarının %80'ine katılmam mesela. Bir gün olsun girip de itiraz etmişliğim, ferman vermişliğim, eleştirmişliğim yoktur. Ama işte mesela Borges (bu nick'te bir adamın bunları yapması iki kat kötü bu arada) yerinde duramadı, "şuna bir ders vereyim" deyip fermanını bıraktı o postun yorum bölümüne. Sonra döndü, %90'ı G.Saraylı olan yarım akıllı müritleriyle mutlu-mesut yaşamına devam etti. O olsa mesela (kendisine Borges demiş ama) benim blogumu izlenen bloglar kısmından kesin çıkarırdı. Yapan bir çok g.t de oldu nitekim. Ama ben dokunmadım, sonuçta hem aynı emeği veriyoruz, hem de tek bir olay yüzünden bir insanın tüm düşünceleri/fikirleri silinemez, silinmemelidir.

Edit: Bunlar, blog âlemi ile ilgili olarak midemi bulandıran ve rahatsız eden şeyler; Borges'in uyarısı üzerine şimdi yazacaklarımla doğrudan bir ilgisi olmadığını belirterek asıl meseleye geçiyorum.

Bu blog müritlerinin artık yüzbinleri aşıp milyonları bulmasından yola çıkarak tesis edilen (ve başlangıçta bana masum ve akıllıca bir fikir olarak görünen) BIY ise bana üye olmam için mail göndermiş, "blog kardeşliği ve emek ortaklığı" düşüncesiyle üye olmayı kabul ettiğim, hiçbir beklentimin olmadığı bir oluşum. Bu oluşum, kim bilir kendinde nasıl bir kudret görüyorsa, benim Diyarbakırspor takımı üzerine yazdığım post nedeniyle beni topluluklarından atmış. Başlangıçtaki "blog kardeşliği" bakışımın tersine bu olay vesilesiyle bir "çete" olduklarını gösteren bu topluluktan dışlandığım için inanılmaz derecede bahtiyarım. Şimdi baktığımda, başlangıçta gerçek yüzlerini görmeden girdiğim için de çok pişmanım. BIY denen oluşum, çok büyük oranda (yüzde yüz demiyorum) G.Saraylı birkaç kişinin kontrolündeki aptalca bir oluşummuş, bunu da görmüş durumdayız. Benim görüşümün ne olduğunu bilmedikleri bir konuda, yazdığım sadece "tek bir posta" bakarak beni dışlayacak kadar da geri zekâlılarmış. Ama neticede beni o zihniyetteki bir oluşumdan kurtardıkları için ben kendilerine müteşekkirim. Konuyu daha fazla uzatmayayım.

Ama son bir not ekleyeceğim: Hayatım boyunca politik ya da dinî meselelerde hep görüşlerini açıkça ifade eden, açık bir adam oldum. Diyarbakır'ın merkezinde olduğu meselede de bizim ülkemizi ilgilendiren küçük resmin dışında, "genel anlamda her daim azınlıkların yanında" olan bir kişiyim. Masum insanlara zarar verilmemesi ön şartıyla (ki bu konuda, bizim ülkemiz de dâhil, zarar verilen ilk masum insanlar her zaman azınlıklar içinden olmuştur) hep onların yanındayım. Dolayısıyla benim Diyarbakır ile ilgili olarak yazdığım o yazı, "Diyarbakır" üzerine değil, Diyarbakırspor denen aşağılık kulüp üzerinedir. Diyarbakır şehri, insanı ya da "meselesi" ile asla ilgisi yoktur. Bu, bir düzeltme değildir zira düzeltilecek bir şey yok. Aksine, eksik bilgi sahibi olmak yüzünden o yazıdan farklı ve daha geniş bir anlam çıkarabilecek herkese bir irade beynanıdır. Yoksa hayatım boyunca yazdığım, söylediğim her şeyin arkasındayım. Yanlış düşündüysem bunu da söylerim. Ama burada öyle bir şey yok. Yaşadığım hayata bakınca, BIY denen o örümcek beyinli oluşumdan dışlanan "ilk" kişi olmak netice itibarıyla bana fazlasıyla uyuyor. Bu yüzden mutluyum, müsterihim.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Utanç

Geçen sene Anfield'da oynanan At. Madrid maçının uzatma dakikalarında Gerrard kendini yere atarak takımına bir penaltı kazandırmış ve golü attıktan sonra deli gibi sevinmişti. Ben de bunun üzerine "Liverpool'luyum, utanıyorum" diye başlık atmıştım, o post burada. Bu akşam ise Liverpool yine kendi sahasında Birmingham'ı ağırladığı maçta 1-0 öne geçmesine rağmen yediği 2 şok golle ilk yarıyı 2-1 yenik kapattı. İkinci yarıda tamamen tek kale oynamasına rağmen "Çanakkale geçilmez!" savunması oynayan rakibine karşı pozisyon bulmakta zorlanıyordu ki, Torres'in yerine forma giyen genç yıldız N'Gog 2 kişiyi geçtikten sonra Lee Carsley'nin uzattığı ayağa takılmış gibi yapıp kendisini inanılmaz bir ustalıkla yere atarak takımına haksız bir penaltı kazandırdı. Hakem de zaten 2 saniye düşündükten sonra çaldı düdüğü, kendisi de çok emin değildi yani. Bir zamanlar Robbie Fowler, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şekilde böyle bir pozisyonda (penaltıyı kazanan kendisi olmasına rağmen!) hakeme kararını değiştirmesi için baskı yapmış, hakem kararından dönmeyince atacağı köşeyi kaleciye söyleyerek bilinçli bir şekilde penaltıyı kaçırmıştı. Bugün de genç oyuncudan böyle bir şey bekledim ama tabii ki olmadı. Liverpool'u 20 yıldır desteklememe rağmen böyle bir penaltıyla gelecek puanı ya da puanları istemiyorum. Allah kahretsin.

Edit: Maç 2-2 bitti. Yardımcılarıyla birlikte tazminatı 20 milyon avroyu bulduğu için kovulamayan Benitez'in akıbetini merakla bekliyoruz. Takımın oynadığı futbol o kadar canlı, iştahlı ve göze hoş gelen bir futbol ki, ben de kıyamıyorum Rafa'ya. Ama onunla lig şampiyonluğunun geleceğinden de zerre kadar umudum yok artık. Gel gelelim, 2-2 biten Birmingham maçının istatistiklerine bakınca insanın dudakları uçuklayabilir. Buyrun:

Liverpool - Birmingham
Gol: 2-2
Toplam şut: 25-5
İsabetli şut: 7-2
Korner: 11-1
Topa sahip olma: %77.9 - %22.1
Pas isabeti: %86 - %56.22

8 Kasım 2009 Pazar

Bravo Ancelotti

Chelsea'nin teknik direktörü Ancelotti, dünya futbolunda çok ama çok önemli bir isim. Bugünkü maçtan sonra artık buna kesinlikle inandım. Bu blogda 1 seneden uzunca bir süredir dünyanın en iyi teknik direktörünün açık ara bir şekilde Ferguson olduğunu düşündüğümü yazıyorum. Emekli olmadığı sürece de bunun değişeceğini sanmıyorum çünkü inanılmaz bir kurt hoca gerçekten de. Ama bugünkü Chelsea deplasmanında onun bile tek forvet Rooney, arkasında (aslında defansif bir orta saha olan) Anderson ve 4 orta saha ile takımını sahaya sürdüğüne şahit olduk. United takımına baktığımızda, oyunu iki yönlü oynamayan, pres yapıp defansa yardım etmeyen tek bir oyuncu bile yok. Dünya futbolu da zaten her geçen yıl kontrol futboluna doğru gidiyor. Hocalar ve takımlar risk almaktan ölümüne korkuyor ve önce gol yememeyi hedefliyor. Ferguson'ın tercihleri de bu yöndeydi maç öncesinde.

Ancelotti'ye baktığımızda ise o kadar yürekli, o kadar cesur bir adam ki, gerçekten de ağzım açık seyrediyorum. Bugün zorluk derecesi belki de en yüksek olan ManUtd maçında bile Deco ve Anelka gibi futbolu zekâsıyla oynayan, fizik mücadelere hiç girmeyen, defans yönü çok zayıf iki oyuncuyu birden sahaya sürebilecek, mangal gibi bir yüreğe sahip olduğunu gösterdi. Ha, maçı belki bu oyuncuların becerisi ile kazanmadı ama kadro seçimiyle bile şu maçı almayı sonuna kadar hak etti. Ve adaletin tecelli etmesi sonucu bir yan top golüyle de 3 puanı aldılar. Milan'da görev yaparken de dünyada artık terk edilen 4-1-2-1-2 sistemini 8 yıl boyunca uygulatan İtalyan teknik direktör, Chelsea gibi defansıyla nam salmış bir takımda ortaya koyduğu cesur yaklaşımla, şahsen benim sempatimi fazlasıyla kazanmış durumda. Umarım ileriki haftalarda ve aylarda bu tercihi yüzünden mahçup olmaz, zira dünya futbolunun böyle adamlara fazlasıyla ihtiyacı var bu aralar.