1 Mayıs 2009 Cuma

Gönülçelen filmler #10: Rocky Balboa (2006)

Rocky gibi sinema tarihine mâl olmuş bir kahraman ve seri için bundan daha güzel bir son olabilir miydi? Hiç sanmıyorum. İnanılmaz derecede kötü bir oyuncu olduğu için, bir porno filmle başlayan aktörlük kariyerinde daima küçümsenen, yönetmen olarak da bugüne kadar yaptığı işlerden hiçbirisi sitayiş görmeyen Sylvester Stallone, ne acıdır ki en iyi filmini bu yaşta ve bu kadar geç bir dönemde çekebilmiş. Tıpkı Rocky Balboa gibi belki de bu, onun kariyeri için de görkemli bir final.

1975-80 arası doğumlu her Türk evladı için Rocky çok büyük bir efsane oldu hep. O filmi televizyonlarda (Sezai Aydın'ın olağanüstü sesi ve dublajıyla) seyredip unutan tek bir kişi bile yoktur da, şayet varsa bile en az film kadar ünlü olan o müziği her daim kulaklarda yer etmiş ve her duyulduğunda (özellikle yurdumun spor salonlarında) Rocky'yi bir kez daha akla getirmiştir. Sonra bizler büyüdük, teknoloji ilerledi, aksiyon filmleri giderek daha da modernleşti ve sonuncusu 1990 yılında çekilen Rocky filmleri artık sadece bir nostaljiye dönüştü. Hatta biraz daha büyüyünce ve sinemaya olan ilgimiz de artınca ilk filmin nasıl da haksız yere "Taxi Driver" filmi dururken Oscar'ları götürdüğünü öğrendik ve bu kahramanla olan özdeşleşmemiz hepten yok olmaya yüz tuttu. Uzun yıllar boyunca da hatırlamadık kendisini. Ama işte bu sonuncu film, Rocky'yi belki de bir daha böyle unutmamızı ebediyen önleyecek kadar güzel ve "hissiyatlı" olunca insanın söyleyecek bir şeyi kalmıyor.

Film 2006'da çekildi ama ben daha yeni seyrettim. Stallone tıpkı Rocky gibi 60 yaşında inanılmaz bir olgunlukla hem yazıp hem yönettiği bu film vesilesiyle kendisini küçümseyen ve daima hor gören herkese duygu dolu bir cevap vermiş. Film bir başyapıt değil, olmasına da pek imkân yok zaten; 10 üzerinden 7 verirdim notuna. Ama yaşı bugün 30-40 arası olan her insanı göz yaşlarına boğacak kadar çok nostalji ve "duygu" ihtiva ediyor. Söz konusu nesil için sinema tarihinde bu duyguyu verebilecek çok az film vardır. Stallone'ye de bu filmi yaptığı için ne kadar teşekkür etsek azdır.

30 Nisan 2009 Perşembe

En iyi 5 John Ford filmi

Kendisini şöyle tanıtan bir adamdan bahsediyoruz: "Merhaba ben John Ford, western yaparım!" Sinema tarihinde western dendiği zaman akla ilk gelen, aynı zamanda klasik Amerikan sineması dediğimiz şeyin de en büyük zanaatkârlarından biri olan, insanın içini ısıtan filmlerin yönetmeni büyük bir usta John Ford. Kariyerine, sinemanın babası diyebileceğimiz David Wark Girffith'in başyapıtlarından sayılan ama içerdiği ırkçılık yanlısı mesaja bakınca "yüz karası" olarak nitelenebilecek "Bir Ulusun Doğuşu" filmiyle başladı. İlk filmini 22 yaşındayken (1917'de!) yönetti. Daha sonra her sene 4-5 film çekerek sürdürdüğü kariyerindeki büyük sıçramayı 1939'da (o güne kadar onlarca filmde oynamasına rağmen istediği yere gelememiş John Wayne'i de bir yıldız hâline getiren) "Stagecoach" filmiyle yaptı. Ondan sonra ise onu hiç kimse tutamadı. Art arda sinema tarihinin en iyi filmleri arasına girebilecek sayısız başyapıt üretti. Herkesin sevdiği John Ford filmi ayrıdır belki ama benim ilk 5'im şu şekilde:

1. The Searchers (10)
1956

2. The Man Who Shot Liberty Valance (10)
1962

3. My Darling Clementine (10)
1946

4. The Quiet Man (8)
1952

5. The Grapes of Wrath (8)
1940

United istediğini aldı

Manchester United tam da beklediğim gibi kendi sahasındaki Arsenal maçını 1-0 kazanmasını bildi. Benim ilk gençliğimden beri hep böyle olmuştur: Ferguson'ın takımı ligin sonlarına kadar evindeki bütün maçlarda farklı ve gollü galibiyetler alır, deplasmanlardan istediği puanları toplar, bütün kupalarda ilerleyebileceği kadar ilerler ve sezonun sonu böylece yaklaşır. O vakitler geldiğinde bir bakarsınız ligin tozunu atan o takım her maçını 1-0 almaya başlamış. Bu sene de farklı bir şey yok.

Dünkü maçta gerçi ilk yarıda farkı daha da arttırabilirdi ev sahibi takım ama oldukça gününde olan Almunia çok sayıda pozisyonu kurtararak buna izin vermedi. Ferguson maçın zorluk derecesini düşünerek her zamanki 4-2-4 sisteminden vazgeçip Berbatov'u keserek yerine Anderson'ı koymuş ve 4-3-3 ile takımını sahaya çıkarmıştı. Oyundan çıkana kadar genç oyuncu da oldukça faydalı oynadı. Buna mukabil Arsene Wenger ise ön libero Diaby'yi sol açık, sol açık Nasri'yi ise ön libero oynattığı abuk-sabuk bir kurgu ile adeta maçı kazanmayı istemiyor gibiydi. Kalecisi ve Silvestre'nin muhteşem oyunu olmasa sahadan en az 3 farklı yenik ayrılarak bu saçmalamaların cezasını da fazlasıyla çekecekti ama şanslıymış. Ayrıca Adebayor'un arkasında oynattığı Fabregas ağır, temposuz, iştahsız ve uyuşuk futbolu ile asla o yerin adamı olmadığını bir kez daha gösterdi.

İlerleyen dakikalarda Walcott'ın yerine Bendtner'i alarak forveti ikileyeceğini düşündüm Wenger'in ve gerçekten de Bendtner'i oyuna soktu; ama küçük bir farkla, sağ açık olarak! Bu zihniyette bir adamla Arsenal'in turu geçmesi zaten imkânsız. Bence aylar öncesinden beri hepimizin beklediği o muhteşem final, United-Barça resitalini seyredeceğiz en sonunda...

29 Nisan 2009 Çarşamba

Barça turu geçer

Dün gece izlediğimiz (yanlış anlamayın) bir Şampiyonlar Ligi çeyrek final maçı. Ama herhalde bu seviyede bir maçta tarihte verilmedği kadar düşük bir bahis oranı söz konusu, ev sahibi takım için. Misafir takım kim? Koskoca Chelsea; yani kadrosu neredeyse 350 milyon avro değerinde bir yıldızlar topluluğu. Ama o Chelsea hiç utanmadan, sıkılmadan 90 dakika boyunca rakibinin ne kadar büyük ve kendinden üstün olduğunu kabul eden kişiliksiz, korkak ve ezik bir futbolla defans yapıp, fark yememek için sahaya çıkmış bir görüntüdeydi. Dediğim gibi, bu seviyede bir futbol maçında bu kadar açık bir makas görmek, gerçekten de zor olsa gerek.

Barcelona maça atak ve istekli başladı ama karşısında Essien'i bile sağ açık oynatan bir zihniyet ve 9 kişilik organize bir alan savunması buldu. Her zamanki kolektif girişimler ve ayağa yerden-çabuk paslarla bu savunmayı delmek istediler ama ne yaptılarsa olmadı. İlk yarıda net olarak değerlendirilecek yegane pozisyonda ise Drogba'nın iki hamlesinde kaleci Valdes çok başarılıydı.

İkinci yarıda da görünüm pek fazla değişmedi. Bu devrede Barça'nın yakaladığı en önemli pozisyon Eto'o'nun orta sahadan alıp götürdüğü ama bencillik yaparak golü kaçırdığı andı. Sonuçta baktığımız zaman Essien, Lampard, Ballack ve Mikel'in dördünü birden oynatan korkak bir teknik direktör ilk maçta istediğini aldı. Ama kendi sahasında da takımını bu kadar defansif oynatacak kadar şahsiyetsiz değildir herhalde. Ben Barcelona'nın turu geçeceğini düşünüyorum.

27 Nisan 2009 Pazartesi

Premier Lig'de yılın takımı

İngiliz Futbolcular Birliği, bu sezonun en iyi 11'ini belirlemiş. Aslında bu ifade yanlış, en iyi 11 oyuncuyu belirlemiş demek daha doğru olur. Zira seçilen oyunculardan bir "takım" çıkmıyor ortaya. Sivas bile şu takıma yenilmez, o derece kimyası bozuk. Emektar profesyonel Giggs'i de yılın oyuncusu seçmişler, gider ayak güzel bir jest olmuş.

Neyse, meslektaşlarının seçtiği en iyi oyuncular şunlar (4-1-3-2): Van Der Sar - Glen Johnson, Rio Ferdinand, Vidic, Evra - Gerrard - Ashley Young, Giggs, Ronaldo - Anelka, Torres

Bana göre en iyi 11 ise şöyle (4-5-1): Reina - Carragher, Ferdinand, Vidic, Evra - Ronaldo, Gerrard, Lampard, Modric, Ashley Young - Torres

Ersun Yanal gönderildi

Trabzon yönetimi, ne kadar vizyonsuz olduklarını bir kez daha kanıtladı ve teknik direktör Ersun Yanal'ı takımdan gönderdi. İstifa ettiği söyleniyor ama bunun doğru olmadığını hepimiz biliyoruz. Bir daha Yanal gibi bir teknik direktörü uzun süre göremez Trabzon yöneticileri. Yaptıkları bu yanlışın faturasını da önümüzdeki 5 yılda net bir şekilde seyredeceğiz.

Bu arada Yanal da, liglerin ikinci yarısında yönettiği takımlara ne olduğunu iyice analiz edip bundan sonraki kariyerinde bir daha böyle bir yıkım yaşamamalı. Onun dışında kariyeri ve kredisi henüz emniyette Ersun hocanın. Bir gün Fener'i bile çalıştırabilir hatta.

Ligde 29. haftanın görünümü

Lider Sivas, Türkiye'de futbolu takip eden insanların belki de dörtte üçünü yanıltarak Trabzon karşısında görkemli bir galibiyet aldı. Bir kere artık bu takımın, geçmiş yıllarda şampiyonluğa yaklaşan (geçen seneki Sivas dâhil!) bütün takımlardan önemli bir farkının olduğu net bir şekilde görüldü: Mental kuvvet. Yani şampiyonluk stresinin en üst seviyede yaşanacağı haftalara çoktan geldik ama sanki öyle bir eşik vardı ve Sivas o eşiği 15 ile 25. haftalar arasında çoktan geçti. Şu anda artık kenetlenmiş, inanmış ve "hazır" bir camia görüyoruz ve bu gerçekten de büyüleyici bir şey. Umarım bu büyük destan, sonunu hak ettiği şekilde bulur ve bu takım sezon sonunda şampiyon olur. Ki sezon başından beri yazdığım gibi, ben olabileceklerine inanıyorum.

Beşiktaş ise ne yapacağı belli olmayan hocasıyla kör-topal ilerlemeye devam ediyor. Kifayetsiz ve güçsüz bir Eskişehir'i tam bir büyük takım gibi uyutup ikinci yarıda attığı iki golle geçmesini bildi. Gelecek haftaki Fener maçına, tarihinin en şanslı durumuyla çıkacak Beşiktaş ama fikstürünün hâlâ çok zor olduğunu düşünüyorum. Fener'i de biraz zor yenerler; Lugano, Edu ve Önder'in yokluğuna rağmen yenemezlerse zaten şampiyon olmaları çok zorlaşır.

Trabzon ise artık iflas etti. Bunun olacağı da sezon başından belliydi ama bazı arkadaşlar benim yazdıklarıma isyan edip sitemde bulunuyordu. Ne olursa olsun maalesef kadronun kapasitesi bu kadar. Mesela Yusuf'u almak onları bir kademe yukarı çıkarabilirdi ama o da olmadı. Alanzinho da ciddi bir adaptasyon sıkıntısı çekiyor. Eğer bu sene lig bu kadar kalitesiz olup puan baremi bunca düşmeseydi Trabzon ilk 4'e bile giremeyecekti.

G.Saray ve Fener'in hâli ise içler acısı. Fener artık kupaya odaklandı, onu alıp alamayacakları da şüpheli. Ben Lugano-Önder'in dönüşüyle alacaklarını düşünüyorum. G.Saray ise üçüncü olsa ne olur, olmasa ne olur..