24 Ekim 2009 Cumartesi

En unutulmaz G.Saray maçı



12 yaşımdayken, Güzel Konuşma ve Yazma sınavı nedeniyle okula gitmek zorunda kaldığım için seyredemediğim ama sınav süresince cebime gizlediğim radyodan (ilk yarısını) kulaklıkla dinlediğim efsane maçın videosunu buraya koymak istiyorum (video Lig TV'den). Devre arasında (teneffüste) maç 3-0 iken benimle dalga geçen onca G.Saraylı arkadaşın etkisinde kalarak tuvalete gidip ağlamıştım. Sonra ikinci derse girerken öğretmenim Fatma Şahan (seni seviyorum hocam, ne yapıyorsun şimdi?) radyoyu elimden alıp masasına koymuştu (bana kızmamıştı bile!). Dersten çıktığımızda bir koşu gidip diğer sınıftaki arkadaşlara maçın skorunu sordum ve öğrendiğimde kendi sınıfıma gelip sıraların üzerinde zıplamaya başladım. Fatma hoca "ne oldu oğlum?" diye sordu, "3-0'dan 4-3 yenmişiz hocam" dedim ağlayarak. Hocamız da Fenerliydi ama inanmadı bana, "hadi oradan!" dedi. Ben inandırmaya çalıştım, masasındaki radyoyu geri verdi bana. Maçın banttan yayınına yetişmek için ondan izin istedim ve (muhtemelen bu kez sevinç yüzünden döktüğüm gözyaşlarının etkisiyle) hiç düşünmeden verdi o izni. Koşarak eve gittim ve o tarihî maçı banttan TRT'de seyrettim. Ertesi gün Milliyet gazetesinde Türk basın tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ustası, "spor sayfalarının Lefter'i" İslam Çupi'yi okudum. İşte böyle büyüdü içimdeki Fener aşkı. Hayatım boyunca en sevdiğim maçlar da hep G.Saray maçları oldu. Yenilsek de, bu maçlardan aldığım keyif hiç değişmedi. Neredeyse Fenerbahçe'yi sevdiğim kadar bu maçları da seviyorum. Yarını da iple çekiyorum.

Not: Sınavdan 10 almıştım :)

23 Ekim 2009 Cuma

Benitez'in son şansı

Geçtiğimiz seneden beri Benitez'i sürekli eleştiriyorum bu blogda. Özellikle geçen yaz takımın (bana göre) en önemli 3 oyuncusundan biri olan Alonso'yu (hem de 15 milyon avroya!) metazori bir şekilde göndermeye çalışması, onun yerini Barry ile doldurmayı düşün(ebil!)mesi, Torres'i ısrarla tek forvet oynatması (hiç oynayamaz), Keane'e 24 milyon vermesi, buna mukabil Torres'i kusursuz bir şekilde tamamlayacak olan David Villa'yı almaması, bu sezon başında (nihayet!) Alonso'yu göndermesi, Aquilani'yi alması, Glen Johnson'a 21 milyon vermesi (ki bunda haklı çıktı) vs. vs. Bana sorsalar, küfredilme pahasına Crouch-Alonso ikilisini Torres-Lucas ikilisine tercih ederim. Alonso bu kadar vazgeçilmez ve iyi bir oyuncu. Benitez'in, onun yeteneğini sadece pas dağıtmak ve oyun kurmak olarak görmesi ne kadar hüzün verici. Oysa Alonso'nun en önemli özelliği defansın önünde "kapladığı alan" idi. Lucas ya da (sezon başında belirttiğim gibi) Aquilani'nin bu görevi yapması mümkün değil. Eğer Alonso'yu gönderiyorsan bu işi onun kadar iyi yapan, aynı zamanda oyun kuran, aynı zamanda ikli mücadelelerde sert olan, aynı zamanda şut atabilen vs. bir oyuncu bulman gerekir. Oysa böyle bir oyuncu dünyada yok.

Peki, olan oldu; şimdi ne yapmak lâzım? Liverpool son 1 aydır kelimenin tam anlamıyla "dağılmış" durumda. Gerrard ve Torres olmadığında iyice çekilmez oluyor takım ama orta sahada defansın önünde Mascherano dışında sert bir oyuncunun olmaması çok büyük sorun. Gerçi aslında Mascherano da tam olarak defansın "önünde" oynayan bir oyuncu değil, o oyuncunun yardımcısı rolünde oynayan bir isim. Lucas ya da Aquilani ise o görevi hiç yapamıyor. Kadroda yapabilecek bir başka orta saha oyuncusu da yok.

Şuraya geliyorum: Jamie Carragher'ın, kulüpteki ilk yıllarında bu takımda ön libero oynamışlığı çok. Hatta Uefa'yı aldığımız yıl Houllier bütün sezon onu sol bek oynatmıştı. Defansta Skrtel ve Agger de olduğuna göre bence takım savunması adına yapılması elzem olan şey, Carragher'ın defansın önünde oynaması. Ha, o bölge için kazma olabilir ama yapması gereken şey zaten milimetrik paslar atmak değil, top kazanıp Johnson, Mascherano, Kuyt ya da Gerrard'a vermek. United maçında bu şekilde haftalardır perişan durumda olan takım savunması biraz olsun toparlanabilir. Sağda Kuyt, solda Benayoun, ortada Carragher ve Mascherano ve önlerinde Gerrard. İleride de Torres. Bence Benitez koltuğunu biraz olsun düşünüyorsa bu kadroyu çıkarmalı Pazar günü. Yoksa son 8 sezonda Anfield'da bizi 5 kere tokatlayan şerefsizler bu sefer de acımayacak gibi duruyor.

22 Ekim 2009 Perşembe

Steaua 0 - Fenerbahçe 1

Fenerbahçe, zorunluluklar nedeniyle en "güçlü" takımını sahaya sürdüğü Steaua deplasmanından tatminkâr bir futbol ve muhteşem bir skorla galip dönmeyi başardı. Bu yengi sayesinde de (Twente'nin kaybetmesi ile) grupta liderliğe yükseldi. Bundan iyisi Şam'da kayısı demek gerekiyor galiba.

Tek tek performanslara bakarsak, ideal geri dörtlü ve kaleci Volkan çok fazla hata yapmadı ama bireysel olarak en başından beri belirttiğimiz gibi Bilica tam bir saatli bomba. Şu maçta sorumsuzluluğu nedeniyle yaptığı iki hatayı, örneğin bir G.Saray maçında yapsa ve golle neticelense kendini bir anda paket olarak Brezilya'da bulur, ne olduğunu da anlamaz. Hiç mi akıl yok, Daum onunla hiç mi konuşmuyor bilmiyorum. Ama birilerinin bu adamı net bir dille uyarması gerektiği aşikâr. Gökhan Gönül, önünde Kâzım olmadığı ve Topuz olduğu için inanılmaz bir futbol oynadı. Hücuma daha rahat çıkmasının yanında, savunmada Topuz'dan yardım aldığı için girdiği ters kademelerle sayısız pozisyon önledi. Daum bir daha Kâzım'ı bu çocuğun önünde oynatırsa hocalığından şüphe etmek lâzım.

Orta sahada Emre şu anda bu ülkenin en iyi futbolcusu. Sezon başı kampında "senelerdir ilk kez sezon öncesi kampına katıldım; bunun farkını hissettireceğim" demişti ve ne kadar azimli olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Haftalardan beri takımın en iyisi olmasının yanında oldukça da güçlü görünüyor Emre. Bu şekilde devam ederse sezonun da en iyi oyuncusu o olacak gibi görünüyor. Cristian ise Selçuk'tan herhangi bir fazlasını hâlâ göstermedi bize. Varlığı çok anlamsız değil bu oyuncunun çünkü neticede kaliteli bir isim ama böyle bir oyuncuya 7 milyon avro verilmesi gerçekten de fuzulî. Yoksa fena oynamıyor, görevini bihakkın yerine getiriyor. Ama Selçuk'a da yazık oluyor bu arada.

Andre Santos innanılmayacak kadar güçsüz ve takımın en gamsız oyuncusu. Orta saha elemanı olarak da yaratıcılığı vasat seviyede. Böyle devam ederse taraftar da ona eleştirel gözle bakmaya başlar. Topuz ise kendi kapasitesinin tamamını takıma vermek için elinden geleni yapıyor, mücadeleden hiç yılmıyor. Bu kadar çok sayıdaki vurdumduymaz adam arasında mutlaka oynaması gereken bir "ruh" Mehmet Topuz. Adaptasyon sürecinde olduğunu da unutmayalım.

Özer için, sanırım ayrı bir paragraf gerekir. Arda'dan sonra bu ülkenin en yetenekli oyuncusu diyebileceğim Özer, Arda'dan fazlası olan fizik gücünü henüz gösteremiyor. Hatta bu açıdan ideal seviyeye ancak devre arasını takiben gelebilir. Ama şu hâliyle bile olağanüstü bir oyuncu. Golde Carlos'un gelişini görmesi, pas zamanlaması ve bileğini neredeyse 135 derece çevirerek verdiği pasın isabeti ile şiddeti kusursuzdu. Onun dışında o da büyük bir takıma adapte olma yolunda, bu yüzden heyecanlı ve ürkek. Ama fizik olarak istenen seviyeye geldiği zaman seyrine doyum olmayacak bir oyuncu göreceğiz. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Kâzım ise alttaki 2 postta belirttiğim gibi bence özellikleri itibarıyla bu ülkenin ve Fener'in en iyi forveti. Bu maçta ilk kez o bölgede oynamasına rağmen rakip savunmayı inanılmaz yıprattı. Pivot olarak kusursuzdu, kaleye birçok isabetli şut çekti. Pres de yapmaktan kaçınmadı ve oyun disiplinine en sadık olduğu maçtı bu. Bu şekilde devam ederse Daum'a da bu takımın (ve millî takımın da!) forvetinin o olduğunu gösterecek.

Genel olarak baktığımızda ise Fenerbahçe kusursuz bir büyük Avrupa takımı gibi oynadı maçı. Topa sahip olma ilkesiyle devamlı pas yaptı ve bu suretle öncelikle savunma güvenliğini garanti etmiş oldu. Devamlı arayışlarla, çoğunlukla göbekten kapalı rakip savunmayı delmeye çalıştılar. Kâzım'ın top tutma ve indirme özelliği ile rakip sahaya geçişlerde hiç olmadığı kadar etkinlik gösterdiler. Ve çalışkanlık anlamında da en mücadeleci oyunlardan birini seyrettik Fener adına. Kaptırılan toplar sonrası, bütün dev kulüplerin yaptığı şeyi yapıyor Fenerbahçe: Önce önde bir pres, eğer kapabilirse rakip savunma yerleşmeden pozisyon arıyor. Ama eğer topu kapamazsa hızla geriye gelip alan daraltıyor. İşte gerçek bir Avrupa takımının oynaması gereken futbol da böyle bir şey zaten.

Savunmada 1-2 bireysel hata dışında genel görüntü iyi. Kontra toplar dışında da rakibin pozisyonu yok. Sadece ikinci yarıda Volkan'ın çıkardığı bir top var, onun dışında tehlike yaşanmadı desek yeridir.

Zaten hep belirtiyorum, Fener'in kadrosu ve oyun anlayışı deplasman oynamaya daha müsait. Bu yüzden Sheriff ve Steaua deplasmanlarından umutlu olduğumu daha önce belirtmiştim. Twente deplasmanında da iyi bir oyun ve en az beraberlik bekliyorum. Gruptan lider olarak çıkar Fenerbahçe.

Steaua (4-4-2): Zapata 9 - Golanski 6, Baciu 7, Ghionea 6, Rada 6 - Szekely 6 (67' Moreno 5), Bicfalvi 5 (43' Onicas 6), Toja 6, Nicolita 6 - Kapetanos 7, Surdu 6

Fenerbahçe (4-4-1-1): Volkan 8 - Gökhan 9, Lugano 8, Bilica 6, Roberto Carlos 7 - Mehmet 7, Cristian 7, Emre 9, Andre Santos 6 (89' Ali Bilgin) - Özer 7 (70' Vederson 6) - Kâzım 10 (86' Selçuk)

Gol: Kâzım 59'

Kâzım için bulunmaz şans

Fenerbahçe'de çok sayıda gamsız ve vurdumduymaz oyuncu var bilindiği gibi. Bunların başında Alex, Semih, Deivid, Andre Santos ve Roberto Carlos geliyor. Ama tüm bu isimlerin fersah fersah önünde yer alan bir futbolcu var ki, atsan atılmaz, satsan satılmaz. Pek çok yeteneği olan, dünya çapında bir futbolcu olması için tek eksiği iş ahlâkı ve disiplin diyebileceğim bu oyuncu Colin Kâzım tabii ki. Daha 23 yaşında olduğunu düşünürsek, kesinlikle inanıyorum ki kendisini doğru şekilde yönlendiren aile, menajer ve teknik direktörlerle gerçekten de büyük bir yıldız olabilir Kâzım. Ama Fener'e geleli 2.5 sene oldu ve ilk günkü hâlinden bir gıdım bile ileri gittiğini göremiyoruz. Bunda, takıma katılır katılmaz Zico gibi yumuşak başlı ve demokrat bir hocaya denk gelmesinin etkisi büyük diye düşünüyorum. Şimdi daha disiplinli Daum ile birlikte ama Daum da sanki bir zaafı varmış gibi Kâzım'a inanılmaz bir tolerans gösteriyor. Zamanında Deniz ve Aurelio'yu göbekte oynatıp Appiah'ı sağ açığa koyan hoca, şimdi 4-4-1-1'in sağında nasıl oluyor da Kâzım'a görev veriyor, anlamak mümkün değil. Görev itibarıyla "arkasındaki beke de yardım etmek" gibi çok büyük bir sorumluluğu olan bir mevkide, Kâzım gibi "sorumsuzluk âbidesi" bir adam oynatılır mı? Nitekim Türk futbol tarihinin (kendi mevkiinde) en iyi oyuncusu olan Gökhan Gönül onun yüzünden felaket bir sezon geçiriyor.

Öteden beri söylediğim şey ise, Kâzım'ın yetenekleri itbarıyla en verimli olacağı, sorumsuzluğu yönünden de en az zarar vereceği yerin forvet olduğu yönünde. Muhtemelen koşullar zorlamasa Daum hiçbir şekilde bunu denemeyecekti ama bugün Steaua maçında %99 Kâzım'ın tek forvet olarak görev yapması bekleniyor. Tabii ideal olanı, takımın as oyuncusu olan Alex ile birlikte oynaması ve onu o şekilde görmemizdi ama bugün Semih'in yanı sıra Alex de yok. Dolayısıyla Kâzım'ın arkasında ya (Sion maçındaki gibi) Andre Santos, ya da uzun haftalardır taraftarın dört gözle beklediği muhteşem yetenek Özer oynayacak. Sadece bu iki sebep bile, bu iç karartıcı maçı benim adıma muhteşem bir seyirlik hâline getirmeye yetiyor.

Başlıkta kast ettiğim şeye gelirsek, Kâzım'dan pek çok Fener taraftarı şu anda hiç hazzetmiyor. Fener camiası yetenekli, çalım atan, spektaküler oyuncuları sever ama Kâzım'ın bencilliği ve sorumsuzluğu o kadar ileri bir seviyede ki, göze batmaması neredeyse imkânsız. Ben onun yerinde olsam bu akşamki maçta hayatımın performansını sergilemeye çalışır, hiç olmadığım kadar kolektif oynar ve bu sezon için ne Guiza'dan, ne de Semih'ten memnun olan bu camiaya "bu takımın forveti benim" mesajı verirdim. Bunu yapabilecek her türlü yetenek ve yeterlilik kendisinde mevcut. Fener'in yıllardır oynadığı sistem için tek forvet olarak biçilmiş kaftan diyebilirim. Bunu hep savundum. Umarım beni yanıltmaz Kâzım. Ha, eğer bugün de saçmalar ve saç-baş yoldurursa, o zaman da biletinin kesilme vakti iyice yaklaşmış olur.

Denizli bildiğimiz gibi

Mustafa Denizli, iş konuşmaya geldi mi mangalda kül bırakmayan nadide futbol adamlarımızdan biri. Ona baktığınızda, dünyada futbolu en iyi onun bildiğini, onun dışındaki hiç kimsenin hiçbir şey bilmediğini düşünürsünüz. Yaptığı her şeyi en doğruymuş gibi lanse eder; yanlış yaptığı söylendikçe o yanlışında daha ısrarcı davranır. Herkese yanıldığını göstermeye çalışır ve bunun için de sonuna kadar inat eder. Ama o kadar çok yanlış yapar ki, önünde sonunda iş gelir, onu o çok doğru gördüğü/bildiği kararlarından dönmeye zorlar. Hiçbir zaman "siz haklıymışsınız, ben hata yapmışım" da demez, demeyecektir. Halbuki resmen tükürdüğünü yalamaktadır, kulağının üstüne yatıp bu hiç olmamış gibi davranır.

Şimdi birileri çıkıp bana "bir insanın farklı sistemler denemesi, farklı maçlarda değişik stratejiler uygulaması çok mu yanlış?" diyecektir, eminim. Cevabım da şu: Denizli'ninki öyle bir şey değil, açık bir şekilde tükürdüğünü yalamak. Ve sadece o da değil, bunu pişkin bir şekilde yapmak. Bir teknik adamın inandığı bir sistem olur; ekstrem ve anlık/günlük koşullar dışında o inandığı sistemde ısrar eder. Ama Denizli uzun süre kendi bildiğinde ısrar ediyor. Sonra o bildiğine tamamen zıt bir şey yapıyor. Sonra bir başka şey yapıyor. Sonra ona zıt bir başka şey... İstikrar denen şeyin bu kadar uzağında bir futbol mantığı bu ülkedeki hiçbir teknik adamda yok (bir de Terim'de var).

İşte bugün: Sezon başından beri aklı başında herkesin söylediği şey, benim de defalarca yazdığım şey bu takımın asla 4-3-3 oynayamayacağı; 4-4-2'nin varyasyonlarını oynaması gerektiği idi. Sezonun kader maçında kaybederse çok şeyi kaybedecek olan Denizli, kendisini eleştirenlere karşı net bir şekilde yelkenleri indirdi ve korkusu yüzünden kendi inandıklarını çiğneyip takımını 4-4-2 düzeni ile çıkardı sahaya. "Madem doğru olan buydu, 1 senedir neden yapmadın?" diye sorarlar adama. Ama o bu soruya da verecek pişkin bir cevap daha bulur, eminim.

Sağda Ekrem, solda Tello, ortada iki Alman ile çok sağlam bir orta sahası vardı bu gece Beşiktaş'ın. Ama Denizli bu, her şeyi doğru yapması adeta imkânsız. Hücum hattının en formsuz adamları Nihat ve Bobo değil de, Tabata ve önünde Nobre ile 4-4-1-1 oynasaydı, bence bu maçı kazanırdı Beşiktaş. Ama Denizli haftalardır adeta yokları oynayan Nihat ve Bobo ile takımını 2 kişi eksik oynattı. Rakip 10 kişi kaldığında bile beraberliği kaybetmekten korktuğu için takımını ileri itemedi. Yaptığı değişiklikler de zaten sahadaki elemanlarına o mesajı vermedi: Fink'in yerine Uğur (neden?), Tello'nun yerine Tabata, Bobo'nun yerine Nobre... Maç başında 1 puan teklif edilse, Rıdvan'ın hep kullandığı tabirle "uçağa bile binmeyecek" olan Beşiktaş, rakibin eksilmesinden sonra kazanma şansını bulduğu maçı berabere bitirerek yine de çok kritik 1 puanı almayı başardı. Şimdi içeride (bu maçtan daha zor geçecek olan) rövanşı kazanması gerekiyor. Sonra CSKA'yı da yenerse 7 puanla bu gruptan çıkar. Çıkamasa bile 3. olmaya bakmalı, o iki maçı kesinlikle kaybetmemeli. Denizli saçmalamayı bırakırsa, neden olmasın?

18 Ekim 2009 Pazar

Bokta boncuk aramak

Blog âleminin en tatsız taraflarından biri, futboldan anlasa da anlamasa da herkesin konuşması. Ha, elbette özgür bir platform bu, herkes her istediğini söylemekte serbest. Zaten "olmasın" da demiyorum, tatsız diyorum. Bugüne kadar 1 tek insan evladının bloguna girip de "hayır, yanlış düşünüyorsun" demişliğim yoktur. Böyle düşündüğüm onlarca kez oldu ama tenezzül etmedim. Ayrıca sonuçta hazımsız bir insan da değilim. Ama ziyadesiyle hazımsız kişilerin aynı şeyi bizim yazılarımız için yaptığını da görüp gına getirdiğimiz vâkidir, bu ayrı konu. Neyse, işte bu futboldan anlamayan ve sezon başından beri "Rijkaard'ın bokunda boncuk arama" sevdasında olan bünyeler, Rıdvan Dilmen isimli (onlar gibi yüzlercesini arka cebinden çıkaracak bir) futbol adamının "zaman zaman işler kötü giderken sistem değiştirilebilir, değiştirilmelidir" şeklindeki yorumuna demediklerini bırakmadı. Hatta o kadar acınacak durumdalar ki, "Rijkaard yenik durumdayken bile Baros'u çıkarıp Nonda'yı alır; forveti ikilemez!" gibi aklı başında hiçbir insanın söylemeyeceği şeyler söyleyip yazdılar haftalar boyu (ve hatta buna kendileri de inandı!). Ama işte bugün, o bokunda boncuk aradıkları, yellense tapınacakları Rijkaard skor avantajını ele geçirdiğinde Kewell gibi bir "sol açığı" çıkarıp, Barış gibi kazma ve terörist bir "defansif orta sahayı" oyuna soktu. Ha, bana göre Rijkaard kesinlikle doğrusunu yaptı ama Rıdvan'ı eleştiren zavallılar şimdi Rijkaard'ı "sistemsizlik" veya "korkaklık" ile itham edebilecek mi? Hiç zannetmiyorum. Hep beraber okuyacağız, hepsi kulağının üstüne yatacak. Tabii erdemli insan olmak o durumda biraz utanmayı, sıkılmayı gerektirir ama bunu beklemeyelim bence.

Daum'un hediyesi

Fenerbahçe'nin bugün oynadığı oyunu eleştirmenin bir anlamı yok. Çünkü bu maça kadar bütün müsabakaları bu tarz bir oyunla kazandı. Ama bir nüans var: Şimdiye kadarki "akılcılık"tan, bugünkü maçın son dakikalarında eser bile yoktu. Öncelikle Daum'un, Fener taraftarının yeni boy hedefi olması için çaba gösterdiği Bekir isimli arkadaşı, Gökhan'ın yerine sağ beke alması affedilir gibi değil. Gökhan'ın cezalı duruma düşmesinden korkmasını anlayabiliriz ama onu çıkaracaksa bile oyuna girmesi gereken oyuncu asla ve asla Bekir değildir. Selçuk'u bile stopere alıp Önder'i sağa koysa anlarım. Ama yapılması gereken şey, daha önce sağ bekte oynayıp çok çok başarılı olan Topuz'un o bölgeye çekilip, Özer'in oyuna alınmasıydı.

Bunun yanında Vederson'u çıkarırken (savruk da olsa) açık alanlarda çok etkili olan Uğur yerine bitik durumdaki Andre Santos'u sokması da bir başka skandaldı. Aslında sağ kanatta oynadığında takıma yarardan çok zararı olan Kâzım'ın ilk 11 başlaması da büyük bir hataydı. Buna rağmen ilk yarıyı önde kapatarak büyük bir şans elde etti Fenerbahçe. Ama ikinci yarıda üzerine gelen rakibine karşı ikinci golü bulamaması en büyük yanlışıydı.

İleriden başlayarak takıma baktığımız zaman, Semih pivot rolünü iyi yapmasına rağmen (artık kesinlikle eminim ki) Fener'de asla ilk 11 oynayacak bir oyuncu değil. Depar, sürat, çabukluk, çeviklik gibi meziyetlerden hiçbir şekilde nasibini almamış bir oyuncu çünkü. Fener'in hiç görmek istemediğimiz o "uyuşuk" futbolunun da en büyük müsebbiblerinden biri. Kâzım deseniz, inanılmaz derecede vurdumduymaz, kolektif oyundak uzak ve yukarıda belirttiğim gibi yarardan çok zararı olan bir oyuncu. Mehmet Topuz, Vederson ve Emre ise takımın bugünkü iyi isimleri arasındaydı. En azından ellerinden gelenin en fazlasını vermeye çalıştılar.

Gökhan, sezonun ilk birkaç haftasının ardından girdiği o formsuzluğu aynen sürdürüyor. Ben, bu vasat futbolundaki en büyük etkenin Kâzım olduğunu düşünüyorum. Önünde içe doğru kat eden, kolektif oynayan ve savunmaya yardım eden Topuz olduğunda çok daha iyi oynadığını G.Birliği maçında gördük. Önder ve Bilica vasatın üzerinde oynadı. Cristian son derece etkisiz, sadece savunmaya yardım eden ama yine kritik pas atmayan bir ön libero rolündeydi. Selçuk'tan çok fazlası olduğunu söylemek mümkün değil. Carlos da aynı şekilde vasat oynadığı gibi, sanki Fener'i kafasında bitirmiş gibi göründü bana. Birçok pozisyonda sorumluluk almaktan özenle imtina etti ve pısırık bir görüntü sergiledi. Devre arasında bağlasan durmaz gibime geliyor. Onu bu hâliyle oynatmak ise bir başka hata.

Bugünkü maç kaybedildi diye eleştirilmesi gereken şey takımın iyi oynamaması olmamalı. Zaten iyi oyun da çok gerekli bir şey değil günümüz futbolunda. Ama çıkarılması gereken birkaç ders var:

1.Hangi oyuncu oynamazsa oynamasın, Fener'in orta sahasında Topuz, Cristian, Emre ve Özer/Uğur/Vederson oynamalı. Emre ve Cristian yokken Selçuk; Topuz yokken (Kâzım değil!) Deivid ya da Özer oynamalı.

2. Skor avantajının ele geçirildiği maçlarda oyuncuların bugünkü (ve daha önceki pek çok sezondaki) gibi rehavet içine girmeleri kesinlikle engellenmeli. Rehavet ya da disiplinsizlik yüzünden skorun artmasına engel teşkil eden oyuncular mutlaka cezalandırılmalı. Çünkü ne kadar iyi defans yaparsanız yapın ve rakip kim olursa olsun, önünde sonunda bir hata yapıp golü yiyebilirsiniz.

3. Bekir'in bu takımda yeri yok. Sağ bekte taraftarın yaka silktiği Ali Bilgin bile ondan daha iyi oynar. Ama duruma göre Önder ya da Topuz ilk seçenekler olmalı bu bölgede.

4. Carlos devre arasında mutlaka gönderilmeli ve sol bekte (diri olursa) Andre Santos ya da Vederson oynamalı. Sol açıkta Uğur, ön liberoda da Selçuk bu kadar geri plana itilmemeli.

5. Semih artık o sünepe görüntüsünü bırakmalı ya da bir daha oynatılmamalı.

Fener'in önünde şimdi zorlu bir Bükreş deplasmanı var. O maçta da bugünkünden farklı bir görüntü olmayacak. Ama olmak zorunda. Oyun anlayışı olarak geride alan daraltan, önde pres yapmayan, önce gol yememeyi amaçlayan bir futbol genelde kabulümüz. Ama milyonlarca kere belirttiğim gibi oyuncuların bu forma içinde asla ve asla uyuşuk ve vurdumduymaz olma hakları yok. Olanlar forma giyiyorsa, buradaki suç da sadece kulübenindir. Bunu unutmayalım.

G.Antep (4-4-1-1): Mahmut 6 - Erkan 5 (62' Ferdi 5), Tolga 6, Cesar 6, Ivan 5 - Murat 6, Hakan 6 (76' Erman 6), Zurita 6, Olcan 7 - Jorginho 5 (79' Beto 5) - Julio Cesar 9

Fenerbahçe (4-4-1-1): Volkan 7 - Gökhan 6, Önder 7, Bilica 7, Carlos 6 - Kâzım 3, Cristian 5, Emre 7, Vederson 7 (76' Andre Santos 6) - Mehmet 6 (88' Özer) - Semih 6

Goller (2-1): Julio Cesar 84', 90+4' - Semih 25'

Hoca'ya saygılarla...

Ağzından çıkan her kelimeyi, her cümleyi huşu içinde dinlediğim Ünsal hocanın, taa Ocak 2004'te Radikal gazetesinde Neşe Düzel'e verdiği röportaja burada yer vermek istiyorum. Neden bu röportaj? Çünkü o dönemde inanılmaz derecede popüler olan Popstar yarışması ve o yarışmanın en büyük yıldızı olan Bayhan isimli genç (şimdi nerede?) ile ilgili olarak yaptığı tespitler, söylediği diğer her şey gibi çok ayrıksı da ondan. Nasıl bir vizyona ve düşünce diyalektiğine sahip olduğunu net bir şekilde gösteriyor. Hoca'ya saygılarımızla...

Popstar yarışmasını seyrediyor musunuz?

Zaman zaman seyrediyorum. Yazı da yazdım bu konuda.

Bu yarışma entelektüel çevrelerde de taraftarlarını ve muhaliflerini yarattı. Olumlu ya da olumsuz, bu çevrelerin de ilgisini çekiyor Popstar yarışması. Bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?
Entelektüel dediğiniz insan türü 24 saat entelektüel değildir. Hatta entelektüel dediğiniz insan türü, tarihin bazı dönemlerinde entelektüel gibi yaşar, bazı dönemlerinde de soytarı gibi. İnsan ömrü yalıtılmış bir gerçeklik değil ki. Yaşadığınız dönemle etkileşim halinde olan bir hayata sahipsiniz. Eğer dünya bugün ciddiyetten uzaklaşıyorsa, insanı daha mutlu ve daha özgür kılacak bir politik aksiyon, bir tefekkür kalmamışsa, entelektüel dediğiniz insan kategorisi de dünya ne haldeyse onu taban alır ve o da gündelik ekmeğinin peşinden koşar. Öyle ki, bugün artık güzel lafları savunmak, dünyadan keyif almayan hasta ruhlu bir aydın olmak sanki.

Anlamadım...
Bugün güzel düşünceleri savunduğumuz zaman 'boring' (sıkıcı) oluyorsunuz. Ama piyasanın yaygın laflarını konuştuğunuz zaman boring olmuyorsunuz. O zaman hayatı seven, insanlara tepeden bakmayan bir aydın sayılıyorsunuz. Bence insana tepeden bakmanın en namussuz biçimi, insanı bugünkü zelil durumunda ele alıp, sırtını okşamaktır. Oysa insanoğlu daha iyi bir yaşama sahip olabilir, daha iyi bir sofrada yemek yiyebilir, daha iyi bir iş sahibi olabilir, gelirini artırabilir ve daha temiz bir şehirde yaşayabilir. Marx, 'Bizim amacımız işçi sınıfını sevmek değil' diyor. 'Biz insanoğlunu seviyoruz. Bizim amacımız, işçi sınıfını bugünkü zelil durumundan bir an evvel kurtarmak...'

Bunun Popstar yarışmasıyla bağlantısı nedir?
Popstar yarışması gibi programları fazlasıyla beğenen aydınlar, hayatlarını Marlon Brando'nun, Bertolucci'nin filmleriyle zenginleştirmiş insanlar. Eğlence olsun diye Popstar yarışmasını ve buna benzer programları beğeniyor olabilirler ya da bunlara tolerans gösterebilirler. Yalnız şu var ki, onlar televizyonu açıp o programları bir saat izliyorlar, iki gün sonra da bir tiyatroya gidiyorlar. Diğer insanlar gibi hayatları bütünüyle bu tür şeylerden oluşmaya başlamadı.

Entelektüeller, hangi açılardan ilgileniyorlar bu konularla?
Eğer entelektüel ciddi bir entelektüelse kalabalıkların beğenisini horlamaz. O, kalabalıkların beğenisini değiştirmesini ister.

Peki bu konularla ilgilenmek ya da ilgilenmemek, entelektüelliğin bir göstergesi olabilir mi?
İyi ya da kötü entelektüelin göstergesi olur bu. Biz bazı kavramların içini boşalttık. entelektüel hayat karşısında sorumluluğu olan insandır. Bu sorumluluk da, daha çok sayıda insanın iyiyle ve güzelle tanışmasını istemektir. Buradaki hayat felsefi anlamda bir kavramdır. Hayat, shopping center ya da life style gibi şeyler değildir. Öğrencilerimden biri geçenlerde bana, 'Hocam biriyle ilişkim var' dedi. 'Şikâyetin nedir peki' dedim.

Neymiş?
Bir sürü şey saydı. Ben de, 'Peki onun yanında niye hâlâ duruyorsun' diye sordum. 'Jipi büyük' dedi. Ben jip düşmanı değilim. Sevgilisinin inşallah kamyonu da olur ama, insan bir aşkta jipten önce başka şeyler de ister. Kendi hayatına sahip çıkmaya daha fazla özenir. Aşkın tam olması için, sevgilisi aynı müzikten, aynı şiirden hoşlanıyor mu, buna da bakar. İşte entelektüellik burada devreye girer. Ama dünyada bugünkü yaşama biçimi öyle irrasyonel ki, insanı mutlu kılmıyor, aklını özgürleştirmiyor. Oysa rasyonel olan, insanın rahat etmesidir, korkusuz yaşamasıdır ve jipi var diye değil, sevmek istediği için doyasıya sevmesidir. Biz aileler olarak dünya kadar emek verip çocuklarımızı okutuyoruz. Sonra ne oluyorlar?

Ne oluyorlar?
Bir büyük holdingde abuk sabuk bir işte oturuyorlar. 20 sene sonra da onlara, 'Senin artık bilgilerin out of date oldu. Öyle geçici bir master programıyla da bu bilgilerini geliştiremezsin. Onun için seni artık Filipinler'e sürelim. Üçüncü, beşinci derecede yerlere gönderelim' diyorlar. Siz artık, dünyada bugünkü sistemde 45 yaşında bir süprüntüsünüz. İnsanın adına hayat diyeceği şey bu mudur?

Bunun entelektüellikle bağlantısı nedir?
Entelektüel olmak bu sorunu fark etmek demektir. Bu sorunu fark etmeyen de entelektüel değildir. O, olsa olsa 'literati' olur. Okuryazarlığı olanlara 'literati' denir. Literatiden noter olur. Sütun yazarı olur. Formatı 36 ülkede geçerli olan bir televizyon programını buraya getiren organizatör olur. Literati dil bilir, iyi giyinmesini bilir, şakalaşmasını bilir. Ama ben neyim gibi düşünceleri aptallara mahsus şeyler zanneder. Bugün dünyanın 36 ülkesinde popstar yarışması yayımlanıyor. Master denilen kalıp dışarıdan getirilip aynı program bizde de yapılıyor. Dünya artık tek bir modelde insan üretmeye başladı.

Popstar yarışması hangi nedenlerle toplumun böylesine büyük ilgisini çekti?
Televizyon, içimizdeki arzuları, deneyemediğimiz şeyleri, kamu adına olumlayan bir nevi etik şifre oluyor. İnsanlara, 'Sen de yapabilirsin. Müzik eğitimi görmeden, ortaya çıkıp sen de hayatını şarkıyla değiştirmeyi düşünebilirsin. Eğitim almadan dansçı, baleci, sütun yazarı olabilirsin' dedirtiyor. Ayrıca bir de yabancılaşma diye evrensel bir olgu var. İnsanlar yere saçılmış civa taneleri gibiler. Toplumun işleyişi, herkesi tek başına bırakma, önemsiz kılma, aynı sorunları paylaşsa bile o sorunları çözmek için bir araya gelmeyi düşünmeme mantığına dayanıyor. Bu yüzden de böyle bir toplumda herkes bilinmek, fark edilmek, görünmek için çırpınıyor. Giyim, kuşam merakımız da buradan geliyor. Farklı olalım, birey olalım, birileri bizi görsün... Günümüzde bütün dünya bir yabancılaşma içinde. Akıllısı da yabancılaşma içinde, akılsızı da. En çok yabancılaşan da literati dediğimiz meslek edinmek için okumuş yazmış olanlar.

Popstar yarışmacılarından Bayhan'ın cinayet işlemiş olması bu yarışmaya ilgiyi artırdı mı sizce?
Bunu cevaplamak çok ayıp Neşe hanım. O, programa renk kazandırıyor.

Bayhan olmasa bu yarışma bu kadar ilgi çeker miydi?
Bunu bilemeyiz. Bayhan'la işin dramatik yönü patladı ve bu da algılamayı kolaylaştırdı. Dramatik boyut yüzünden, izleyici programın içinde daha çok yer aldı.

Bayhan elenirse bu yarışmaya ilgi azalır mı?
Sanmıyorum. Çünkü şu yargıya varıldı. Bu toplum artık cinayeti ebedi bir suç, ebedi bir leke saymıyor. Bir tarafta başarılı bir iş yaparsan, cinayet falan hoş görülebilir. Toplum bu mesajı aldı. Zaten herkes de bunu istiyor. İşlediği cinayetlerden sonra bir yerlere gelmesine, toplumun hoşgörüyle bakmasını istiyor. Bu hoşgörü öyle insanları yücelten bir hoşgörü değil. Şair Ece Ayhan'ın dediği gibi, ortalama insanın kendi bataklığı içindeki hoşgörüsü bu. Ece Ayhan, 'Bir toplumun içinde sen ne kadar çabalarsan çabala, nereye gidileceğini toplumdaki ortalama insanın baskısı belirler' diyor.

Bu tür yarışmalarda seyirciler yarışmacılarla özdeşlik kurar mı?
Kurar. Buradaki özdeşleşme aynı kültürü ve geleneği paylaşan halkın kendi içindeki hatırlatmalardır. Bu kültürün içinde kalırsanız günün birinde albay ya da general olursunuz. Bu kültürün dışına çıkarsanız uzatmalı çavuş olursunuz.

Bayhan, yarışmanın başından beri en çok ilgiyi çeken yarışmacı oldu. Sadece şarkı söyleme biçimi değil, sahnede duruşu, bakışı da diğerlerine benzemiyordu. Onda hep bir yabancı hali vardı. Sanki o, ne yarışmaya ne de başka bir yere aitmiş gibi... Onun bu hali seyirciyi nasıl etkiledi?
Cevabı çok basit. O, hepimiz gibi yersiz ve yurtsuz biri. Böyle yersiz ve yurtsuzken, şimdi Kaf Dağı'nın ardında peri padişahının ülkesinde bulunuyor. Televizyonda yarışmaya katılıyor. Yarışmayı kazanırsa, padişah kızına bunu koca olarak seçecek. Herkes işte buna imreniyor. Onun yırtıcılığı, yabanıllığı, görgüsüzlüğü, duruşu, insanlara şunu söylüyor: 'Senin de şansın var. Niye olmasın?' Bu, sıradan insanın sırtının farklı bir şekilde sıvazlanmasıdır. Sıradan insana, 'Hiçbir kusurun fazla değil. Bütün bu kusurlarla birlikte pekâlâ Kaf Dağı'nın arkasında iyi sultanın açtığı yarışmaya katılabilirsin. Kız orada seni bekliyor' deniyor.

Bu yarışma bir ses yarışması değil. Çok daha iddialı hedefi olan bir yarışma. Bir star aranıyor bu yarışmada. Starı nasıl tarif ederiz?
Günümüzde star diye bir şey yok. Starlık geçici. Bu yarışmayı kazanan adam da çok kısa bir süre içinde basit bir kaset çarşısına, oradan da pavyonlara düşer. Zaten burada starın kendisi önemli değil. Bir star bitecek sonra başka bir star çıkacak. Burada, birçok kusurlarına rağmen, star olma sürecini görmek önemli. Bu programla onu gördük biz. Biz star olma sürecine bakıyoruz ve star olma yolu bize de açıkmış gibi geliyor.

Peki starı star yapan temel özellik nedir?
Zamana göre değişiyor. Daha önceleri çok çalışmak, sebat etmek, yıllara dayanmaya çabalamakken, şimdi starlık işi rastlantı ve talihle açıklanmaya çalışılıyor. Aslında rastlantı, talih yoktur. Talih, doğru zamanda doğru yerde olmayı bilmektir. O doğru yer ise bir metrekare. Oraya 55 bin tane adam girmek için mücadele ediyor. Peki içlerinden sadece biri nasıl oluyor da doğru zamanda doğru yerde olabiliyor? Doğru yerde olabilmek için kaç kişiye çelme takıyor, kaç kişiye ihanet ediyor, kaç kişinin elini eteğini öpüyor? Bütün bunları yaptıktan sonra işte bir star olarak keşfedilmiş oluyor. Tabii ben burada hak edilmemiş bir starlıktan söz ediyorum. Yoksa idil Biret, Suna Kan'a bu anlamda kim söz söyleyebilir ki. Onların emsali yok. Onları medya yapmadı.

Şöhretin yayılmasında medyanın rolü nedir peki?
Medya sistemin hem yaratıcısı, hem ürünü. Artık bugün aile yok, medya var. Okul yok, medya var. Kilise yok, medya var. İnsanın doğumundan erişkin yaşına kadarki sosyalleşme süreci eskiden aile, arkadaş grubuyla olurdu. Şimdi ölünceye kadar bizi medya sosyalize ediyor. Sistemin uygun gördüklerini kabullendiriyor, uygun görmediklerini dışsallaştırıyor.

Peki medya kimi şöhrete taşıyacağına nasıl karar verir? Seyirciler ve okuyucular mı medyanın tercihini belirler yoksa medya mı seyircilerle okuyucuların tercihini?
Günümüz toplumunun en iyi sosyal bilimcileri medyada çalışanlardır. İnsanı en iyi onlar tanıyor. Türk halkı tuzlanmış et mi, pastırma mı yoksa sucuk mu sever? Siz istediğiniz kadar bu konuda bilimsel araştırma yapın, hiçbir zaman bunu günü gününe saptayamazsınız. Ama halkın nabzını elinde tutan medyacılar, halkın nereye gittiğini, ne olduğunu sezinler. Medya hiçbir şeyi rastlantısal olarak tercih etmez. Bir şeyin tutup tutmayacağını sezer o. Sonra da tutacağını hissettiği o anlayış, o yaklaşım, medya istese de istemese de bir anda toplumda güçlenir. Medya hiçbir zaman tek başına günahkâr değildir. Ama günahsız da değildir. Deniz Seki, benim hayatımda medya aracılığıyla yer alan biri. Deniz Seki hayatımda çok yer aldığı zaman ne oluyor biliyor musunuz?

Ne oluyor?
Kızımın hayatta olmak istediği şeyde, belirleyici faktörlerden biri olmaya başlıyor. Oğlumu da ne olacağı konusunda bir başka medyatik tip etkiliyor. Bütün ömrünü yazmaya okumaya harcayan benim, bir baba olarak çocuklarıma katkım artık eskisi gibi olmuyor. Ben üniversitede öğrencilerimin kafalarını geliştirmeye çalışıyorum. Bana, güzelce olan bir kız öğrencim, 'Hocam Marx kim? İyi bir şey mi' diye soruyor. Marx'ı artık okumuyorlar. Marx'ı master, doktora öğrencileri de okumuyor.

Şöhretlerin toplumdaki işlevi nedir? Niye toplumlar içlerinden şöhret çıkarma ihtiyacı hisseder?
Aristotoles, 'İnsanların bir kısmının özgür olması için kölelere ihtiyaç var' diyordu. Gerçi gelişmiş makinalar dönemine geçildi ama, mülkiyet sistemi değişmediği için, kölelik toplumun bir bölümünün sözüm ona özgür olması için hâlâ gerekiyor. Biz işte bu görüntüden sıkılıyoruz ve yılda bir, iki kez Popstar gibi yollarla kölelerden birkaçını yukarılarda bir yerlere çıkarıyoruz. Böylece bizim de bir gün o yerlere gelebileceğimizi düşünüyoruz. Bu özgürlük bizi rahatlatıyor. Ama bu yolda kaç genç kızın, kaç genç erkeğin hayatının heder olduğunu düşünmüyoruz.

Hiç yoktan, bir insanı belki şöhret yapabilirsiniz. Peki temeli olmayan bir şöhreti sürdürmek mümkün müdür?
İsim vermeyeyim ama... İdil Biret mi daha şöhretli yoksa adını ve resmini her gün medyada gördüğümüz bilmem ne artist ya da şarkıcı mı? Biz toplum olarak çok değerli porselenlerimizi müzeye kaldırdık. Onları hayatın bütün alanlarından çıkardık. Yaşadığımız hayatta artık ucuz porselenler var. Sorarım size, böyle mi olmalı hayat?

Ülkenin en acı kaybı

Türkiye topraklarında yaşayan (bana göre, naçizane) en "değerli" insan hayata gözlerini yumdu. Gözlerimdeki buğular yaş olup akmasın diye kendimi zor tutarken, nur içinde yatmasını diliyorum. Onu hiç unutmayacağım.