18 Aralık 2009 Cuma

Beşiktaş 2 - Bursa 3

"İlk yarıyı lider bitiririz."

3 hafta önceki Sivas galibiyetinden sonra Beşiktaş teknik direktörü Mustafa Denizli'nin sözleri...

(Vakti zamanında İngiltere'yi yeneceklerini iddia edip 8 gol yediği zaman, ertesi günkü Milliyet'te Mesut Yavuz'un çizdiği karikatürü hatırlamanın tam sırası...)

Avrupa Ligi eşleşmeleri

Fenerbahçe ve G.Saray, beklendiği gibi zorlu rakiplerle eşleşti Top 32'de. Fener'i (şayet geçerse) bundan sonraki turda, tam bir cehennem olan Liverpool eşleşmesi bekliyor. G.Saray ise şayet At. Madrid'i elerse bu durumda Everton-Sporting galibi ile oynayacak. Ne olursa olsun Avrupa Ligi'nin, önceki yıllardan çok daha heyecanlı ve zevkli olacağı kesin gibi.

Mourinho vs. Ancelotti

"Ancelotti'nin İngiltere'de yaptıkları her gün İtalyan gazetelerinde övgüye boğuluyor" diyerek meslektaşına karşı duyduğu haseti ortaya koyan Mourinho, şimdi ona karşı basında kaybettiği bu mücadeleyi sahada kazanma fırsatı yakaladı. Elbette her ikisi de Avrupa şampiyonluğu için ciddi aday sayılan bu takımların daha Top 16'da eşleşmesi gerçekten de büyük şanssızlık. Zira bu 16 takım arasında kadro kalitesi olarak ilk 5'e girebilecek ekipler bunlar. Her durumda elenene yazık olacak diyebiliriz.

Çeyrek final öncesi Şampiyonlar Ligi'ndeki diğer eşleşmeler şöyle:

17 Aralık 2009 Perşembe

Becoming More Like Alfie

90'ların en saygın pop gruplarından biri olan "The Divine Comedy"nin 1996 tarihli üçüncü albümünün bu en güzel şarkısı, Michael Caine'in başrolünde oynadığı ve iflah olmaz bir çapkını canlandırdığı efsanevi film "Alfie"deki karakterden bahsediyor. Gerçekten de dahiyane denecek kadar güzel şarkı sözleri yazmış Neil Hannon. Şarkının melodisi, düzenlemeleri, vokali zaten 10 numara. Klibi ise (filmi de bilenler için) son derece eğlenceli. Yine müziksever (ve değerini bilecek) azınlığa ulaştırmayı bir borç biliyorum.



"Are you all settled in? Right, then we can begin. My name is..."
"ALFIE!"

Once there was a time
When my mind lay on higher things
And once there was a time
I could find pretty words to sing
But now, well now I find
It saves time to say what you mean
I know it seems so unrefined
but it's time to let off some steam

Oh come on!
Everybody knows that No means Yes
Just like glasses come free on the N.H.S.
But the more I look through them the more I see
I'm becoming more like Alfie

Once there was a time
When a kind word could be enough
And once there was a time
I could blindfold myself with love
But not now—now I'm resigned
To the kind of life I had reserved
For other guys less smart than I
Y'know—the kind who will always end up with the girls

And besides
Everybody knows that No means Yes
Just like glasses come free on the N.H.S.
But the more I look through them the more I see
I'm becoming more like Alfie

Oh come on!

Rijkaard'ın niyeti

Dün gece deplasmanda oynanan Sturm maçında Rijkaard, takımdan gönderilmesine kesin gözüyle bakılan birkaç futbolcusuna görev verdi. Sturm, Ali Sami Yen'de bile sarı-kırmızılıları zorlamış bir ekipken söz konusu takımla deplasmanda oynanan maçta gençlere ya da gönderilmesi düşünülen oyunculara "son bir şans" verilir mi? Bunun adı resmen gaddarlıktır. Hadi onu geçtim, hayatında sağ çizgi tarafına hiç geçmemiş Alparslan'ı bu maçta sağ bek oynatmak da ne oluyor? Ya da Aydın'ı uç forvet? Rijkaard'ın yaptığı "hadi gösterin kendinizi"den ziyade, "şu maçta saçmalayın da, ben de ipinizi rahatça çekebileyim" tarzı bir yaklaşımdır. Ve hiç de adil değildir.

Eğer genç bir oyuncunun takıma katkısı ölçülecekse, takımın en iyi ve ideal hâlinin sahada olduğu bir maçta söz konusu oyuncunun mevkiindeki ismin yerine bu oyuncu konulur; "hazır makine" içinde ne katkı yapacağına bakılır. Zamanında Emre Belözoğlu 17 yaşında A takıma alınırken, Hagi, Şükür, Suat, Okan gibileri ile değil de çoluk-çocukla ve üstelik sağ açıkta falan oynasa futbolcu olabilir miydi? Bunun gibi bir şey.

Onun dışında G.Saray'ın futbolu için ne söylenmeli, bilmiyorum. Böylesi bir kadroyla Avusturya deplasmanında 1-0 yenilgiyle dönmek bile iyidir. Daha as kadronun oynadığı (oynamaya çalıştığı) futbolun bile ne olduğu anlaşılamamış ve oturmamışken, böyle abuk-sabuk yap-bozlar, süreyi daha da uzatacak hamleler gibi görünüyor bana. Ligin ilk yarısı bitsin, zaten G.Saray camiası da kendi içinde takımla ilgili bir değerlendirme yapacaktır.

15 Aralık 2009 Salı

Quaresma dururken...

İtalya'da her sene en kötü performans sergileyen oyuncuya verilen "Altın Bidon" ödülünü, bu yıl Fiorentina'dan 25 milyon avro karşılığında Juventus'a geçen Felipe Melo'ya gitti. Geçen yıl söz konusu onura erişen (!) Quaresma'yı az bir farkla geçen Melo, aslında bana göre sezon başından beri fena bir grafik çizmedi. İnsanlar ondan uçmasını, kaçmasını, gol atmasını, asist yapmasını vs. bekleyince, hâliyle ortaya çıkan performans ile tatmin olmaları da imkânsızlaşıyor. Halbuki Melo Emerson tipinde, ikili mücadelelerde üstün ama işin hücum yönünde sürüyle eksiği olan bir oyuncu. Dolayısıyla ondan beklenen şeylerin de bu minvalde seyretmesi gerekir. Ayrıca hem geçen yıl hem de bu yıl Serie A'da Quaresma'dan daha skandal bir oyuncu herhalde yoktur diye düşünüyorum. Varsa bile bu kesinlikle Melo değildir. Misal listede bu sene üçüncü olan Tiago, Melo'dan fazla ne yapmış? (Not: Quaresma bu yıl sezon başından beri 7, Tiago 15, Melo ise tam 32 resmi maçta görev yapmış.) Oyuncunun kendisinin de söylediği gibi, bu seneki ödülü belirleyen şey, onun Juve'ye gitmesine kızan Fiorentina taraftarlarının oyları olmuştur. Geçmiş olsun demekten başka çare yok...

14 Aralık 2009 Pazartesi

Ligde 16. hafta sonunda görünüm

Süper (!) Ligimizde ilk devrenin son haftasına geldik. Şöyle bir baktığımızda, ilk 6 haftanın sonunda herkes (hepimiz) 2 takımlı bir şampiyonluk yarışı izleyeceğimizi düşünüyordu ama sağ olsunlar, Fener ve G.Saray tıpkı geçen yıl olduğu gibi diğer takımları bu yarışa ortak etme konusunda oldukça ısrarcı davrandı. 1993 yılında evinde Trabzon, (İzmir'de) Bursa ve yine evinde G.Saray'a (hem de 4-1) yenilerek üst üste 3 mağlubiyet alan Fenerbahçe, 16 yıl sonra bir kez daha bu rekorunu egale etmiş oldu. G.Saray ise, Hollandalı teknik direktörünün kafasındaki oyunu oturtmaya çalışırken yaşanması gayet normal olan (bizim de sezon başından beri geleceğini bağırdığımız) o sıkıntılı dönemi yaşıyor. Bu arada Beşiktaş, yanardöner ve rüzgâr nereden eserse oraya doğru bükülen teknik direktörü ile nerelerden gelip bu yarışa ortak oldu. Camianın da teknik direktörden bir farkı yok; birkaç maç kazanılınca yine her şeyi unuttu onlar da... Takımlara tek tek bakarsak şunları söyleyebiliriz:

Fenerbahçe'de, Alex geldiğinden beri takımın üzerine çöken o iğrenç hava, 5.5 senedir bir türlü kaybolmuyor. Bana göre Alex gitmeden de bu havadan, bu vurdumduymazlıktan kurtulmak mümkün değil. Gerçi denebilir ki, zamanında kazma ama inanılmaz savaşçı olan Nobre ve Tuncay ile Türk futbol tarihinin gördüğü en iyi orta saha ikilisi Appiah ve Aurelio varken de Alex takımdaydı ve o takım köpek gibi koşuyordu. Ama ben de diyorum ki, o oyuncular artık yok. Eğer yine öyle bir takım kurulacaksa Alex kalabilir; ama onun dışında takımdaki sünepelik bence ondan yayılıyor herkese.

Devre arasında Carlos gidiyor. Deivid ve Güiza ise mutlaka gönderilmeli. Hatta para ediyorken Andre Santos da gönderilmeli. Ayrıca inanılmaz derecede disiplinsiz olan Bilica ve Kâzım da... Hiç işe yaramayan Bekir ve Ali Bilgin de... Mızmızlanmasından bıktığım, oynamadığında sorun çıkaran, oynadığında ise hiçbir halta yaramayan Semih de... Bu oyuncular bedava gönderilmeyeceği için belli bir bütçe buradan gelecektir. Takıma yabancı ve Avrupalı bir stoper; yine Avrupalı bir sol bek; sağ açığa Hamit, sol açığa Tuncay ve forvete de dağıtıcı bir 9 numara alınmalı. Devre arasında 5 transfer yapılır mı? Eğer sezonu yine 4. bitirme olasılığı bu kadar yüksekse, takımdaki hava bu kadar bozuksa, disiplin diye bir şey kalmamışsa vs. yapılır. Hatta 5 değil, 10 transfer yapılmalı zira takımın yedek kulübesi de bu kadar adam gittikten sonra zayıflayacak. Türkiye'de alınabilecek sürüyle genç ve yetenekli oyuncu var ama alınırken önce yeteneğine ya da fiziğine değil karakterine bakılmalı. Mesela Mehmet Batdal da imzayı attıktan 1 hafta sonra soluğu gece kulüplerinde alacaksa hiç transfer edilmesin daha iyi. Özetle Fener için mevcut oyuncularla devam edildiği sürece taraftarın içi her daim buruk olacak.

G.Saray'da Rijkaard'ın ne yaptığını artık anlamaya çalışmıyor, sadece seyrediyorum. Neeskens gibi bir adam bile "Fener maçından önce de 4-3-3 oynuyorduk, şimdi de öyle oynuyoruz" diyorsa zaten adamların şirazesi kaymış demektir. Dörtlü defansın önünde Topal-Sarp, onların önünde Keita-Arda-Kewell, ileride Baros'un olduğu bir düzene eğer 4-3-3 diyorsa, Neeskens'in bunadığını düşünürüm ben. Onun bu söylediğine koşulsuz inananlara da acırım sadece. Resmen 4-2-3-1 olan bu sistemle Barış-Topal-Sarp'ın bir arada olduğu bir takım aynı olur mu? Neyse, artık at gözlüğü olan zavallılara laf anlatmaktan bıktım.

Rijkaard'ın bu sistem karmaşasını geçersek, takıma oturtmaya çalıştığı bir oyun modelini de ben göremiyorum. Mesela geçen yıl bütün Fenerliler olarak nefret ettiğimiz Argones'in takımı bile mevcut G.Saray'dan çok daha fazla pas yapan, ne yapmaya çalıştığı daha belli olan bir takımdı. Rijkaard mutlaka bir şeyler istiyor ve bir şablon oturtmaya çalışıyordur ama 16. haftada bunun hâlâ emaresini bile görememek, günü yaşayan bir takım görmek hüzün verici. İkinci yarıda neler olacağını hep birlikte yaşayacağız. Ama şunu söylememiz lâzım: G.Saraylılar sezon başında "şampiyon bile olmasak olur, yeter ki geleceğin futbolunun temelleri atılsın" diyordu ama şu anda o futbolun f'si bile ortada yok, ve fakat şampiyon olma ihtimalleri (hücumcularının kalitesi bu kadar fazlayken) gayet yüksek. Hakikaten traji-komik bir durum bu.

Beşiktaş hakkındaki görüşlerimi sürekli yazıyorum zaten. Türkiye'nin en kötü teknik direktörlerinden biri tarafından yönetiliyor bu takım. Bir futbol ekolünün, sürekliliği olan bir oyun anlayışının milyonlarca ışık yılı uzağında, günü yaşayan, bir gün dediğini ertesi gün kendisi inkâr eden ama pişkin bir şekilde kulağının üzerine yatan snob bir hoca bu. Ama Fener ve G.Saray'ın aptallık kelimesiyle dahi açıklanamayacak hataları yüzünden geçen yıl rüyasında bile göremeyeceği iki kupayı aldı. Bu yıl da 12 puan geriden gelerek ve rezil ötesi bir futbol oynayarak yeniden potaya girdi. Herkes (camia) bir anda havalandı ama teknik direktörün kalitesizliği ile takımın hücum organizasyonları konusundaki kabızlığı yüzünden iki maçtır yine kazanamıyorlar. Fener ve G.Saray "iyi " olsun demiyorum, "normal" performans göstersin, Beşiktaş'ın ikinciliği bile imkânsız bu ligde.

Şenol Güneş'in Trabzon'u ise gayet umut veren bir başlangıç yaptı. Güneş, futboldan anlamayan zavallıların "futbolcu değil" dediği Alanzinho isimli müthiş oyuncusunu nasıl kullanacağını çok iyi biliyor; birinci artısı bu. Gökhan gibi tek forvet oynayamayacak rezil bir forvetin yerine (sezon başında da yazdığım gibi) yeteneksiz olsa da çalışkan olan Umut'u kullanması ikinci artısı. Türkiye'nin Gattuso'su diyebileceğim Serkan Balcı'yı orta sahanın sağında kullanması ise en büyük ve üçüncü artısı. Bunun yanında öne geçtiğinde soldaki Gabric'i sağa, sağdaki Serkan'ı ortaya, Alanzinho'yu da sola alıp 4-5-1'e dönerek baskılı dönemleri atlatması da, dersine ne kadar iyi çalıştığını gösteriyor. İki haftadır öne geçer geçmez bu hamleyi yaparak oyunu tutmaya çalıştı ve başarılı oldu Şenol hoca. Serkan'ın dinamizmi ve pres gücüyle rakibi bozmayı düşünüyor bu anlarda ve bu hamlenin tuttuğunu görüyoruz. Yalnız bu haftaki Denizli maçında Gabric'in yerine Ceyhun'u alarak ikinci yarının hemen başında 4-5-1'e dönmesi normal ama, daha sonra Umut ve Alanzinho sahadayken Gökhan'ı oyuna almasını yadırgadım. Yine de Güneş Seul'de bir takım değişimler yaşamış, bunu açık bir şekilde görebiliyoruz. Türkiye'nin en iyi hocası olabilecek bir karakter, olgunluk, centilmenlik ve işbilirlik görüyorum kendisinde. Sadece 2 hafta için söylüyorum bunu, maçları kazanması da önemli değil. İlk zorlu sınav olan (ve geçmişten yaralı olduğu) Fener karşısında bakalım neler olacak..

Kayseri'de Tolunay Kafkas gibi pek beğenmediğim bir hocanın damgasını vurduğu bir yükseliş var. Damgasını vurduğu diyorum çünkü takımın savunma organizasyonu, oyun disiplini ve fizik gücü iyi. Yalnız en baştan beri Tolunay'ın en büyük eksiği hücum organizasyonlarındaki fukaralık. Bu konuda bir ilerleme de görmüyorum. Makukula ve Cangele'nin (ayrıca Mehmet Eren'in) kişisel becerileriyle gidiyor şimdilik takım. Bu konu öyle "şak" diye çözülemeyeceğine göre onlardan ikinci yarıda bir düşüş bekliyorum. Hatta bu hafta Antalya maçını da zor geçerler.

13 Aralık 2009 Pazar

Özdilek ve Pellegrini'nin öğrettikleri

1 gün arayla iki maç seyrettik; Antalya-G.Saray ve Valencia-Real Madrid. Her ikisi de konuk takımların 3-2 galibiyetiyle sonuçlanırken, bu maçlar esnasında teknik direktörlerin oyuna nasıl etkide bulunduğuna dair 1-2 tespit yapmak istiyorum.

Göreve geldiğinden bu yana takımını motive etme konusunda bir sıkıntı yaşamayan, hocalık kariyeri için (küçük de olsa) umut kıvılcımları saçan "Şifo" Mehmet Özdilek, bu sezon başından beri takımına (Mourinho tarzı bir) 4-3-3 formatını uygulatıyor. Burada ileri uçta oynayabilecek Dijehoua ve Veysel gibi iki forvete sahip olması bir şans. Ayrıca her iki kanatta da oynayabilen Zitouni de önemli bir oyuncu. Solda ise Özdilek, Fatih Ceylan'ı düşündü uzun süre. Ne zaman kadar? Necati transfer edilene kadar. Necati takıma girdikten sonra birkaç maç sağ açıkta falan oynadığını da gördük ama bir süre sonra oyun formatı kendiliğinden şekillendi ve bu oyuncu en verimli olacağı forvet arakasında serbest oyuncu rolüne büründü. Bu haftaki G.Saray maçında o kadar ilginç bir şablon vardı ki, 4'lü defansın önünde bir üçlü, onların önünde Necati, "tek bir kanatta" Zitouni ve ileride de Dijehoua... Ztouni ilk yarıda sol açık oynadığı için karşısındaki Uğur'u takip ediyordu ancak G.Saray'ın sol beki Caner boş oyuncu konumundaydı. Ortada oynayan üçlünün sağındaki Sedat oraya "yanaşarak" yardım yapıyordu ancak bu asimetrik ve riskli dizilişe rağmen G.Saray'ın bunu kullanamadığını net bir şekilde gördük.

Gelen sürpriz ve ilginç gollerle Özdilek'in eli iyice güçlendi, ikinci yarıda skor 2-1'e gelmesine rağmen net pozisyon vermeden, en az 1 puan alacakmış gibi bir görüntüyle maçı götürüyorlardı. Taa ki Özdilek havaya girip o saçma sapan değişikliği yapana ve intihar edene kadar... Orta sahanın ortasında Sedat gibi bir savaşçı ve Jedinak ile Ertuğrul gibi hem koşan hem de ayağı iyi olan iki oyuncusuyla 58. dakikaya kadar iyi pres yapan Antalya'da, kenarda değişiklik için (bir sol açık olan) Gürhan'ı gördüğümde Necati ya da Dijehoua'nın çıkıp, Zitouni'nin sağa, Gürhan'ın da sola geçerek simetrik ve sağlıklı bir 4-3-3 oluşturacağını düşündüm. Ama inanılmaz bir şekilde oyundan çıkan kişi Ertuğrul oldu! Ertuğrul "x" bir nedenle oyundan alınmış olabilir, bunu bilmiyoruz ama eğer o çıkacaksa bile yine orta sahaya "merkez" bir presçinin girmesi gerekiyordu. Gürhan girince defansın önünde Sedat-Jedinak, sağda Zitouni ve solda Gürhan, önde (gücü iyice tükenmiş bir) Necati ve en uçta Dijehoua ile 4-4-1-1'e dönüldü. Ve durduk yerde ev sahibinde orta sahanın ortası 1 kişi eksilmiş oldu. Bu dakikadan sonra Antalya'nın 1-2 karambol pozisyon dışında hiç pozisyon üretemeyip, topun kontrolünü tamamen rakibe bıraktığını gördük. Ve maç bağıra bağıra gelen gollerle uçup gitti.

Özdilek başta olmak üzere tüm genç teknik direktörlerin bu tip hatalardan ders alması ve kendilerini buna göre geliştirmesi gerekiyor. G.Saray gibi bir takıma karşı (üstelik rakip ivme kazanmışken) asla (ve asla!) orta sahanın ortasından bir oyuncu eksiltemezsin. Bilakis buraya takviye yapman, kanatları da ikişer kişiyle savunman gerekir. Ama Özdilek tam tersine orta sahadan oyuncu eksiltip forveti durduk yerde ikileyince, neticeye de mahkûm oldu.


Buna benzer bir hamleyi dün gece Valencia deplasmanında Real teknik direktöründe de gördük. Maça (son haftalarda hep olduğu gibi) 4-3-1-2 başlayan konuk takımda orta saha klasik şekilde Lass-Alonso-Marcelo şeklindeydi. Önlerinde (tam da kendi mevkiinde oynayan) van der Vaart, ileride de Higuain ve Benzema vardı. İlk yarısı golsüz biten maçın ikinci yarısının başında sürpriz bir şekilde öne geçen, beraberlik golünden sonra üstünlüğü tekrar ele geçiren Real'de teknik direktör Pellegrini 75. dakikada ilginç bir değişiklik yaptı. Yedeklerde Gago, Diarra ve Granero gibi üç müthiş orta saha oyuncusu dururken kenarda hazırlık yapan Raul'u gördük. Maçın yıldızı Higuain oyundan çıkamazdı, Benzema ise fiziği ve deparlarıyla rakibi oldukça zorluyordu. O zaman? İnanılmaz bir şekilde oyundan alınan oyuncu van der Vaart oldu. Ve Real, Mestalla gibi bir cehennemde o dakikaya kadar 3.5 orta saha oyuncusu ve 2.5 forvetle oynuyorken; 3 orta saha ve 3 forvete döndü, inanabiliyor musunuz? Valencia'nın hocası ise o dakikada Navarro yerine Joaquin'i alarak maçı tamamen riske etti. Bu kumarı kaçınılmaz bir şekilde tutunca da maç 2-2 oldu. Bir teknik direktörün bundan daha kötü bir takım idaresi gösterdiğine şahit olmak gerçekten de çok zor. O dakikada göbekteki Lass-Alonso-Marcelo üçlüsüne (örneğin Benzema'nın yerine) presçi Diarra'yı alıp Marcelo'yu sol açığa koysa, van der Vaart'ı da çıkararak Granero'yu orta sahanın sağına yerleştirse (iddia ediyorum) Real kalan 15 dakikada asla gol yemezdi. Hoş, futbol tabii ki bir matematik değil bu yüzden "asla gol yemezdi" demek de pek doğru olmaz. Ama yedikleri gole bakın, tıpkı Elano'nun Antalya'ya attığı gibi ortadan gelişen ve huninin içinde yeterli presin olmamasından kaynaklanan bir gol olduğu görülüyor.

Ama dedik ya, futbol matematik değil. Real o değişiklikten sonra hiçbir olumlu icraat ortaya koyamasa ve maç sabaha kadar oynanasa gol atamayacak bir görüntüde olsa da, duran toptan gelen saçma sapan bir karambol golüyle yine de 3 puanı almayı başardı. Futbol da zaten bu yüzden güzel. Her şeyi doğru yapsanız da duran toplar, hakem, hatta bir deniz topu (!) bile bazen neticeyi tayin edebiliyor. Ama siz işini iyi yapmaya çalışan bir teknik direktör olarak duran toplarla vs. değil "oyun icabı" bir şekilde kazanacak bir takımı (her durumda) tesis etmek zorundasınız. Pellegrini dün gece bunun tam tersini yapıp adeta maçı kaybetmeye çalıştı ama şans yanındaydı.