31 Aralık 2014 Çarşamba

Best movies of 2014, #1: The Grand Budapest Hotel

1. The Grand Budapest Hotel (8.5)


Wes Anderson, 45 yaşında şimdiden sinema tarihine geçmiş, tüm filmografisi kendi içinde bir uyum arz eden, kendine has temaları ve görsel dünyası olan "marka" bir yönetmen (benim için Christopher Nolan'dan çok çok öndedir). Bu filmde de o görsel dünya, II. Dünya Savaşı'nın arefesinde, hayali bir Orta Avrupa ülkesindeki bir otelde çıkıyor karşımıza. Seyirciyi, hikâyenin başında gördüğümüz boş oda ve koridorlarıyla artık unutulmaya yüz tutmuş olan Büyük Budapeşte Oteli'nin 1930'lardaki "altın çağı"na götüren Anderson, bir soygun ve kaçma-kovalamaca filminin çerçevesi içinde yine mutlu olmaya çalışan "yalnız" insanları zaman zaman ironik, kimi zaman da hüzünlü durumların içinde resmediyor. Ve sayıları yine 10'u aşan (genç/yaşlı) yıldız oyuncusundan da çok yüksek performanslar alıyor. Özellikle Ralph Fiennes'ın, kariyerinin en hatırlanası ve görmelere seza rollerinden birinde olduğu, 15-20 yıl sonra değeri daha da katmerlenecek enfes bir film bu.

Best movies of 2014, #2: Köksüz

2. Köksüz (8)


Deniz Akçay'ın yazıp yönettiği "Köksüz", babalarını kaybeden İzmirli bir ailenin hikâyesini, aile bireyleri arasındaki çatışma ve hesaplaşmalar üzerinden anlatıyor. Özellikle evin (yaşadığı travma ile baş edemeyen) otoriter anne figürünün, hayattaki mutsuzluğunu adeta bir virüs gibi tüm çocuklarına geçirişini seyretmek, tahammül edilmesi çok zor bir şey. Zaten filmin sonu da seyirciyi ferahlatmaktan çok uzak ama bu sade hikâyenin anlatılış biçimi ve oyunculuklar, tek kelimeyle kusursuz. Özellikle anne rolünde Lale Başar ve evin büyük kızını canlandıran Ahu Türkpençe, şahsen kolay kolay unutmayacağım harikulade performanslar sergilemiş. Ama elbette bu oyuncuların yönetimi de dâhil olmak üzere asıl krediyi genç yazar/yönetmen Akçay'a vermek gerekiyor. Net bir "sinema duygusu" ile ne yapmak istediğini gayet iyi bilen ve filmini, hikâyeden ziyade (hatta bütünüyle) yaşanan "an"lar ve çatışmalar üzerine kuran Akçay, sonraki filmini merakla beklediğim bir yönetmen artık.

Best movies of 2014, #3: Gone Girl

3. Gone Girl (8)


Senaryosunu Gillian Flynn'in (2012'de yayımlanan, aynı adlı) kendi romanından uyarladığı ve David Fincher'ın yönettiği "Gone Girl", Hollywood kalıplarının ve klişelerinin çok dışında bir evlilik filmi. Aslında ne filmi olduğunu çözmek ve söylemek de kolay değil zira polisiye, kara film, romans vs. 'tür kümeleri'nin kesişiminde duruyor sanki. Hikâyenin merkezine (hemen hemen tüm filmografisine paralel olarak) beyaz yakalı ve başarısız bir orta yaşlı WASP erkeğini koyan Fincher, 149 dakikalık uzunluğunu hiç hissettirmeyen, öyküsü ile kolay kolay unutulmayacak bir filme imza atmış. Bu ilgi çekici öyküye (beklendiği üzere) her biri incelikle düşünülmüş kusursuz "Fincheresque" resim ve kadrajlarını; Rosemund Pike, Carrie Coon ve (şaşırtıcı şekilde) Ben Affleck'in yüksek standartlı oyunculuklarını ve seyirci beklentilerine itibar etmeyen ("mutlu" sondan fersah fersah uzak, tuhaf ve "alternatif" duruşlu) mutlu sonunu da eklediğimizde, yılın en iyi filmlerinden biri ortaya çıkıyor.

Best movies of 2014, #4: Frank

4. Frank (7.5)


Sinemayla yakından ilgilenen kimselerin bile adını pek duymadığı İrlandalı yönetmen Lenny Abrahamson'ın bu sıcak ve "bağımsız ruhlu" filmi, yılın belki de en güzel sürprizi. Film kısaca, İngiltere taşrasında bir gün müzisyen olma hayaliyle sıkıcı bir hayat sürdüren Jon'un, (Michael Fassbender'in frontman'liğindeki) The Soronprfbs grubuna katıldıktan sonra grupla birlikte yaşadığı kariyer yolculuğunu ve aralarındaki çatışmaları anlatıyor. Bunu yaparken Wes Anderson ya da örneğin Coen Kardeşler gibi kendine has, ironik ama bir yandan da hüzünlü, "özel" bir dünya yaratıyor. Bence yönetmenin birinci başarısı bu.

İkinci ve bir o kadar önemli olan şey ise seyirci beklentilerine yüz vermemesi (blog'daki sinema yazılarını okuyan herkesin bildiği gibi bu, sinemada en önem verdiğim parametrelerin başında geliyor). Öyle ki, son yarım saate girene kadar filmin, seyredenlerin özdeşleşeceği bir "başarı öyküsü" olduğu bile düşünülebilir ama özellikle o dokunaklı finale gelindiğinde, aslında Abrahamson'ın derdinin (Jon üzerinden) "Rain Man"deki Tom Cruise tarzı bir "dönüşüm" ve başarısızlık hikâyesi anlatmak olduğunu anlıyorsunuz. Özetle sinema ve müziği seven herkesin görmesi gereken çok iyi bir film "Frank".

Best movies of 2014, #5: A Most Wanted Man

5. A Most Wanted Man (7.5)


John Le Carre'nin bir romanından Andrew Bovell'in senaryolaştırdığı "A Most Wanted Man", Soğuk Savaş döneminde çekilen filmleri anımsatan karanlık ve melankolik bir casusluk gerilimi. Hikâyesini, Şubat ayında vefat eden Philipp Seymour Hoffman'ın canlandırdığı Alman istihbaratçı Günter Bachmann üzerinden anlatan film, 11 Eylül saldırılarının planlandığı şehir olduğu rivayet edilen Hamburg'u boşuna mesken seçmemiş. Zira amacı, Batı istihbarat birimlerinde mezkur saldırı sonrası hasıl olan o paranoyak ruh hâli ve onların, bununla baş etmeye çalışırken ortaya koydukları yöntemler üzerine düşünmek.

Yıllar sonra "A Most Wanted Man" dendiği zaman hepimizin aklına gelecek ilk (ve filmdeki diğer her şeyin üzerinde asılı duran) unsur, kuşkusuz Hoffman'ın oyunculuğu. Ağzında sigarası, özensiz görüntüsü, çökük omuzları ve cool edasıyla Hoffman, işini yaparken yalanlar söyleyen, insanları tehdit eden ve onların hayatını riske atabilen (ve bu erdemsizliklerin vicdanında yarattığı yükün altında ezilen) Bachmann'ı adeta bir elbise gibi üzerine giymiş. Bir kez seyredenin, bu performansı unutması mümkün değil ve buradan bakınca, usta oyuncunun ölümü elbette insanı daha da derinden üzüyor.

80'li ve 90'lı yıllarda (U2, Depeche Mode, Echo & the Bunnymen, Metallica, Nirvana, Red Hot Chili Peppers vb. gruplara) çektiği videolar nedeniyle müziksever bünyelerin gönlünde ve dimağında özel bir yere sahip olan Anton Corbijn, 4 yıl önce George Clooney'nin tetikçi rolünde olduğu "The American" filminde (beklentilerin tam aksine) "Le Samourai" tarzı sakin ve melankolik bir dünya inşa etmişti. Bu filmde de, sonbahar mevsimindeki Hamburg'u adeta bir karakter gibi kullanarak (senaryo bir takım mantık hataları ihtiva etse de) şahane resimlerle ve Bachmann üzerinden verdiği "önce diyalog" mesajıyla, vasatın çok üzerinde bir iş çıkarmış.

Best movies of 2014, #6: Deux jours, une nuit

6. Deux jours, une nuit (7.5)


Jean Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin yazıp yönettiği "Deux jours, une nuit", rahatlıkla kapitalist sistemin yarattığı bencil dünya ve bunun tek bir birey üzerindeki yıkıcı etkileri hakkında ağdalı bir dram olabilirmiş. Ama filmin en önemli erdemi de sanırım o savunmasız birey vasıtasıyla, "asla pes etmemek gerektiği" üzerine bir umut ışığına dönüşmeyi seçmesi. Bunun yanında Sandra rolündeki Marion Cottillard'ın olağanüstü performansının altını kalın bir şekilde çizmek gerekiyor. Ayrıca çalıştığı firmada ona yardım etmeyi kabul edenlerin çoğunlukla göçmen arkadaşları olması, günümüzde Avrupa'da yükselen siyasî akımlar düşünüldüğünde oldukça anlamlı. Belçikalı kardeşlerin kariyerleri boyunca sürekli tercih ettiği, kahraman(lar)ı yakından takip eden sallantılı el kamerası da, burada Sandra'nın koşuşturmacasıyla geçen (hem kendisi, hem seyirciler için) "gerilimli" hafta sonuna kusursuz bir şekilde hizmet ediyor. Özetle, insanı düşündüren ve seyretmek için harcanan 1.5 saate fazlasıyla değen bir film.

Best movies of 2014, #7: X-Men: Days of Future Past

7. X-Men: Days of Future Past (7.5)


2000 yılından itibaren ilk iki film ile beyazperdedeki X-Men evrenini inşa eden Bryan Singer, serinin yedinci filminde tekrar yönetmen koltuğunda. Geleceğin karanlık dünyasında, insanlarla mutantlar arasındaki savaşın artık sonuna gelindiği umutsuz bir noktada başlayan film, "Terminator" serisini hatırlatan bir numarayla meseleyi "kaynağında" çözmek üzere Wolverine'i görevlendiriyor. Söz konusu numara, senaryo açısından kafa karıştırıcı bir kontrpuan olarak görülebilir ama James McAvoy ve Michael Fassbender gibi iki oyuncunun seriye dahline vasıta olduğu için elbette başımız üzerine. Bunun dışında ABD'nin savaş yanlısı politikalarına (hem insanlar, hem Magneto vasıtasıyla) getirilen eleştiri, insan/mutant çatışması üzerinden (her zamanki gibi) azınlıklar için söyledikleri, genç Xavier'ın kendi içinde yaşadığı çatışmalar vs. ile tatminkar bir hikâye söz konusu. Görselliğe gelince, Quicksilver'ın Magneto'yu (Jim Croce’un “Time in a Bottle” [1973] şarkısı eşliğinde) hapishaneden kaçırdığı o baş döndürücü sekans, tek başına bir filmi kurtarabilir ama Singer'ın genel performansı da çok başarılı. Serinin hayranları zaten görmüştür ama iyi bir aksiyon seyretmek isteyen herkese tavsiye edilebilecek bir film.

Best movies of 2014, #8: Captain America: The Winter Soldier

8. Captain America: The Winter Soldier (7.5)


Sinemaseverlerin, üzerinde hep konuşup tartıştığı bir konudur: "Hangi devam filmi, öncülünden daha iyi?" Bu konuda akıllara gelen ilk iki film de mütemadiyen "The Godfather: Part II" ve "Terminator 2: The Judgement Day" olur (ben sadece ilkine katılırım) ama o listeye gönül rahatlığıyla bir film daha ekleyebiliriz artık. Zira "Captain America: The Winter Soldier", üç yıl önceki ilk filmin milliyetçi ve hamasi duruşundan uzak, liberal ve anti-militarist bir süper kahraman filmi. Aynı zamanda nostaljik kahramanını (özenli olmayan) bir numarayla modern dünyaya taşıdığı noktadan itibaren daha fazla silahla, tehditle ve şiddetle daha çok barışın tesis edilemeyeceğini net bir şekilde vurgulayarak gönülleri kazanıyor. Finaldeki "ikiyüzlü devlet" eleştirisi de cabası. Öykü anlatımındaki bu erdemlerin yanında çok iyi tasarlanmış takip/kovalamaca ve mükemmel koreografili (kansız) dövüş sahneleri ile bir aksiyon filmi olmanın hakkını da sonuna kadar veriyor. 2011'de, ertesi yıl başlayacak "The Avengers" evrenine bir giriş mahiyetinde özensizce çekilen ilk filmin çok ilerisinde, Kaptan Amerika'yı tek başına bir "süper kahraman filmi yıldızı"na çeviren bu filmi, bence türün meraklıları kaçırmamalı.

Best movies of 2014, #9: Nightcrawler

9. Nightcrawler (7.5)


Dan Gilroy'un yazıp yönettiği "Nightcrawler", pek çok seyircinin kişisel favorisi olacağına inandığım, cool ve kasvetli atmosferiyle gönülleri çelen, başroldeki anti-kahramanıyla konvansiyonel sinemaya alternatif bir yerde duran ama duyarlıklıktan uzak ve biraz fazla rafine bir film. Jake Gylenhall'un canlandırdığı Lou Bloom'un yükseliş hikâyesi olarak okuyabileceğimiz öykünün amacı, kapitalizmin (ya da 'sistem'in, o her neyse) bencilleştirdiği toplum ve bunun bir alt başlığı olarak çürümüş medya düzeni üzerine bir şeyler söylemek. Bu konuda yeni ve ilgi çekici bir fikri yok, biraz da fazla "kör parmağım gözüne" bir tavrı var ama sonuç itibarı ile durduğu yer elbette takdiri hak ediyor. Rolü için özellikle kilo veren ve korkutucu bir görünüme bürünen Gylenhall, Bloom rolünde Oscar'a aday olabilecek muhteşem bir performans ortaya koymuş. Los Angeles'ın karanlık sokakları ve gece görüntüleri de çok iyi. Tek sorun, Kubrick'in en sevilen filmlerinin başında geldiği halde benim biraz mesafeli durduğum "A Clockwork Orange"dan da taşan o "iticilik". Bunun, tıpkı Kubrick gibi Gilroy'un da bilinçli bir tercihi olduğu kesin ama naçiz kanaatim, burada ipin ucunun biraz kaçtığı yönünde (bu konu için ayrıca bkz: Salò o le 120 giornate di Sodoma). Yine de sadece Gylenhall'un performansı için bile en az 1 kere görülmeli.

Best movies of 2014, #10: Mavi Dalga

10. Mavi Dalga (7.5)


Balıkesir'de yaşayan liseli bir genç kızın hayatındaki 1 yıllık kesiti anlatan "Mavi Dalga", Türk sinemasında pek örneğini görmediğimiz tarzda bir gençlik filmi. Söz konusu yıl boyunca yaşadığı olaylarla belki biraz büyüdüğünü hisseden ama (o yaşta doğal olarak) ne istediğini hâlâ bil(e)meyen Deniz'in içinde bulunduğu ruh hâli, tam olarak filmin de derdi aslında. Hepimizin yaşayıp geçtiği o dönemlerin duygusunu, karmaşıklığını, bir şekilde kendi yolunu bulmak gibi zorluklarını vs. keskin dramatik iniş-çıkışlardan uzak durmasına rağmen, seyirciye bir yere kadar iletebildiği de rahatlıkla söylenebilir. Merve Kayan ve Zeynep Dadak'ın birlikte yönettiği film iddiasız, sade ama içten üslubuyla son yıllarda gördüğüm en iyi yerli yapımlardan biri.

Best movies of 2014

1. The Grand Budapest Hotel (8.5)
2. Köksüz (8)
3. Gone Girl (8)
4. Frank (7.5)
5. A Most Wanted Man (7.5)
6. Deux jours, une nuit (7.5)
7. X-Men: Days of Future Past (7.5)
8. Captain America: The Winter Soldier (7.5)
9. Nightcrawler (7.5)
0. Mavi Dalga (7.5)

Diğer: Whiplash (7.5), Birdman (7.5), The Signal (7), Interstellar (7), The Imitation Game (7), RoboCop (7), Guardians of the Galaxy (7), Michael Kohlhaas (7), Godzilla (7), Blood Ties (7), Kış Uykusu (7), How to Train Your Dragon 2 (7), Down of the Planet of the Apes (7), The Babadook (7), Million Dollar Arm (7), Non-Stop (7), A Walk Among the Tombstones (7), The Equalizer (7), De Behandeling (7), The Interview (6.5), Fury (6.5), The Maze Runner (6.5), The Fault in Our Stars (6.5), Hercules (6.5), Filth (6.5), Transformers: Age of Extinction (6.5), 22 Jump Street (6.5), The Rover (6.5), Edge of Tomrrow (6.5), Maleficent (6.5), Predestination (6.5), Flight 7500 (6), Amazing Spider-Man 2 (6), The Drop (6), John Wick (6), A Million Ways to Die in the West (6), As Above, So Below (6), Chef (6), Draft Day (6), Hector and the Search for Happiness (6), The Little Death (6), Need for Speed (5.5), Lucy (5.5), Divergent (5.5), American Sniper (5), Noah (5), Sin City: A Dame to Kill For (5), 300: Rise of an Empire (4.5)

Görmediklerim: Sivas, Pek Yakında, Boyhood, İtirazım Var, 20000 Days on Earth, Bai Rin Yan Huo, The Hobbit: The Battle of the Five Armies, Into the Woods, Exodus: Gods and Kings, The Hunger Games: Mockingjay - Part 1

13 Ocak 2014 Pazartesi

Fenerbahçe: İlk yarı değerlendirmesi


Ersun Yanallı Fenerbahçe, 2013/14 sezonunun ilk yarısında 23 resmî maç oynadı. Süper Kupa'da G.Saray, CL play-off maçlarında 2 kez Arsenal, Kupa'da Fethiye, Lig'de de Konya ve Karabük maçlarını kaybetti. Sicil açısından baktığımızda, 23 maçta 6 mağlubiyet hiç de az değil. Ama ilk yarının sonunda Fenerbahçe'de tablo toz pembe; nasıl oluyor? Cevap çok basit: Camia sadece ve sadece LİG ŞAMPİYONU olmayı düşünüyor da ondan..

Arsenal maçları kazanılsa bile meğer zaten CL'ye gidilemeyecekmiş, bu gerçek sonradan ortaya çıktı. G.Saray maçı zaten sezon başıydı; hoca yeni, Uefa'nın kararı bekleniyor, takım kötü oynuyor vs. Dolayısıyla o mağlubiyet de çok önemli değil. Türkiye Kupası'na gelince, orada neredeyse "isteyerek" elendiğimizi bile söyleyebiliriz. Camianın hiçbir unsuru, bu kupayı artık önemsemiyor çünkü. Son 2 yıldır kazandık ve bizim açımızdan hesap kapanmış oldu.

Dolayısıyla geriye 17 maçta 2 mağlubiyet kalıyor ve bu iki mağlubiyet -ve ayrıca iki beraberlik- sonucu toplanan 41 puan da, ligin son yıllardaki kısır görüntüsünü düşünürsek, gayet tatminkâr bir seviye. Zaten ikinci sıradaki takım, o kısır görüntünün devamı olarak 33 puan topladığı için 8 puanlık müthiş bir avantaj çıktı ortaya. G.Saray geçen yıl yine 33 puan almış ve Antalya'nın 3, Fenerbahçe'nin 6 puan önünde lidermiş. Ama bu sezon aynı puanla liderin 8 puan gerisinde.. Buradan bakınca, Ersun Yanal'ın ve "bu seneki Fenerbahçe"nin yaptığı işin büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor.

Bugünlerde sık sık geçen sezonun ilk yarısındaki Fenerbahçe ile bu sezonun ilk yarısındaki takımın karşılaştırıldığına tanık oluyorum. Hemen hepsinde, Fenerbahçe'nin geçen yıla göre çok daha etkili olduğu, hücumu daha fazla düşündüğü, "mentalite"sinin değiştiği vs. söyleniyor. Hatta bu görüşler, istatistiklerle de destekleniyor. Ama bence burada yapılan bir haksızlık var. O da şu: Geçen sezonun ilk yarısındaki Fenerbahçe, genel olarak "geçen sezonun Fenerbahçesi"ni hiç ama hiç yansıtmıyor. Zira o takımı tarihe kazıyan primer performans, EL yarı finaline çıkılmasıdır ve bunun en önemli sebebi de, devre arasında yapılan Webo ve Ziegler transferleridir. Hadi Ziegler neyse, hücumda çok etkili olmayan bir defans oyuncusu. Onun katkısı, ilk yarıda 40'a yakın maç oynayan Hasan Ali'yi rahatlatması ve maçların "ismi" büyüdükçe ortaya çıkacağı kesin olan "tecrübe" eksikliğini kapatmasıydı. Zira Lazio ve Benfica gibi rakiplere karşı -Fenerbahçe'de ilk sezonunu geçiren bir- Hasan Ali ile oynamak ve Ziegler ile oynamak çok farklıdır. Ziegler nispeten "düz" denebilecek bir oyuncu olmasına rağmen söylüyorum bunu. Ha, Caner geçen sezon "bu performansla" sol bek oynasaydı, Aykut hoca bunu deneyip üzerine gitseydi, o zaman Ziegler'in alınmasına hiç gerek kalmazdı; bu da ayrı konu.

Ama asıl faktör Webo'ydu çünkü Webo'nun transferi ile sağlanan kazanımlar birden fazlaydı. BU LİGDE oynanan oyunlar açısından 3'lü forvetin en ucunda hiç de iyi bir performans gösteremeyen Sow, çok daha verimli olduğu sol forvet mevkiine geçti. Takım, Sow'un yapamadığı işleri yapabilen bir "pivot" santrfora kavuştu. Ve belki de en önemlisi şu: Webo o kadar karakterli, o kadar profesyonel ve o kadar "kaybetmeye tahammülü olmayan" bir futbolcu ki, soyunma odasında da bir lider ve rol modellerden biri hâline geldi.

Bunun yanında takımın saha içi dizilişi kökten bir şekilde değişti, Avrupa'da neredeyse hiçbir takımın -tam olarak bu şekilde- uygulamadığı enteresan bir 4-3-3 ortaya çıktı. Bu dizilişte 1 adet pivot santrfor ve iki adet "açık" yok.. Ki dünyada 4-3-3 oynayan takımların neredeyse %99'u bu sistemi 7, 9 ve 11 numaralı oyuncularla oynuyor. Oysa Fenerbahçe geçen sezonun ikinci yarısından itibaren bunu üç adet "9 numara" ile oynamaya başladı ve Stoch ile Krasic'i o andan itibaren hiç kullanmadı. Bu sezon Türkiye liginde Mancini dâhil pek çok hocanın taklit etmeye çalıştığı bu diziliş, Ersun Yanal tarafından da Fenerbahçe'de devam ettiriliyor. Hatta o kadar benimsendi ki, Ersun hoca Stoch ve Krasic'i, bu sisteme hiç uymadıklarını gördüğü için takımdan gönderdi.

Dolayısıyla Aykut Kocaman'ın -deneme/yanılma ile bulunmuş olsa da- o "büyük hamle"sini burada anmamak, kendisine büyük bir haksızlık olacaktır. Aynı zamanda bu sezonki Fenerbahçe ile geçen sezonki takım sağlıklı bir şekilde karşılaştırılacaksa, "bu sezonun ikinci yarısındaki Fenerbahçe ile geçen sezonun ikinci yarısındaki takım" karşılaştırılmalıdır. Bunu bir yere koyalım.

Aynı mukayeseyi -bu ayrıntı ışığında- biz yapmaya başlarsak, istatistikler açısından şöyle bir tablo ortaya çıkıyor:


Geçen sezonki takım "savunmacı", bu sezonki takım "çılgın hücumcu" ise yenilen goller nasıl aynı oluyor? Atılan gol geçen yıl 1.6, bu sezon 2.5 imiş; bu çok anlaşılır bir şey. Ama yenilen goller maç başına 1.1.. Hatta kalemize yediğimiz şut sayısı, bu sezonun "çılgın" takımında daha az!.. Tekrar sormak isterim, bu nasıl oluyor? Cevabı bence şu: Ersun hocanın tercih ettiği oyun tarzının, "çılgın" ya da "hücumcu" (veya sadece bunlar) değil, aynı zamanda bu lig için "EN DOĞRU" oyun olmasından kaynaklanıyor.

Fenerbahçe riskleri maksimize ederek oynadığı zaman, kâğıt üzerinde belki gol pozisyonu verme şansı artacakmış gibi gelir insana ama saha içine baktığımızda, "ben bu maçı alacağım" diyerek oynayan bir Fenerbahçe'nin rakiplerine nasıl bir korku saldığını net bir şekilde görüyoruz. Evet, Fenerbahçe ligdeki G.Saray maçında -üstelik 1-0 öndeyken!- ikinci golü attığı sırada rakip ceza sahası civarında 7 kişiyle bulunuyor olabilir.. Evet, bu fazla "çılgın" bir oyun anlayışıdır, bir derby'de önde olan hiçbir İtalyan takımında bu tabloyu asla ve asla göremezsiniz mesela. Ama işte.. Daha önceki yazılarda da belirttiğim gibi bunu bir "felsefe" olarak ortaya koyar ve bu iştahı "sezonun geneline" yayarsanız, BU LİGDEKİ herhangi bir rakip de siz ileride 7 kişiyle hücum ederken topu kaptığında "bu adamlar şimdi o 7 kişiyle bunaltıcı bir pres yapıp topu kesin yeniden kapacaklar" diye düşünmekten kendini alıkoyamıyor. Teknik direktör, söz konusu tabloya bu "oyun anlayışı" ile katkı sağlar. Hatta tablonun asıl yaratıcısı odur.. Futbolcular, bu anlayışın üzerine bir de "yüksek kaliteli" ise -ki Fenerbahçe bana göre ligin en kaliteli kadrosuna sahip- onlar da rakip oyuncularda ekstradan bir çekince yaratır. Hele buna iç sahada 50 bin kişilik seyirci de eklenince, rakip takımın artık oradan çıkması çok zordur.

İşte Ersun Yanal'ın doğrusu burada oldu. Aslında sezon başında, Eskişehir döneminden süregelen o "pas futbolu arayışı" ile başarısız bir dönem geçirildi. Hatırlayalım, tablo kapkaraydı. Ama Süper Kupa artık gidince, Uefa'dan ceza gelip Arsenal maçlarının hiçbir ehemmiyetinin olmadığı anlaşılınca geriye sadece lig kaldı. Orada Konya mağlubiyeti ve sonraki hafta Eskişehir'e karşı -oyun anlamında ezilerek- alınan 1-0'lık galibiyet, dönüm noktası oldu. Ben o zamanlar "artık bildiğini yap Ersun hoca" diye yazmıştım. Okumuş mudur bilmiyorum ama kendisi de tam olarak böyle düşündü ve hem Fenerbahçe, hem de kendi kariyeri açısından hayati bir karar verdi. O yazı burada:

Artık "bildiğini" yap Ersun hoca..

Özetle demiştim ki, eğer büyük bir kulüpten bahsediyorsak "takımın beklerinin ileri çıkması" ve "çizgide sadece onların oynaması" gerekiyor. En hayati konu bu, "çizgide tek oyuncu". Ben bunun için 4-1-2-1-2'ye geçilmesi gerektiğini, kadronun söz konusu dizilişle "daha etkili" oynayacağını belirtmiştim. Ki hâlâ da aynı şekilde düşünüyorum. Ama Ersun hoca, Aykut Kocaman'ın 4-3-3'ünü devam ettirerek ve Kuyt ile Sow'u hücumda içeri alıp adeta birer "gizli 10 numara" gibi kullanarak yaptı bunu. Şu âna kadar çok da başarılı oldu.

Neticede işin özü değişmiyor: Günümüz futbolunda BÜYÜK takımlar, skor dengede ya da eksideyken geride en fazla 3 oyuncu, onlara yardım etme görevini hiç unutmayan iki orta oyuncu ve 5 hücum oyuncusuyla atak yapıyor. Ve çizgide de 1'er oyuncu kullanıyorlar, bu çok önemli. Avrupa'nın 4 büyük ligindeki maçları lütfen bu gözle seyredin, artık HD çekimler nedeniyle sahanın çok büyük bir bölümünü görebiliyoruz. 4-4-2, 3-5-2, 3-4-3, 4-3-3, 4-2-3-1 vs. önemli değil.. Hangi dizilişle oynanırsa oynansın, takımların hücum ederken sahaya dağılışlarına bakın.. 5 kişinin atağı düşündüğünü, 2 kişinin süpürücü orta oyuncuları olarak ve "belirli alanları parselleyerek" o atağa destek vermeye çalıştığını, diğer üç oyuncunun da gerideki alanı süpürmek için beklediğini görürsünüz.

TEMEL

Burada önemli olan şu: Tercih edilen diziliş, kadrodaki oyuncuların "maksimum verim" sağlayacağı bir diziliş olmak zorunda.. Yani o dizilişin herhangi bir pozisyonunda oynattığınız herhangi bir oyuncunun, o pozisyonun gerektirdiği özelliklerin %90'ını uygulayabiliyor olması lâzım. Bu cümleyi tekrar okuyunuz, futboldaki başarının temel kriterlerinden biri bu. Şahsen ben üzerine 200 sayfalık bir kitap bile yazabilirim. O kadar önemli ve o kadar detaylı bir konu. Mesela Zeman 1999 yılında Fenerbahçe'ye kurtarıcı olarak geldiğinde Sergen, Mosheau, Boliç, Moldovan gibi yıldızların olduğu bir takıma 4-3-3 oynatmak için ısrar etmişti. Sağ olsun, onun sayesinde Aygün Taşkıran'ın santrfor, Moldovan'ın sol açık, Mosheau'nin sağ açık oynadığı maçlar seyrettik. Düşünebiliyor musunuz, üçü de yanlış yerde oynuyor! Ve o 4-3-3, Aykut hocanın 4-3-3'ünden de çok farklıydı, onu belirteyim. Velhasıl, Ekim ayının ortasında göreve gelen Zeman sadece iki ay sonra teneke bağlanarak kovuldu.

Diziliş işte bu yüzden önemli. Ve ben hâlâ Fenerbahçe'nin 4 tane santrforunun, 8 tane de merkez orta sahasının olduğu mevcut kadrosunun, 4-1-2-1-2 ile daha başarılı olacağını düşünüyorum. Ama bu, 4-3-3 ile başarısız olacağı anlamına gelmiyor. Zaten bu kadro Aykut Kocaman tarafından 4-3-3 oynaması için oluşturulmuştu. Öyle de devam ediyor.

BİNA

Özetle, diziliş binanın temelidir. O temel sağlam atılmak zorundadır. Bu nasıl olur? Mevcut oyuncuların, seçilen dizilişteki rolleri en verimli bir şekilde yapabiliyor olması lâzım. Anahtar cümle bu. Ama temel, içine girilip yaşanacağı barınak olması açısından bir şey ifade etmez. Üzerine "bina" inşa etmek lâzım.

İşte orada mühendislik devreye giriyor ve her teknik direktörün bu konuda "yoğurt yiyişi" farklı. Şu yazıda belirtmiştim:

Ersun hocanın mütevazı devrimi

Yazıda şöyle diyor: "... İşte bu sebeplerden dolayı Fenerbahçe teknik direktörlüğü dünyadaki en zor işlerden biri. Takıma öyle bir oyun anlayışı ve sistem uygulatacaksın ve ezberleteceksin ki, Türkiye'deki maçlarda EN BÜYÜK gibi oynayacak, Avrupa'da ise KONTROLLU olacak ve haddini bilecek. Bu neredeyse imkânsız bir görev, o yüzden son 30 yıldır ne zaman Avrupa'da yoksak ligi kazanıyoruz, Avrupa'da devam edersek de ligi kaybediyoruz."

Fenerbahçe'nin 107 yıllık tarihinin en büyük iki "Avrupa Kupaları" başarısı, Zico ve Aykut Kocaman liderliğinde gerçekleşti. Bu performansların 2 ortak özelliği var:

1. Her ikisinde de tüm bir sezonu "pas futbolu" diyebileceğimiz kontrollu bir anlayışla oynadık.
2. Her ikisinde de ligi kaybettik.

Bunlara, bu sezon başında Ersun Yanal yönetiminde oynadığımız Salzburg ve Arsenal maçlarını da ekleyin. Sonra yine Ersun Yanal ile ilk yarıda elde edilen 41 puanı düşünün.. Hatta 2011'in ikinci yarısında Aykut Kocaman ile, daha önce 2003 ve 2004'te Daum ile ve 2001'de Mustafa Denizli ile kazanılan şampiyonluklara bakın.. Tamamı "baskılı ve agresif" bir futbol ile kazanıldı.

Yani nedir? Fenerbahçe LİGDE, bu sezonki Ersun Yanal takımı gibi oynamalıdır; örneğin geçen iki sezondaki Aykut Kocaman takımları gibi değil.. Ama buna karşılık Avrupa'da ise Zico'nun CL çeyrek finali oynayan takımı gibi oynamalıdır. Ya da Lazaroni'nin Manchester United ve Juventus'un arkasında 1 puan farkla çeyrek finali kaçıran takımı gibi.. Ya da bizzat Aykut hocanın geçen yılki takımı gibi.. Sezon başındaki Salzburg ve Arsenal maçlarından sonra, Ersun hocanın teknik direktörlüğündeki belki de tek eksiğin bu olduğunu belirtmiştim:

Ersun Yanal dönüşmek zorunda

Orada da belirttiğim gibi Ersun Yanal, top rakipteyken Türkiye liglerinin belki de en iyi teknik direktörü. Hatta top bize geçtiğinde set oyununda, Aykut Kocaman'ın oyun anlayışına bir katkı olarak "bekleri çizgiye açıp oyunu genişletmesi" çok büyük bir artıdır, bu da tamam.. Ama kendi denginiz ya da sizden daha güçlü bir takımla oynuyorsanız, Ersun hocanın Türkiye liginde çok geçerli olan o "baskı" oyunu Avrupa'da maalesef sökmüyor, sökebilmesi çok düşük bir ihtimal. O futbolla G.Saray 2000'de Uefa Kupası'nı kazandı, 13 yıl sonra geçen sezon CL çeyrek finali oynadı, o kadar.. Türkiye 2002'de Dünya Kupası üçüncüsü, 2008'de Avrupa üçüncüsü oldu. Son 30 yılda o futbolla uluslararası arenada kazanılan başka bir şey yok.

Sebebi de çok basit: Avrupa'daki 4 büyük ligin bütün takımları, bu presi aşma konusunda Türk takımlarından fersah fersah önde. Bu yüzden "top rakipteyken Türkiye'nin en iyi hocası" dediğim Ersun Yanal'ın "bana bunu dedirten özelliği", sadece ve sadece Türkiye ligi için geçerli.. Avrupa'da oynuyorsak, bu futbolun etkili olması için "pas kalitesi en fazla Türkiye'deki takımların seviyesinde olan" bir rakiple oynamamız lâzım.. Ki La Liga'nın 17. si olan bir takım bile, prese karşı, Türkiye Ligi'nin üçüncüsünden daha maharetlidir.

SONUÇ

Sonuç şu: Ersun Yanal, 2013/2014 sezonunun ilk yarısındaki performansı itibarı ile Fenerbahçe'de en az 3-4 yıl görev yapacak gibi görünüyor. Bunu toplanan 41 puan yüzünden söylemediğim herhalde aşikârdır. Önemli olan "felsefe"dir ve Ersun Yanal bu konuda Zico'dan beri süregelen o "sünepe" futbolu silip süpüren muazzam bir devrime imza atmıştır. Fenerbahçe'nin, bundan sonra artık LİGDE BU FUTBOLU OYNATAN hocalar dışında bir hoca ile çalışma şansı yoktur. Yönetim bir gün böyle bir hataya düşse bile, camia buna izin vermemelidir. "Fenerbahçe forması, bu ligde böyle oynar". İki iki daha dört..

Ama işte bir dip not olarak tekrar belirteyim: Gelecek yıl veya daha sonraki yıl CL maçları geldiği zaman, Ersun hoca takıma o maçlarda SKOR BİZİM İŞİMİZE GELDİĞİ ANLARDA geçen yılki Aykut Kocaman'ın takımı ya da Zico'nun çeyrek final oynayan takımı gibi bir futbolu da OYNATABİLMEK ZORUNDADIR. Konya ve Karabük maçlarının kaybedilmesinin, Beşiktaş'a karşı 10 kişiyle öne geçilmişken mağlubiyetten kurtulunmasının sebebi, BU FUTBOLUN EKSİKLİĞİ'dir. Bunu bugünden bir dipnot olarak koymuş olayım, ikinci yarıdaki derby deplasmanlarında bence -maalesef- bu konuya geri döneceğiz.