22 Ağustos 2013 Perşembe

Artık "bildiğini" yap Ersun hoca..


Ersun Yanal'ın Fenerbahçe teknik direktörü olarak yaptığı başlangıç, belki de son 25 yılın en kötüsü. Bunun olmasını bekliyor ve olmaması için haftalardır kafa patlatıp duruyordum, birkaç haftadır da buradan ve Twitter'dan yazmaya çalıştım. Bugün itibarıyla vardığım sonuç ise şu: Arsenal'a karşı sonucu "hezimet" şeklinde tecelli eden dün geceki maçın ardından CL bileti de kaçtığına göre, bence artık radikal değişiklikleri yapmanın zamanı geldi. Üstelik takımın ve daha özelde çok güvenilen bazı oyuncuların saha içindeki isteksiz ve bitik görüntüleri de, bir "şoklama"ya ihtiyaç duyulduğunu açıkça gösteriyor. Yani Ersun Yanal'dan beklediğim söz konusu değişim artık bir fantezi değil, bir "zorunluluk" hâline gelmiş durumda. Bu noktaya özellikle dikkat çekmek istiyorum.

Arsenal maçı öncesi attığım post hemen aşağıda. O yazıyı okumuş olanlar, sahaya sürülen 11 ve ilk yarıda oynanan futbolla ilgili bir sorunum olmayacağını tahmin edebilir. Bekir ve Kadlec tercihleri, Emenike yerine Webo'nun oynatılması vs. hepsi bence çok isabetliydi. Yani kadro tertibi ve oyun anlayışı doğruydu. Ama maçın sonucunu 2 detay belirledi:

1. İlk yarıda rakip tek bir gol pozisyonuna bile giremedi. Takım tertibi ve diziliş doğru olduğu için oyuncular zaten bildikleri alan savunmasını, yardımlaşmayı vs. kendi arasında yapabildi. Ha, oyun fazla "geride" kabul edildi, rakibin her seferinde orta sahayı kolay geçmesine müsaade edildi vs. kabul ediyorum. Ama camianın ve bizzat Ersun Yanal'ın içinde bulunduğu durumun "hassasiyet"ini göz önüne alırsak, bu "aşırı tedbirli" taktik anlaşılabilir diye düşünüyorum. Ve sonuçta işe yaradı mı, yaradı.

Demek istediğim şu: "Müdafaa"nın önemli bir kısmı, top rakipteyken iyi yerleşmek ve alan daraltmak değil midir? Takım dün gece ilk yarıda bunu lâyığı ile yerine getirdi. Ha, Ersun hocanın, işin bu kısmında "bildiğiniz gibi yapın" demek dışında bir katkısı olduğunu düşünmüyorum, onu da söyleyeyim. Ama zaten bu da normal, zira göreve geleli iki ay olmuş bir teknik direktörün, teslim aldığı kadroya "bildiklerinden başka bir şeyi yüksek başarı yüzdesiyle yaptırabilmesi" teorik ve/veya pratik olarak imkânsıza yakın bir şey. Velhasıl Ersun hocanın, tercihini "elindeki kadronun yapısına göre bir savunma duruşu"ndan yana kullanarak önemli bir teknik direktör doğrusuna imza attığını düşünüyorum.

Gel gelelim, bu söylediğim sadece "top rakipteyken pozisyon alma" ile ilgili. Ve fakat herkesin bildiği gibi savunma sadece bu şekilde yapılmıyor, yapılamaz. Çünkü futbol isimli bu mucizevi oyun robotlarla değil, insanlarla oynanıyor. Dolayısıyla maç boyunca topu rakibine bırakıp geride gömülen takımların, 90 dakika boyunca "maksimum" motivasyonla o savunmayı yapabilmesi mümkün değil. Önünde sonunda o çok profesyonel, ismi fazlasıyla büyük oyuncular bir anlık konsantrasyon eksikliği nedeniyle tek bir hata yapıyor ve tabela değişiyor. Dün ilk golde Kadlec'in yaptığı gibi.. Kadlec normalde o hatayı yapacak bir oyuncu mu? Asla değil. Ha, cahil cühela Fenerbahçe taraftarı şimdiden kendisini asmaya başladı ve bu gerçekten de çok acı. Çünkü ben Kadlec'in babasını çok iyi hatırlıyorum mesela, Çekoslovakya millî takımı ve Kaiserslautern'de üçlü savunmanın ortasında oynayan, hem kesici hem de oyun kurucu olan, son derece zeki bir oyuncuydu; defalarca seyrettim. Yıllar sonra oğlu Michal'i (bizim Kadlec'i yani) Leverkusen'de gördüğümde "babasının genlerinden bazılarını almış" demiştim, hâlâ da böyle düşünüyorum. Kadlec'in bir oyuncu olarak pek çok eksiği bulunabilir ama o kesinlikle dün geceki gibi hataları sezonda 1, hadi bilemedin 2 kez yapan bir oyuncu. En olumlu özelliği devamlılığı ve "genelde 10 üzerinden 7'nin altına düşmemesi" zaten. Ha, 9 olduğu da çok nadir görülür ama ondan o performansı da kimse beklemez zaten.

2. Dolayısıyla yukarıda ve daha önce yazdığım sayısız yazıda da belirttiğim gibi o "duruş", savunmanın sadece bir kısmı. Diğer kısmı ise "topa sahip olduğunuzda ne yaptığınız" ile ilgili, ki Arsenal karşısındaki Fenerbahçe'nin eksiği de tam olarak buydu. Neden eksikti? Onun cevabını "Ersun Hoca dönüşmek zorunda" yazısında belirtmiştim: Ersun Hoca "bu" oyun anlayışını daha önce hiç pratik etmemiş çünkü, takımları topa sahip olduğunda onlara hiçbir zaman "kontrollu olun, dengeli olun" dememiş. "E bunu demedim ama sonuçta ben teknik direktörüm, öyle oynatmak gerekirse onu da ben bilirim" diye bir şey yok. Senin 13 yıl boyunca hiç kafa yormadığın, mesai harcamadığın bu konuya hayatını vakfetmiş adamlar var: Parreira, Lucescu, Kocaman vb. gibi. Senin bunlarla salt "o konuda" aynı seviyede olabilmen mümkün değil.

Ama bunu tersi de söz konusu, Ersun hocanın antrenörlüğünün "eksik" kısımlarından dem vuruyoruz diye onun "eksik" bir hoca olduğunu söylemiyorum, hâşâ.. Hiç kimsenin haddi de değil böyle bir şey, sonuçta Parreira, Kocaman ve Lucescu gibileri de "direkt" oyunu Ersun hoca kadar pratik etmemiştir, mümkün değildir bu. O "basan, coşkulu, direkt oynanan" futbol da Ersun hocanın hayatı boyunca kafa yorduğu bir şey çünkü. Ama bunu Fenerbahçe gibi bir kulübün futbol takımına birkaç ayda oturtmak mümkün olmadığı gibi, o takımın bugünkü kadrosuyla oynayabilmek de çok zor.

Nitekim bu kadroyu Ersun Yanal kurmadığı için eli kolu bağlı, mecburen Arsenal gibi bir rakibe karşı riski minimize etmek zorunda kaldı ve kendi pratiğinde olmayan bir oyun oynatmaya çalıştı. Takım bunun "defansta yerleşme" kısmını yapabildi çünkü orası kolay, zaten hepsi de birbirini çok iyi tanıyor. Ama iş "topa sahip olduğunda yapılacaklar"a gelince, hoca 2 aydır bu konunun üzerinde hemen hiç durmadığı için ve takıma bunun pratiğini yaptırmadığı için oyuncular burada çuvalladı. Topun kontrolu o kadar terk edildi ki, geriye iyice yaslanan savunmada bireysel bir hatanın gelmesi de neredeyse kaçınılmazdı. 1 saat dolarken Kadlec ve Gökhan müşterek bir şekilde bu hataya imza attı ve skor dezavantajına düşüldü. O dakikadan sonra bu kadar kırılgan, "teknik direktör takımı olmak"tan bu kadar uzak bir topluluğun dağılması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu.

Arsenal karşısındaki sonuç benim beklediğim bir sonuçtu, bir önceki yazımı okuyanlar bunu biliyor. Tek ümidim şuydu: Bu savunma oyununu oynar ve skor dezavantajına düşmezsek Londra'ya 0-0 ile gidecektik ve bu skor, bu koşullarda fazlasıyla yeterliydi. Rövanşta ne olacağı allah kerim.. Ama olmadı. Söz konusu savunma oyununun asıl önemli olan kısmı top bizdeyken yapılacaklardı ve burada, "yanlış teknik direktör seçimi" veya "o seçildikten sonra kadronun, onun oyun anlayışına göre revize edilmemesi" yüzünden hocayla takım arasındaki uyumsuzluk ortaya çıktı. Bu yüzden "suç Ersun hocada değil" diyorum. Arsenal gibi takımlar da böyle bir uyumsuzluğu affetmiyor ne yazık ki.. Konya bile affetmemişken, bu gayet normal değil mi?

Değişim zamanı

İlk paragrafta belirttiğim gibi CL treni kaçtığına göre, artık değişim zamanı geldi demektir. Zaten lige de hayırlı ve şok bir mağlubiyet ile başladık, en nihayetinde bu da bir işarettir. Ersun hocanın hiç ama hiç vakit kaybetmeden "kendi bildiği" oyunu oynatmaya başlaması gerekiyor. Burada kritik nokta ve sorulması gereken soru şu: Eldeki kadro buna müsait mi? Cevap: Kesilmesi imkânsızmış gibi görünen oyuncuları kesecek kadar cesaretliysen, isimlere değil "oyun anlayışına en uygun" oyunculara forma verirsen, mevcut Fenerbahçe kadrosu içinden "Ersun Yanal futbolu"nu oynayacak bir 11 yapmak mümkün. Ve kutlu bir tesadüf olarak bu, "eldeki oyunculardan da maksimum verimi alacağımız" 11 aynı zamanda. "Hiç vakit kaybedilmemeli" demem bundandır.

Ersun hocanın devraldığı Fenerbahçe kadrosu aynı teknik direktörle, 3 yıldır hangi dizilişle oynuyor?


Kategorize edersek:

1 kaleci,
2 merkez savunmacı,
2 çizgi savunmacısı,
3 merkez orta saha (biri defansif, biri box-to-box, biri ofansif),
2 çizgi hücumcusu,
1 merkez hücumcu.

Kuyt bir çizgi oyuncusu mu? Feyenoord'dan Liverpool'a gittiğinde futbol hayatının %99'unda merkez forvet olarak oynamıştı. Liverpool da 20m € verirken onu santrfor olarak transfer etti. Ama Benitez ondan mükemmel bir çizgi oyuncusu yarattı, yıllarca EPL'de üst seviye futbol oynadı. Şimdi 33 yaşında, eski temposunda olmasa da fizik gücü, çalışkanlığı ve oyun aklıyla pek çok eksiğini kapatıyor. Geçen yıl Aykut Kocaman'ın oyun sisteminde maksimum verim sağlayarak 60 maça yakın oynadı, 17 gol, 15 asist üretti. Velhasıl Fenerbahçe'nin son 20 yıldaki en iyi sağ kanat hücumcusu Dirk Kuyt gibi görünüyor ama taraftar onu bugün beğenmiyor. Neden? Çünkü Ersun Yanal'ın oyun sistemi, "Kuyt'ın defolarını bütünüyle ortaya çıkaracak" bir sistem. Eğer Aykut hoca kalacaktıysa Kuyt daha 2 sene bu takımda 10 gol, 10 asistle oynardı ama Ersun hocanın siteminin "çizgi hücumcusu" asla ve asla Kuyt değildir. Krasic ve Stoch'tur mesela, ya da bunlara muadil olarak sayabileceğimiz sayısız oyuncudur ama Kuyt değildir.

Aynı şey Sow için de geçerli. Bu iki oyuncu, unutulmasın ki "3 yıllık bir çalışmanın ürünü" olan bir takımda iş yaptılar. Oyuncuların sistemi ve birbirlerini ezberlediği ortamlarda başarı ihtimali hep daha yüksektir. "İstikrar" diye yıllardır debelenmemiz bundan, en kötü teknik direktör bile uzun süre çalışma fırsatı bulduğunda "birlikte hareket eden" bir topluluk ortaya çıkarabiliyor. Aykut hoca gibi işin ilmine kafa yoran, detaycı ve titiz bir teknik direktör, Kuyt ve Sow'un kanat hücumcusu gibi göründüğü bir diziliş ile bu yüzden EL yarı finaline kadar gidebildi. Ama Ersun Yanal'ın yoğurt yiyişi bambaşka ve onun tarzında Kuyt ve Sow uzun bir süre takımın vasatları olmaya devam eder.

Bunun yanında Mayıs ayındaki Fenerbahçe analizimde de belirttiğim gibi Sow, üçlü forvette kanat oynadığında kaleye uzaklaşıp etkinliği düşüyor ama merkez forvet oynadığında da stoperlerin arasında kayboluyor. Kanatta bek kovalamak zorunda kalıyor, merkezde ise pivot rolünü oynayamıyor. Yani Fenerbahçe, hâli hazırda "elindeki en iyi futbolcu"sunu, olabileceği en verimsiz bir şablonda kullanıyor. Aykut hocanın takımı "oturmuş" bir takım olduğu için ve ayrıca oyun anlayışı Kuyt ile Sow'un "kanat oyuncusu olarak defolarını örten" bir anlayış olduğu için o zamanlar göze fazla batmadı. Ama teknik direktör değişince takke düştü, kel göründü.

Tekrar ediyorum, Fenerbahçe'nin elindeki en iyi oyuncu da, en değerli oyuncu da Moussa Sow. Bu yüzden, sadece bu yüzden bile diziliş, "onun en verimli olacağı, en fark yaratacağı" diziliş olmak zorunda.

Yukarıdaki kategorizasyonda "çizgi hücumcusu" dediğimiz kontenjanda Stoch, Krasic, Caner ve yarım Mehmet Topuz vardı. Stoch gönderildi, Krasic gönderiliyor ve Topuz da sağ bek olarak oynatılıyor. Bu durumda tıpkı "Fenerbahçe'nin kadro sorunsalı" yazısında da belirttiğim gibi Ersun hocanın kendisi de söz konusu şablonu değiştirecek demektir. Erkan Zengin ya da Jimmy Durmaz alınsaydı bunu söylemezdim. Ama görüldüğü kadarıyla bir çizgi hücumcusu transferi yapılmayacak.

Aynı yazıda forvetlerin yanı sıra orta saha oyuncularının yapısının da, 4-3-3'den ziyade 4-1-2-1-2'ye uygun olduğunu uzun uzun anlatmıştım. Bu diziliş "onların verimliliğini de maksimize edecek" çünkü. Zaten 4-3-3'te orta sahadaki o 3 kontenjan için, hâli hazırda kadroda 8 oyuncu bulunuyor. Bunlardan 2 tanesi ile yollar ayrılıp aynı kafada devam edilebilirdi. Ama Kuyt ve Sow konusunda söylediklerimiz yüzünden bunun yerine Stoch ve Krasic gönderilip, 8 merkez orta sahanın hepsi takımda tutulup, sadece saha içi dizilişi değiştirilerek bir taşla birkaç kuş vurmak mümkün olacaktır.

Mevcut koşullarda 4-1-2-1-2'nin faydalarını 2 madde ile özetliyorum:

1. Takımın mevcut kadrosuna "en fazla uyan", "oyuncuların en verimli kullanılacağı" diziliş bu.
2. Ersun Yanal'ın 13 yıldır pratik ettiği, uygulattığı oyun anlayışı için de en uygun diziliş bu.

Şimdi şablona bakalım, bu vesileyle yazının başında sözünü ettiğim "oyuncu tercihleri"ne gelmiş olacağım:


İşte Ersun hocanın kendi "direkt", baskılı ve riskli oyununu oynatabilmesi için en uygun kadro bu. Birazdan rol dağılımlarını yaptığımda, bu konu daha iyi anlaşılacak. Önce bu dizilişin tarihçesine ve ne mene bir şey olduğuna bakalım:

4-1-2-1-2 demek, benim için her daim 1994 Dünya Kupası demekti. O turnuvada Brezilya'nın teknik direktörü Carlos Alberto Parreira, başka hiçbir takımda kolay kolay görmediğimiz bu şablonla oynattı takımını ve sonunda şampiyon olmayı başardı. O dönemde 70'lerin meşhur 4-3-3'ü ve her dönem geçerli olan 4-4-2 gibi şablonlara, Derwall ve Piontek vesilesiyle 80'lerde 3-5-2 de eklenmiş, millet buna adapte olana kadar Almanlar pek çok kupada ya final oynamış, ya şampiyon olmuştu. 90'ların başında da 3-5-2 çok revaçtaydı ama ben herhangi bir organizasyonda 4-1-2-1-2 oynayan bir büyük takım hatırlamıyorum.

O zamanlar HBB diye bir kanal vardı, Güney Amerika'nın Dünya Kupası elemelerini saat kurup kalkarak sabahın köründe seyrederdim. Bu sayede Brezilya'nın grupta oynadığı tüm maçları da seyretmiştim. Parreira, işte o elemeler boyunca da vazgeçmediği 4-1-2-1-2 şablonu ile Dünya Kupası'nı (penaltılarla da olsa) kazanmayı başardı. Turnuva boyunca Brezilya'nın "kökenlerine ihanet ettiği" ve sıkıcı bir futbol oynadığı ile ilgili sayısız eleştiri hatırlıyorum. Ama Parreira ilkelerinden hiçbir şekilde taviz vermedi ve hedefe ulaşmayı bildi (zaten ilkeli bir insan olduğu içindir ki, 1 yıl sonra Fenerbahçe'yi şampiyon yapmasına rağmen Ali Şen gibi bir başkanla çalış(ıl)amayacağını görerek CL'de oynama fırsatını tepti ve ülkesine döndü; bu ayrı bir konu..).

Brezilya, o Dünya Kupası'na şu kadro ile başlamıştı:


Rai o dönemde PSG'nin büyük yıldızı ve takım kaptanı. Dunga daha 29 yaşında, forvet arkası oynayan ama savunma görevlerini de ihmal etmeyen bir dinamo. Yaşlanınca 98'de ön liberoya geçmişti ama 94'te 7 maçın hepsinde bu pozisyonda oynadı. Zinho teknik, dar alanda çok etkili sol ayaklı bir sihirbaz. Mauro Silva ise adeta bu şablon için yaratılmış kusursuz bir ön libero.

İlk 2 maçtan sonra Rai gibi oyun kurucu ve sanatçı bir oyuncunun, Dunga ve Zinho'nun varlığında bir lüks olduğunu düşündü Parreira. Ve taraftarların sevgilisi olan, özel hayran kitlesi bulunan o oyuncuyu kesip, yerine Mazinho'yu koydu. Mazinho kariyeri boyunca neredeyse hep sağ bekte oynamış ama orta sahada da oynayabilen gerçek bir dinamo. Top tekniği ise çok düşük. Peki bu önemli mi? Beklerin ve forvetlerin bile "sanatçı" olduğu bir takımda bence değil. Nitekim Mazinho'nun takımdaki işlevi, o sanatçıların da yeteneklerini ortaya daha rahat koymasını sağladı. Onun girişinden sonra daha sıkıcı, daha az yaratıcı ama savunmada çok daha güvenli bir Brezilya seyrettik. O şekilde de gitti. Mazinho'lu Brezilya'nın dizilişi, Brezilya hücumdayken şöyleydi:


Rai bu görevi yapamazdı, fazlasıyla hücumcu bir oyuncuydu. Mazinho ise kontrataklar için çabuk, kararlı ve akıllı bir paratonerdi. Bunları neden anlattım? Çünkü 4-1-2-1-2'nin kitabını yazan hoca bana göre Parreira'dır. Bu şablonun kurallarını da bence o belirlemiştir. Bu yüzden oyuncu kategorizayonu da, onun hem Brezilya'da hem de Fenerbahçe'de 2 yıl arayla muhteşem zaferler kazanan o takımlarına bakarak, şu şekilde yapılmalıdır:

1 kaleci,
2 merkez savunmacı (çizgiye de açılan),
2 çizgi oyuncusu ("savunmacısı" değil, "oyuncusu"),
1 defansif orta saha (merkez savunmacıların arasına giren üçüncü bir merkez savunmacı),
3 merkez orta saha (defansta çizgi oyuncularına da destek olabilen, biri "bekçi", diğer ikisi hücumcu),
2 merkez forvet (çizgiye de açılan).

Bunu Fenerbahçe'ye uyarlarsak, asıl diziliş şöyle bir şey olmuş oluyor:


Al sana Juve'nin iki sezondur oynadığı 3-1-4-2 ama beklerin biri çıktığında diğerinin geride kalması şartıyla.

Detaylandırarak devam ediyorum. Bu dizilişin "atak" kısmı iki temel üzerine dayanıyor:

1. "Top rakibe geçtiği anda, geçtiği yerde baskı" ve "kapılan topta 1-2-3 pas ile pozisyon bulmak". Bence dünyadaki en etkili hücum silahı hâlâ bu ama uygulanması da giderek zorlaşıyor. Hem tempo ve koşulan mesafeler çok arttı, hem de takımlar sürekli bu baskıya karşı top çıkarma antrenmanları yapıyor ve kendini sürekli geliştiriyor. Ayrıca bir başka ve en önemli zorluğu şu: Söz konusu baskı, her oyuncunun adeta "zincirin bir parçası" gibi olduğu muazzam bir "uyum" ile yapılmak zorunda. Rakip takım iyi top yaparak çıkarsa, zincir tek bir oyuncuda kırılırsa, kalende net gol pozisyonun görmen işten bile değildir. "Taktik faul" dediğimiz şey bu gibi durumlar için bulundu zaten ve etkili bir silah. Ama FIFA, bilinçli olarak "atak kesmek" için yapılan bu Yugoslav faullerini, faulün türüne bakılmaksızın sarı kartla cezalandırıyor. Bu yüzden yapılacak hücum pres, antrenmanlarda belki de binlerce kez çalışılmalı. Bu konuda takım olarak tam bir olgunluğa erişmek minimum 2 yıl sürüyor, onu da belirteyim.

"Top rakibe geçtiği anda" dedik, peki top nerede rakibe geçiyor? Doğal olarak sen kaybediyorsun. Hücumda ya da daha yüksek bir ihtimalle orta sahada. Yani top sende, atak yapıyorsun ve bir anda top rakibe geçti diyelim. Eğer oyuncular kendi bölgelerindeyken olursa bu, sorun yok. Herkes ne yapacağını biliyor zaten. Ama diyelim ki top kaybı, takım hücum ederken ve Gökhan Gönül'ün kanadından olsun. Sağ kanattan Alper ile Gökhan bir ikili oyun yaptı, Alper Gökhan'ı kaçırdı ve kendi de ileri doğru koşu yaptı. İşte orada top kaptırıldığı anda diziliş şöyle bir şey olacak:


Sistemin en önemli detaylarından biri, hatta brincisi "Gökhan ileri çıktığında, Hasan Ali'nin geride kalması." Bu durumda Gökhan'ın yerini ona yakın olan stoper, yani Alves; Alves'in yerini ise (diğer stoper olan Kadlec değil!) Topal dolduracak. Topal'ın yerini de o merkez orta sahalardan "birisi savunma için bekçi" dediğim oyuncu, yani Meireles dolduracak (ki Meireles, "Mazinho rolü" için Mazinho'dan bile daha iyi, adeta kusursuz bir oyuncu). Hasan Ali de zaten yerinde olduğuna göre "her ne olursa olsun" savunmada 5 kişi olmak garanti. "Zincir" dediğim şey işte tam olarak bu. İleride pres yapanlara bu şekilde yerleşerek destek veren bu 5 oyuncu, "zincir bir yerde kırıldığı anda" hızla geri koşarak savunmada yukarıdaki "4+1" pozisyonunu almak zorunda. Fenerbahçe Parreira ve Lazaroni zamanında, bugünkü kadrodan çok daha kalitesiz oyuncularla bu şablonu mükemmel bir şekilde uyguluyordu. Kaybettiği zaman ise kalite eksikliğinden kaybediyordu.

Aynı şey, Hasan Ali hücuma çıktığında simetrik olarak geçerli:



Görüldüğü gibi defans dörtlüsü "Gökhan, Alves, Topal, Kadlec" oluyor bu durumda. Meireles yine ön liberoda "bekçi".

"Hangi oyuncu kimin kademesinde olacak?" İşte bu şablonun hayati sorusu bu, hayati oyuncusu ise Topal. Topal'ın pozisyonundaki oyuncu asla ve asla "beklerin kademesine" giremez mesela, ikili ön libero ile oynanan şablonlardan en önemli fark bu. Beklerin kademesine o beke yakın olan stoper; o stoperin kademesine ise ön libero girer. Topal (veya o olmazsa Selçuk, başkası değil Selçuk!) burada en önemli oyuncu. Onun görev bölgesi şöyle:


Bundan başka hiçbir yere gidemez, hele dünkü gibi soldan topu alıp çizgiye kadar sürmesi falan asla söz konusu bile olamaz. Takımın savunmadaki bütün yerleşiminden ve kademelerinden bu oyuncu sorumludur; onun stoperlerden birinin kademesine giremeyeceği herhengi bir durum, takım için felaket demektir. Zincir dağılıp gider, en önemli husus bu.

İkinci önemli mevki ise Meireles'in pozisyonundaki oyuncu. Onun savunmadan hücuma ve hücumdan savunmaya geçerken takımın boyunu ayarlaması ve hücum pres konusunda hayati kararlar vermesi gerekiyor. Malûm, "pres zamanlaması" dediğimiz şey çok az oyuncuda var ve sonradan gelişmesi çok zor bir özellik. Batılılar bu özelliği haiz oyunculara "taktisyen" diyor; defansı aklıyla yapan, her şeyden önce "nerede duracağını", "nerede ne yapacağını" bilen oyuncu anlamında.. Meireles bu dizilişteki bu rol için bence tek bir eksiği dahi olmayan bir oyuncu. O yoksa Emre orada kullanılmalı, onu da belirteyim.

2. Bu dizilişin "atak" kısmının ikinci detayı ise şu: Topu kaptırdın, pres yaptın ama rakip bu presi aştı diyelim. Taktik faul de yapamadın. O gerideki  5 oyuncu geriye doğru hızla koşup yerleşti, rakip de en fazla 2-3 kişiyle geldiği için güvendesin. Rakibin diğer oyuncuları çoğalmak için ileri doğru koşu yaparken, bu arada bizim de ileride kalan o 5 oyuncu onlarla birlikte hızla geriye koştu ve bir şekilde topu geri kazandık.

Burada eğer kontratak imkânı varsa, onu değerlendirmek gerekiyor. Yani Emenike ve Sow ilerideyse, rakip de "forvette çoğalacağım" diye ailece gelmiş ve geride 3 kişi falan bırakmışsa o zaman kontratak denenmeli. Antrenmanlarda bunun da pratiği yüzlerce, binlerce kere yapılacaktır. Ama sen 2 kişi, onlar 5 kişiyse topu ileri vurmak akıllıca olmayacak ve yeni bir rakip hücumunu başlatmak anlamına gelecektir. Bu yüzden "geride" kapılan toplar, rakip takım savunmada güvenliyse mutlaka pas yaparak, çabuk kaybedilmeden ve akıllıca kullanılmalı.

Yerleşmiş savunmalara hücum etmek, futbolun olmazsa olmaz, kaçamadığınız bir yönü şu anda. Ersun hoca gibi 13 yıldır "telaşlı" ve "çabuk" sonuca gitmek isteyen biri için zor bir durum bu. Ama Fenerbahçe teknik direktörü olan kişi, her tür oyun tarzına kafa yoran biri olmak zorunda. "Ersun hoca dönüşmek zorunda" yazım, Arsenal'a kaybettik ve bir devrim yapılması gerekiyor diye geçerliliğini yitirmiş değil yani.

Yaşananlardan ders almak

Bir teknik direktörün deneyimlerden dersler çıkarması, bu doğrultuda dün siyah dediği bir şeye bugün beyaz demesi ayıp değil. Sonuçta "öğrenmek" dediğimiz şey insan hayatıyla sınırlı ve hayat devam ettikçe o da devam ediyor. Mesela Parreira gibi büyük bir hoca, Fenerbahçe'deki sezonuna şu kadro ile başlamıştı:


Üstelik bu dizilişe nasıl karar verdi, biliyor musunuz? Takımla yaptığı ilk toplantıda bu dizilşin (isimler olmaksızın yer aldığı) kâğıtları oyunculara dağıtmış. Birer tane de kalem vermiş ve "bu şablonda oynayabileceğiniz yerleri kalemle işaretleyin" demiş. Mesela İlker Yağcıoğlu bir çizgi oyuncusuydu ama orta saha ve/veya forvetti, hayatında hiç savunmada oynamamıştı. Ama sonuçta merkezde de oynamamıştı ve bu sistemdeki yegâne 2 çizgi oyuncusu beklerdi. İlker hoca da "orta saha veya hücumda olup merkezde olacağıma, savunmada ama çizgide olursam şansım daha çok artar" diye düşünmüş ve sadece sağ bek pozisyonunu işaretlemiş. İşte benim Fenerbahçe tarihinde en sevdiğim oyunculardan biri olan "sağ bek İlker"in doğuş öyküsü böyle..

Muhtemelen Oğuz ve Bülent de ön libero dışındaki diğer 3 orta saha pozisyonunu işaretlemiştir. Parreira kendi gözlemleriyle ve oyuncuların beyanlarıyla sezon başında takımı yukarıdaki gibi kurdu. Ama haftalar ilerledikçe başka gözlemler yaptı ve bunları dizilişe yansıtmak konusunda da hiç kompleksli olmadı. Neydi?

i. Oğuz, o istemese de takımda bütün topların toplandığı oyuncuydu ve tüm hücum organizasyonu onunla başlıyordu. Topla buluşmak için sürekli geriye kaçarak oynadığı için, ceza sahasından uzak kalıyordu. Bu bir sorundu.

ii. Birkaç maçta mecburiyetten "sağ iç" mevkiine geçen Tayfun, İlker ile çok iyi bir ikili oluyordu ve takımın hücumda ayrıca bir silahı hâline geliyorlardı.

iii. Eski gol kralı Bülent de ceza sahasına sızma ve oralarda iş yapma konusunda özel bir yeteneğe sahipti. "Forvet arkası" oynadığında verimi artıyordu.

Bu tespitler üzerine Parreira takımın dizilişini 10 maç sonra değiştirdi ve sezon sonuna kadar o şekilde gidip şampiyon olmayı başardı:


İşte büyük hoca olmak böyle bir şey. Her şeyden önce komplekslerden arınmak ve yaşananlardan ders çıkarmak gerekiyor. Ersun Yanal da benim gördüğüm en komplekssiz hocalardan biri. Arsenal maçında takımın "bildiği" şeylere saygı duyması, sistemi "şimdilik" kurcalamamak gerektiğini kabul etmesi vs. bunu kanıtlıyor. Ama ligde ve CL'de birer hezimet ile başlandığına göre, artık "kendi bildiği"ni yapmasının vakti geldi. Hazır daha yolun başındayken ve EL'de de seri başı olarak nispeten kolay bir gruba düşeceğimiz için, intibak süresini bu dönemde değerlendirmek, verdiği en akıllıca karar olacaktır.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

MERHABA BEN GEÇEN YAZINIZA DA YORUM BIRAKMIŞTIM. TEKRAR SORUYORUM, BÜTÜN BUNLARI NASIL HATIRLIYORSUNUZ? İNTERNETTEN DESTEK Mİ ALIYORSUNUZ* BÖYLE BİR HAFIZA GÖRMEDİM BEN ÇÜNKÜ. SAYGILAR.

SALİH-ADANA