Geçen yıl temmuz ayında "Låt den rätte komma in" (Gir Kanıma) filmini "ayrıksı bir vampir filmi" başlığıyla tanıtmıştım okuyanlara. Genç yönetmen Tomas Alfredson'un, sinema tarihindeki vampir kültüründen ince ince beslenirken o kültüre getirdiği özgün yorum ve taptaze fikirler sayesinde gerçek bir başarıya dönüşen yapım, zaten aradan geçen 1.5 senede biz dâhil pek çok ülkede gösterilmesi ile birlikte küçük çaplı bir efsaneye dönüşmeyi başardı. Şimdilerde ise yıl biterken daha yeni seyrettiğim, bizde 2010'un başlarında gösterime giren ama aslında 2009 yapımı olan Güney Kore yapımı bir başka vampir filmi ile tekrar başım dönmüş durumda. Söz konusu filmi henüz görmemiş herkese önermek amacıyla da işbu postu döşeniyorum.
Sinema tarihini ezbere bilen bir insan olarak en zaaf duyduğum tarz, kasvet ve karanlık ihtiva edenidir, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hele işin içine distopya girdiği zaman, benim için kaymaklı ekmek kadayıfı tamamlanmış olur. İşbu yüzden çoğu kişinin sıradan bir bilimkurgu muamelesi yaptığı "Blade Runner" sinema tarihinin en iyi 20 filminden biridir benim için; sıradan muamelesi yapılmasa da hak ettiği değer hak ettiği ölçüde verilmeyen "Alien" da aynı şekilde.. İşin içinde kasvet ve karanlık oldu mu, yelkenlerim suya iniyor özetle. Zevkleri böyle olan birinin sinemada en sevdiği janrlardan birinin vampir filmleri olması da tevekkeli değil, takdir edersiniz. Bu alanda da Amerikalıların çöp muamelesi yaptığı, Tony Scott'ın ilk filmi olması nedeniyle özel bir ilgiyi hak eden "The Hunger"a (1983) ayrı bir selam göndermek gerekiyor. Bu filmi çekmiş birinin 3 yıl sonra "Top Gun"ı yapması ise ayrı bir yazı konusu.
Neyse, bu yazının konusu olan "Bakjwi" (Thirst - Kan Arzusu) ise aslında saf bir vampir filmi değil. İlk 15 dakikaya baktığınız zaman apaçık bir şekilde sosyal içerikli bir dram seyrettiğinizi düşünebilirsiniz. Sonra filmde gerçekleşen mucizevimsi olay sonucu "şifa dağıtan mesih" ile ilgili bir filme dönüştüğünü görürsünüz. Akabinde bedensel deformasyonlar üzerinden ilerleyen, Cronenberg'ün filmlerine benzer bir korku-gerilime meylettiğine şahit olursunuz ve sonra ne olduğunu anlamadan aslında bir vampir filmi seyrettiğinizi anlarsınız. Filmin kimi yerlerinde ortaya çıkan trajikomedi havasını da bu karışıma ekleyebiliriz. Usta yönetmen Park Chan-wook, tüm bu türler arasında o kadar doğal bir şey yapıyormuş gibi, o kadar rahat ve o kadar zincilerinden boşalmış bir şekilde geziniyor ki, ortaya çıkan yapıtın bir çorba olup hiçbir tadı tam olarak verememe riski çok yüksek. Amma velakin seyrettiğimiz şey bir "tür harmanı" değil kesinlikle; "yoldan sapan içgüdülerin sineması" diyebiliriz belki, bilemiyorum.. Neticede özgün ve yaratıcı bir yönetmenin, sinemaya vakıf bir sanatçının coşkulu ve hevesli bir şekilde, farklı anlatım yolları kullanarak (insan psikolojisi, Güney Kore'nin ahval ve şeraiti vs. hakkında mesela) söylemek istediklerini net bir şekilde söyleyebildiğini görüyoruz. Önemli olan da bu değil midir?
Filmin öyküsünden bahsetmek, onu ilk kez keşfedecek olanlara haksızlık olacağı için o işlere hiç girmiyorum, biliyorsunuz. Burada yapmak istediğim, "Oldboy"dan sonra en iyi ikinci filmini çektiğini düşündüğüm Chan-wook'un başarısını dillendirip, bu güzel filmi yapabildiğim kadar kişiye tanıtmak. Bu yüzden sinemada özgün tatlar arayan, değişik deneyimlere açık olan, perdede "iyi ile kötünün mücadelesi" dışında da bir şeyler görmek isteyen ve tabii ki vampir filmlerini seven herkese bu harika filmi tavsiye ediyorum.
2 yorum:
From dusk till down'dan beri bu derece güzel bir vampir filmi izlememiştim.Tavsiye için çok saol...
rica ederim, tek bir insanı bile safımıza çektiysek ne mutlu :)
Yorum Gönder