1 Aralık 2010 Çarşamba

Barça, Real, Mourinho...

Barcelona, Real Madrid'i sadece yenmedi geçen gece. Zaten bu takımlar birbirini onlarca defa yenmiş ve yenmeye de devam edecek. Maçın asıl önemi, Barça'nın ezelî rakibini bütün dünyanın gözü önünde rezil rüsva etmesi, rakip futbolcuları birkaç gün boyunca insan içine çıkamayacak bir hâle getirmesiydi. İki takım arasında futbolcular bazında kalite farkı (hepimizin bildiği üzere) o kadar azken, sahadaki farkın bu kadar devasa olması nasıl açıklanabilir peki? Bence bunun tek açıklaması, Barça'nın alt yapıdan yetiştirdiği oyuncular ve bu oyuncularla kurduğu, dünyanın başka hiçbir kulübünde görülemeyecek, nevi şahsına münhasır modeldir. Onların oynadığı futbol sonuçta 3-4 yıldır tüm dünyanın imrenerek izlediği ve diğer bütün takımların öykündüğü bir futbol. Peki taklit etmek mümkün mü? Gayet tabii, zaten bu yapılıyor da.. Peki ona ulaşmak, bırakın ulaşmayı, yaklaşmak mümkün mü? İşte o imkânsız. 20 yıllık bir plan dâhilinde olabilir elbette ama bu da çok realist bir hedef değil, takdir edersiniz..

Evet, benim çocukluğumdan beri Barcelona aynı futbolu oynuyor, en azından oynamaya çalışıyor. O zamanlar Guardiola ve Bakero vardı, şimdi Xavi ve Iniesta var. O zamanlar Laudrup ve Stoichkov vardı, şimdi Villa ve Messi var. O zamanlar Nadal, Abelardo, Sergi ve Ferrer vardı; şimdi Puyol, Pique, Abidal ve Alves var. Ve elbette o zamanlar Zubizaretta vardı, şimdi Valdes var. Sistem, 1994 finalinde Milan'a 4-0 yenilen Barça'da da 4-1-2-3 idi, Real'i beşleyen Barça'da da 4-1-2-3. Bu ekol, Cruyff kulübün kapısından girdiğinden beri 23 senedir dişle, tırnakla, binbir zahmet ve emekle oluşturuldu. Realiteden uzak, dünya futboluna yabancı ve romantik bir oyun oynamakla suçlandılar kimi zaman (doğrusu çoğu zaman). Hatta o oyundan ödün vermemek adına yeri geldi, Şampiyonlar Ligi finalinde pozisyona giremeden dörtlük oldular. Ama hiçbir zaman bu "güzel oyun" sevdasından, güzel oyunla kazanma aşkından vazgeçmediler. 2000 yılında Beşiktaş maçı için İstanbul'a geldiklerinde basın mensupları, teknik direktör Lorenzo Serra Ferrer'e "deplasmanda oynadığınız için önce 1 puanı mı hedefleyeceksiniz?" diye sorduğunda, daha kulübe geleli 2 ay olmuş olan hoca "biz Barcelona'yız, her koşulda kazanmak için oynarız" diye cevap vermişti. Ertesi gün maça çıktılar, Beşiktaş'a karşı üçlük olup gittiler.

Ama bu ulvî amacın, bu kutsal alın terinin meyvelerini toplayacakları zaman, bir gün gelecekti. En azından gelmeliydi. Ve 2000'lerin ilk yarısı kapanırken Rijkaard döneminde söz konusu süreç yavaş yavaş başladı. Bugünkü başarılı takımın meyvelerinin atıldığı yıllar olarak bahsedebiliriz söz konusu dönemden ama o zamanlar Şampiyonlar Ligi kazanılmış olmasına rağmen yine de modelin en mükemmel, en pür hâline ulaşılmamıştı. Çok sayıda yabancı futbolcu ile istikrarsız iniş-çıkışlar yaşanabiliyordu. Belletti, Ronaldinho, Deco, Eto'o, Van Bommel, Giuly gibi "fabrika ürünü" olmayan birçok dişli vardı. Sahadaki oyundan, performanstan, yetenekten ziyade işin "manevi" yönüne bu oyuncuların Xavi, Iniesta, Messi, Valdes ya da Puyol kadar adapte olması mümkün değildi. Nitekim Guardiola geldikten sonra o isimler teker teker takımdan temizlendi ve tamamen altyapı fetişizmi üzerine özgün bir yapı inşa edildi. Şu anda bakıyoruz, ilk 18'inde neredeyse 12 tane altyapıdan gelme oyuncu var Barça'nın. Bu oyuncular hem kulüp terbiyesini, hem mevcut mentaliteyi, hem sporcu etiğini hem de "birlik olma" duygusunu en küçük yaşlardan itibaren öğrendiği için, saha içinde genci-yaşlısı ile adeta tek bir bütünmüş gibi hareket edebiliyor. Ve ortaya öylesine muazzam, öylesine ulaşılmaz, öylesine kusursuz bir yapı çıkıyor ki, Rıdvan Dilmen'in dediği gibi "Barcelona ve diğerleri" şeklinde bir ayrım da kaçınılmaz bir hâle geliyor. Çünkü sahada oynanan oyun, sadece "somut" çalışmalara değil, böylesi "metafizik" bir takım unsurlara da doğrudan bağlantılı bir görünüm arz ediyor. Ve tam da bu yüzden, yukarıda belirttiğim üzere Barça'nın, taklit edilse de ulaşılması "neredeyse imkânsız" bir model olarak dünya futbolundaki elit ve benzersiz konumunu uzun bir süre muhafaza etmesi neredeyse kesin gibi görünüyor...

Mourinho'ya gelelim. Hazret, maçtan sonra diyor ki: "Onlar tamamlanmış bir proje, biz ise daha yolun başındayız." Kısmen doğru ama kısmen de yanlış bir saptama. Çünkü Barcelona'nın "tamamlanmışlığı" anlamında bir tamamlanma, kendisininki dâhil hiçbir takıma hiçbir zaman nasip olmayacak belki de.. Bu yüzden o, geçen senenin Inter'i gibi hırslı, performansının yüzde yüzünü sahaya yansıtan, takım için terinin son damlasına kadar savaşan, kazanmak için her yolu mübah gören, bu uğurda çirkeflik yapmaktan çekinmeyen, hatta gururu-onuru bir tarafa bırakıp rakibini tamamen "durdurma" üzerine sinsi bir oyun oynamaktan da imtina etmeyen sevimsiz bir yapının tamamlanmasından bahsediyor olmalı. Nitekim bunun emarelerini de, sporcu demeye bin şahit isteyecek Arbeloa'nın, oyuna giriş amacını demonstratif bir şekilde açık eden performansından anlamak çok mümkün. O Arbeloa ki, Liverpool'da şu antipatikliğinin yüzde birine bile sahip değildi, hatta sert bir oyuncu bile sayılmazdı ama Mourinho'nun elinde bir yok etme makinesi, kasıtlı fauller yapan bir kasap hâline dönüştü. Aynı şekilde Ronaldo, Ramos, Pepe, Alonso gibilerinin tavır ve davranışlarına bakınca, dünyanın en özel ama en itici teknik direktörünün oyuncularına ne yönde motivasyonlar verdiğini net bir şekilde görebiliyoruz.

Bendeniz, 1990 yılından beri dünya futbolunu izleyen, Fenerbahçe ve Liverpool ile birlikte Barcelona'yı (tam da yukarıda yazdıklarım nedeniyle) tutan bir futbol romantiği olarak, blogda hep belirttiğim üzere futbolun kendi içindeki adaletine (uzun vadede) fazlasıyla inanan biriyim. Mourinho gibi ahlâk yoksunu kişilerin aldığı yenilgiler de bu yüzden kendi tuttuğum takımlarınki kadar zevk veriyor bana. İşlerin, onun için hep Pazartesi akşamındaki gibi gitmesini diliyorum.

4 yorum:

Adsız dedi ki...

GF, bu yazının üzerine başka ne söylenebilir? Kalemine sağlık. Bende bir FC Barcelona taraftarıyım ve şu bahsettiğin model yüzünden takıma son 3 yılda tekrar aşık oldum. Real Madrid ne yaparsa yapsın sadece 'yıldızlar topluluğu'dur her zaman. Barca ise 'takımdır.'

Saygılar...

Arkhe dedi ki...

"Evet, benim çocukluğumdan beri Barcelona aynı futbolu oynuyor, en azından oynamaya çalışıyor. O zamanlar Guardiola ve Bakero vardı, şimdi Xavi ve Iniesta var. O zamanlar Laudrup ve Stoichkov vardı, şimdi Villa ve Messi var. O zamanlar Nadal, Abelardo, Sergi ve Ferrer vardı; şimdi Puyol, Pique, Abidal ve Alves var. Ve elbette o zamanlar Zubizaretta vardı, şimdi Valdes var.

***

Sanırım aynı yaşlardayız ve yukarıda kopyaladıklarına imza atıyorum. Buna benzer şeyler yazmak için bilgisayar başına çok oturdum ama etraftaki abuk sabuk tartışmalar yüzünden yazamadım.

Gündüz Feneri dedi ki...

saol kardeşim, 33 yaşındayım ben. ama ruhumu sorarsan 55.. malum, fenerli ve liverpoolluyuz :)

mojito dedi ki...

play station' da bile barça' yı alan ve fanatik bir messi(gerçek tanrının oğlu kendisidir-ne ara pasıydı o öle 4 kişiyi oyundan düşürdü) hayranı olarak bu maç şunu göstermiştir. takım olmakla, takım toplamak çoook farklı şeylerdir ve önemli olan takım kültürüdür, etiktir, oyunu severek oynamaktır ve bir arada olmanın verdiği güven duygusudur. bilin bakalım bunlar hangi takımda vardır? başka sorum yok hakim bey...