15 Ağustos 2008 Cuma

Gönülçelen filmler #3: The Big Lebowski (1998)

Sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden olan Coen Kardeşler'in bu eşsiz filmi, her seyredişte biraz daha fazla gülünen, biraz daha fazla sevilen kusursuz bir yapım. Kardeşler'in kendine has mizah anlayışından sonuna kadar nasiplenmiş; belki onların standartları için bile fazla mükemmel olan karakterleri (özellikle Walter), akıllardan çıkmayan ve insanı altına işeten diyalogları, unutulmaz performanslar veren oyuncuları ve inanılmaz güzellikteki görselliği (özellikle rüya sahneleri) vs. vs. için defalarca izlenmesi elzem olan bir başyapıt. Pek yakında o tadından yenmeyen diyaloglarına da yer vermek kaçınılmaz oldu bu durumda. Sinemayı seven her kişi için seyretmesi bir görev, bir zorunluluk.

14 Ağustos 2008 Perşembe

"Geri dönüşler" gecesi

Her iki takımımızın da 2-0 geriye düşüp maçı 2-2'ye getirmesi enteresan olduğu kadar düşündürücü de. Bu adeta millet olarak ne kadar dengesiz olduğumuzun sahadaki yansıması. Dün gece alınan neticeler karşısında Fenerbahçe'nin turu geçtiğini, G.Saray'ın ise yitirdiğini söylemek, sanırız futbolu takip eden insanların büyük çoğunluğunun katılacağı bir yorum olur.

G.Saray için yazdığımız sezon başı yorumunda (bkz: Sezon başı yorumu: G.Saray) "şayet Skibbe çuvallamazsa" diye bir tabir kullanmış, yazının sonunda da Steaua'ya elenmelerinin uzak bir ihtimal olmadığından dem vurmuştuk. Şimdi bakınca, daha ilk maçında Skibbe'nin çuvalladığını görüyoruz. Ama asıl ondan da fazla çuvallayan, bizce onun yanında oturan Ümit Davala'dır. Sahaya çıkan takımın tam bir fiyasko olduğunu, Skibbe'nin oyuncuları henüz tanıyamamış olduğunu söyleyebiliriz ama ona futbolcuları, onların kariyerlerini, meziyetlerini vs. anlatacak kişi de orada oturan yardımcı antrenör vasıflı kişidir. Eğer 3 aydır anlatamamışsa da, orada oturmasının, maaş almasının bir anlamı yoktur.

Maça bakarsak, Meira ve Topal'ın beraber oynaması, Ayhan gibi oyun yapıcı bir oyuncunun kenarda oturması tam bir rezalet. Emre Güngör'ün sağ bek oynaması da öyle. Keza 1 yıldır ortalarda olmayan Şaş'ın direkt oynatılması da. Yenen goller bireysel hatalardan kaynaklandı ama bunları minimize edecek tedbirleri almak da hocanın görevi. Sonuç olarak turun kaybedildiğini düşünüyoruz ama Skibbe doğru tercihler yapmaya başlarsa en iyi kadronun (bir forvet takviyesi ile) onlarda olduğu iddiasını da sürdürüyoruz.

Fenerbahçe ise bir fantezi dünyasında yaşamaya devam ediyor. Alex'ten bir Emre ya da Seedorf yaratılabileceğini gerçekten düşünüyorsa Aragones, tek kelimeyle yazık. Tek bir hamleyle hem bir futbolcunun bütün faydasını asgariye indirmek, hem de onu takıma zararlı bir unsur haline getirmek cidden büyük başarı.

Fener ile ilgili yorumları sezon başı yazısına bırakıp maça bakalım. Yine uyuz ve uyuşuk bir futbol, yine ciddiyetsizlik denen o illet ve yine vurdumduymaz bir takım vardı ilk yarı sahada. İkinci yarı işi biraz sıkınca üstünlüğü ele alıp skoru dengelediler. Kadıköy'de Fener'in maçı kazanarak turu geçeceğini düşünüyoruz. Başka bir ihtimal olamaz...

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Dimitar Berbatov

Geçen sezonun lig ve Avrupa şampiyonu Man Utd, İngiliz basınında çıkan haberlere göre Berbatov konusunda nihayet Tottenham'ı ikna etmeyi başardı. Eğer bu transfer gerçekleşirse, zaten en oturmuş ve birbirini en iyi tanıyan kadroya sahip durumdaki United, bu sezonun da en ciddi şampiyonluk adayı durumunu pekiştirecek.

Berbatov şu anda dünyanın en iyi forvetlerinden biri. Gerçekten de inanılmaz meziyetlere sahip olan komple bir oyuncu. Onu ilk olarak 2001-2002 sezonunda Avrupa'nın tozunu atan Bayer Leverkusen takımında tanımıştık. Henüz 20 yaşında olmasına rağmen takımın efsane oyuncularından Ulf Kirsten'i keserek ilk 11'e yerleşmişti o yıl (kalede Butt; savunmada Sebescen, Nowotny, Lucio, Placente; orta sahada Sneijder, Ramelow, Ze Roberto; önlerinde Yıldıray ve Ballack; forvette tek başına Berbatov). Avrupa'da son 20 yılın en iyi 5 takımından biriydi o Leverkusen kadrosu. Hatta (Mustafa Denizli sağolsun) Fenerbahçe tarihinin en fiyasko maçlarından biri olan Kadıköy'deki 1-3'lük maçta yaklaşık 20 gol pozisyonuna giren Alman takımında 10'a yakın pozisyonu cömertçe harcayan Berbatov, Sigma faciasından bile daha büyük bir hezimeti de önleyen adam olmuştu. O yıl Şampiyonlar Ligi finalinde ezim ezim ezdikleri Real'e kaybeden Leverkusen'in müthiş kadrosu, sonrasında tamamen dağıldı. Berbatov da 2006 yazında Tottenham'ın yolunu tuttu.

İngiltere'deki ilk yılında o kadar başarılı oldu ki (tıpkı Santa Cruz gibi) hemen Ada'nın dev takımlarının listesine girdi. Daha sonra gönülsüz bir şekilde takımda kalıp bir yıl daha oynadı. Bu arada bir de teknik direktör (Martin Jol) yedi, zira Jol takımdaki huzur için onun gönderilmesini şart koşup yönetim kuruluyla takışmıştı. Şimdi Berbatov United'ın kapısının eşiğinde. Avrupa'nın en istikrarlı ve en iyi futbol oynayan takımında, göstereceği performansla kulüp tarihinin efsane futbolcularından biri olması neredeyse kesin. Hatta Van Nistelrooy'u bile unutturacağını düşünüyoruz...

12 Ağustos 2008 Salı

Ljungberg bedava!

Freddie Ljungberg, Arsenal'ın son 10 yıldaki en formda dönemlerine damgasını vurmuş çok iyi bir futbolcu. 9 yıl bu takımın formasını giydikten sonra nedense geçen sezon başında 4.5 M Euro bedelle Londra'nın diğer takımı West Ham'a gönderilen İsveçli, bu kulüple anlaşıp sözleşmesini fesh ettikten sonra şimdi boşta kaldı. Ve İtalyan kulüpleri de onu transfer edebilmek için adeta sıraya girdi.

Bir kere West Ham 1 yıl önce bonservisiyle aldığı oyuncuyu niye bedelsiz serbest bıraktı, birinci garip olay bu. İkincisi, Ljungberg'e İngiltere Ligi'nden herhangi bir takımın talip olmaması. Ve üçüncüsü de, söylenenlere göre Lazio'nun teklif ettiği rakam yıllık 1.2 M Euro! Daha önce oyuncu ücretleri ile ilgili olarak yazdığımız yazıda da (bkz: Futbolcu maaşları) belirttiğimiz gibi, Türkiye'nin bu hususta nasıl bir cennet olduğunun demonstratif örneği bu teklif. Talipliler arasında Viola, Milan ve Roma da bulunuyor. Bizce oyun tarzı olarak en çok Roma'ya yakışır, imaj olarak ise modanın göbeğindeki Milan'a...

Samuel Eto'o Barca'da kalıyor

Samuel Eto'o bizce şu anda hâlâ dünyanın en iyi forveti. Pep Guardiola da Barcelona'nın altyapısından çıktığından beri takip ettiğimiz, zamanının olağanüstü bir futbolcusu, o yılların dünya futbolundaki en iyi ön liberosu ve şimdinin de umut vaat eden teknik direktörü. Ama göreve gelir gelmez sanki "kendi dönemini başlatmak" için topyekün bir temizlik operasyonuna girişip Ronnie, Deco ve Eto'o'yu gözden çıkarması açıkçası tuhaf bulduğumuz bir tavırdı. Hafif de kompleks içeren bu kararına karşın, şimdi istedikleri gibi bir forvet bulunamadığı için Eto'o'nun takımda kalması gündeme geldi, El Mundo Deportivo'nun haberine göre.

Bir kere Ronaldinho ve Deco gibi "Barca'daki devrini tamamlamış" oyuncularla Eto'o'nun aynı kefeye konması büyük bir hata bu olayda. Çünkü Kamerunlu'nun formu, diğer iki yıldız kadar geriye gitmiş falan değildi sezon sonu itibarı ile. Sakatlığını atlattıktan sonra herhangi bir problemi de bulunmuyordu. İkincisi, madem böyle toptan bir temizlik yapıyorsun, delikanlıysan Messi'yi de gönder de görelim, derler adama. Ve üçüncüsü, bir kere bu kararı aldıysan da sonuna kadar gitmen gerekir. Forvet bulamadın diye bu kadar kaliteli ve kariyerli, Barca'nın ruhu hâline gelmiş bir oyuncuyu zorunluluktan takımda tutarsan, o oyuncudan ne bekleyebilirsin? Eğer süreç içinde maçlara kendini %100 vermezse de, onu nasıl suçlayabilirsin?

Guardiola çocukluğumuzun futbol ilahlarından biri, ama görevinin daha ilk günlerinde yanlış işler yapıyor.

Rooney ve sigara

Wayne Rooney Las Vegas'ta bir otelin havuzunda elinde sigarayla yakalanmış. Buna karşılık ise millî takım teknik direktörü Capello, aynı durumda pek çok oyuncunu bulunduğunu, olayın kendisini enterese etmediğini söylemiş. Eğer sigaranın, futbolcunun koşu kapasitesine negatif bir etkisi varsa ve Rooney de şayet sigara içiyorsa, domuz gibi güçlü olan ve sahada basmadık yer bırakmayan bu oyuncunun bir de sigara içmediği hâlini merak ediyoruz doğrusu.

Zamanında Rıdvan Dilmen'in de günde 2 paket sigara içtiği söylenirdi ama Rıdvan her maç sahada ceylan gibi sekerdi. Sahiden de, acaba sigara içen oyuncuların oranı tüm popülasyon içinde acaba ne kadardır? Sonuçta ne kadar olursa olsun, çocukların adeta bir tanrı gibi gördüğü ikonların bu olumsuz alışkalıklarının basın nezdinde minimum ilgi görmesi, sanırız herkesin hayrına olacaktır.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Müzik molası #2: Iron & Wine

Iron & Wine, '74 South Carolina doğumlu folk şarkıcı-şarkıyazarı Samuel Beam'in sahne adı. İlk albümü 2002 yılında yayınladığı "The Creek Drank Cradle", ikincisi 2004 tarihli "Our Endless Numbered Eyes" ve bu yazının konusu olan başyapıtı ise 2007 yılında çıkardığı "The Shepherd's Dog". Indie folk, new folk ve folk rock diye tanımlanan müziği ise, iki kelimeyle tarif edersek "huzur verici". Şarkıların melodisi, Beam'in yumuşak vokali ve düzenlemeler neredeyse kusursuz. Ayrıca Beam albüm için "politik bir albüm değil ama kesinlikle politik konjonktürden etkilenmiş bir albüm, zira Bush yeniden seçildiğinde tam anlamıyla abandone olmuştum" diyor. Hangi müzik türünden hoşlanırsanız hoşlanın, her insanın 3 kere dinlediğinde müptelası olacağı albümlerden biri bu. Müziği seven her bünyeye tavsiye ediyoruz.

10 Ağustos 2008 Pazar

İlk kupa Man Utd'a gitti

İngiltere'de sezonun ilk kupası Community Shield, Portsmouth'u penaltılarla geçen United'ın oldu. Sakat olan Ronaldo ve Rooney'den yoksun olmasına karşın maç boyunca rakibinden üstün görünen, gol pozisyonlarına giren taraf da onlardı. İlginç olan ise Crouch ve Defoe başta olmak üzere şahane futbolculara sahip olan ve tam kadro sahada yer alan Portsmouth'un hiçbir varlık gösterememesiydi. Maç boyunca Crouch'a top şişirmekten başka bir şey yapmadılar. Eğer onu bu şekilde kullanacaklarsa boşuna almışlar demektir.

United gerçekten de sinir bozucu bir takım. 37 yaşındaki Van Der Sar, 35 yaşındaki Giggs ve Scholes ile 33'lük Neville'ın hâlâ bu kadar üst düzey futbolu kaldırabilmeleri gerçekten de inanılmaz. Ferdinand da 30'unu devirdi bu arada. Hani "yaşlılarla gençleri kaynaştırmak" diye bir klişe vardır ya, bunu Ferguson'dan daha iyi yapan bir hoca herhalde yoktur. Hele bir de kafasındaki forveti transfer ederse (Berbatov, Henry veya Eto'o) yine bu sezonun en büyük favorisi olacaklar. En oturmuş ve en "takım" takım onlar çünkü...

Hazırlık maçları

Yıllardan beri özellikle büyük takımlarımızın sezon öncesi oynadığı hazırlık maçları her daim polemik konusu olmuştur. Aslında olmayacak gibi de değil zira oynanan rakipler o kadar zayıf oluyor ki çoğu zaman, o takımlar insanı neye, nasıl hazırlar anlamak kolay değil.

Bugünlerde yerli-yabancı pek çok hazırlık maçı televizyonlardan yayınlanıyor. Ve görüyoruz ki, Avrupa'nın nice dev kulübü bir araya gelerek son derece keyifli mücadelelere sahne olan turnuvalar ya da hazırlık maçları oynuyor. Peki neden bizim kulüplerimiz bu tip rakiplerle hazırlık maçı yapmıyor? Ya da neden Avrupa'nın dev kulüplerinden 2-3 tanesini çağırıp bir turnuva düzenlemiyorlar?

Mesela Fenerbahçe, bu sezon Uefa Kupasına ev sahipliği yapacak muhteşem bir stada sahip. Buraya Liverpool, Roma ve Sevilla'yı çağırıp dörtlü bir turnuva düzenlese; hem kendi taraftarına günde iki maç şeklinde dört müthiş takımı seyrettirip hem de kendini gayet güçlü takımlar karşısında sınasa fena mı olur? Üstelik turnuvanın yayın ve gişe gelirleriyle tüm masraflar karşılanıp kâra bile geçilebilir. Taraftarların bir biletle iki nefis maç izlemek için stadyumu tıka basa doldurması ise neredeyse kesin.

Keza Beşiktaş da Avrupa'nın konum olarak en güzel statlarından birine sahip. Aynı şeyler onlar için de geçerli. G.Saray'ın ise stadyumu yok ama onlar da diğer iki stadı kiralayıp böyle bir şey yapabilir.

Ya da örneğin 3 büyük kulübümüz her yıl Anadolu'da, Süper Lig'de takımı olmayan bir şehirde tıpkı İtalya'daki TIM Kupası gibi 45 dakikalık 3 maç şeklinde bir turnuva düzenlese ne olur? TSYD gibi ortamın gerilmeyeceği, hiçbir iddianın olmadığı, şenlik havasında geçecek bu maçlar takımlar arasındaki dostluğu da pekiştirecektir. Ayrıca her yıl Anadolunun bir kentindeki futbolseverler de bu üç büyük kulübü kendi gözleriyle seyretmiş olurlar. Futbolun marka değerinin yükseltilmesi için bu tip çalışmalar, Türkiye Kupası'nı orda-burda oynatmaktan çok daha verimli olacaktır. Ayrıca böyle bir turnuvanın isim sponsoru olacak şirket (eminiz çoğu sıraya girecektir) hemen hemen tüm masrafları karşılar, yayın ve gişe gelirleri de takımlara kâr olarak dağıtılır.

Savio

Onu ilk kez 1995 yılındaki Copa America'da Breziya millî takımından hatırlıyoruz. O zamanlar HBB diye bir kanal vardı ve özellikle Güney Amerika futboluna çok ilgi gösterirdi. Biz de sabahın köründe kalkıp o maçları seyrederdik. Asprilla ve Rincon'lu Kolombiya'nın Arjantin'i deplasmanda 5-0 yendiği maçı da yine o kanaldan seyretmiştik. Futbol tarihinin en unutulmaz maçlarından biriydi. O dönemler için o kanalın yaptığı hiç de fena bir hizmet değildi aslında.

95'deki o turnuvada ayrıca Roberto Carlos da dünya futboluna kendisini tanıttı, Juninho da. Bir de 11 numaralı formasıyla Savio Bartolini vardı. Carlos o turnuvadan hemen sonra Inter'e, Juninho da 4 ay sonra Middlesborough'ya transfer oldu. Savio ise 2 yıl bekledi. 97 yazında Real Madrid'e 3 M gibi mütevazı bir bedelle transfer oldu ve bu takımda tam 3 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşadı. Özellikle sezon ortasında Toschak'ın yerine gelen Del Bosque tarafından 5-3-1-1 sisteminin solunda görev verilerek 99 yılındaki şampiyonluğa büyük katkıda bulundu (o kadro: Casillas - Salgado, Ivan Campo, Helguera, Karanka, Roberto Carlos - McManaman, Redondo, Savio - Raul - Morientes). Daha sonra 2002 yılından itibaren sırasıyla Bordeaux, Zaragoza, Flamengo, Real Sociedad ve Levante'de forma giydi. Yılbaşından beri dinleniyordu ki, şimdi Kıbrıs Rum Kesimi'nin Anarthosis Famagusta takımına transfer olduğunu öğrendik.

Savio biraz çıtkırıldım görünen ama son derece zarif bir futbolcuydu. Adam geçip sıfıra inme konusunda, iyi orta yapma konusunda neredeyse bir uzmandı. Avrupa futboluna adapte olduktan sonra oyununu daha da geliştirmişti. Neden Real'den gönderildi, neden daha sonra hep vasat takımlarda oynadı, şimdi böyle nerelere düştü, gerçekten ilginç. Ama onu seyreden futbolseverler herhalde kendisini hiç unutmayacak.

Unutulmaz diyaloglar #3: Turist Ömer Uzay Yolunda

Aşağıda görüldüğü gibi gönülçelen filmler arasında da yer verdiğimiz bu nadide film boyunca insanı gülmekten kırıp geçiren sayısız diyalog var aslında. Biz sadece iki tanesine yer verelim, gerisini filmden (belki yüzüncü defa ama yine de komik) seyredelim.

Turist Ömer: Spagettin abi, senin kanın yeşil mi?
Mr. Spock: Evet Mister Turist.
Turist Ömer: Hmm... O zaman sen süt içme abi.
Mr. Spock: Neden?
Turist Ömer: Çünkü eğer süt içersen yeşil-beyaz Vefa formasına dönersin, sonra da kümede sallanırsın...
---
Janice: Çok şakacısınız Mister Turist.
Turist Ömer: Evet şakacıyım, eskiden takacıydım şimdi şakacılık yapıyorum.
Janice: Ne diyorsunuz anlamıyorum.
Turist Ömer: Sen de.. çok.. fiyakacısın diyorum.

Gönülçelen filmler #2: Turist Ömer Uzay Yolunda (1973)

ABD'de 60'lı yılların sonlarında televizyonda gösterilen Uzay Yolu dizisinin dünyadaki bu ilk sinema uyarlaması, dönemin kısıtlı koşulları ve her nedense işini fazla ciddiye almıyormuş gibi görünen yönetmeni Hulki Saner nedeniyle, teknik açıdan tam bir felaket. Ama baş karakteri olan (Sadri Alışık'a sonsuz hürmetler) Turist Ömer'in bizatihi kendisi, çoğu doğaçlama yaratılmış gibi görünen gag'leri ve diyalogları tek kelimeyle muhteşem. Hatta doğaçlama olduğunu, Turist Ömer'in bazı diyaloglarına Kaptanın ve çeşitli personelin bıyık altından güldüğünü tespit ederek anlamak mümkün. Uzay gemisindeki kapıların açılıp kapanma efektini bile bir insanın yaptığını duyunca filmin yapılma amacının, meşhur dizinin bir parodisini yaratmak olduğu anlaşılıyor. Türk sinema tarihinin en uçuk filmlerinden biri, absürd sinemanın başyapıtı, gerçek bir mücevher bu film. Başka hangi Uzay Yolu uyarlamasında Mr. Spock'a "spagettin abi" dendiğini duyabilirsiniz ki?