Avrupa Ligi'nin finali bu sene bildiğiniz gibi Hamburg'da oynanacak. Bu hadisenin motivasyonunu Hamburg takımı üzerinde fazlasıyla görebiliyoruz. Devre arasında van Nistelrooy'u transfer etmeleri de bunun bir göstergesi zaten. Bundesliga'daki durumlarına bakınca, tüm enerjilerini Avrupa kanalına verdiklerini anlamak çok zor değil. St. Liege gibi son yıllarda pıtrak gibi oyuncu çıkaran ve kaliteli kadrosu olan bir ekibi hem içeride hem de dışarda yenmek de kolay iş değil. Hamburg bu zoru başararak, rakip kaleye de toplam 5 gol atarak finale yükselmeyi başardı.
Hamburg'un yarı finalde karşılaşacağı takım ise, şimdiden gönüllerin şampiyonu olan mütevazı Fulham. Roy Hodgson gibi kurt bir menajeri göreve getirdiğinden beri zor kaybeden, kendi sahasında ise her maça favori olarak çıkan dinamik bir ekip görüntüsündeler. Kadrolarının kalitesi de hiç fena değil, özellikle Zamora-Johnson ikilisi birbirini tamamlayan uyumlu bir eküri. Geçen senenin Alman şampiyonu olan ama bu yıl o başarının yerinde yeller estiren (hatta büyük ihtimalle Avrupa'ya gidemeyecek olan) Wolfsburg'u onlar da her iki maçta mağlup edip Hamburg'un rakibi oldu. Gönlüm Fulham'dan yana olsa da finale Almanların kalacağını düşünüyorum.
İki İspanyol devinin mücadelesinde deplasmanda 2-2 berabere kalıp kendi sahasında gol yemeyen At. Madrid, 0-0'lık sonuçla finale yükseldi. 4-2-4 oynayan ve takım savunması güven vermeyen bir takıma Valencia'nın gol atamaması ayrı bir skandal ama At. Madrid'in başarısı da küçümsenmemeli. Agüero-Forlan gibi dünyanın en iyi forvet hatlarından birine sahip olan bu takım, iki sene önce haksız bir penaltıyla Şampiyonlar Ligi'nden elendiği Liverpool ile dişli bir rövanşa çıkacak. Ben İngilizleri ağır favori görsem de, Madrid ekibinin yetenekli 4 forvetinin gününde olması çok şeyi değiştirebilir.
Dün geceki maçlar arasında seyretmeyi tercih ettiğim Liverpool-Benfica maçı ise, ev sahibi için beklenenden kolay geçti. Gerçi ilk 20 dakika bütün oyun Liverpool yarı sahasında oynandı ve Benfica, tek pozisyon bile bulsa golü atacak gibiydi ama ev sahibinin sağlam savunması gedik vermedi. Benfica'nın önde kurduğu baskı ile bir türlü top çıkaramayan İngilizler, bir köşe vuruşundan kazandığı golle rahatladı ve rakibinin üzerine gelmesinden faydalanarak kontrataktan ikinci golü buldu. Burada, sezon başından beri Alonso'nun formasını doldurmakta çok zorlanan (zaten ondan bunu beklemek de haksızlık) Lucas'ın, top takım arkadaşındayken çizgi halindeki rakip defansın arkasına doğru yaptığı koşu, bence bizim diyardaki tembel orta saha oyuncuları için ders niteliğindeydi.
İkinci yarıda da görünüm değişmedi ve Liverpool kontradan (hazırlanışı muhteşem) bir gol daha buldu. Serbest vuruştan gelen Benfica sayısı konuk ekibi umutlandırsa da, Liverpool bir gece önce United'ın düştüğü strese düşmedi ve etkili ani çıkışlarını sürdürerek farkı yeniden üçe çıkarmayı başardı. Ve maç orada bitti.
Benfica kaliteli kadrosu olsa da organizasyon sıkıntıları olan bir takım. Liverpool ile Anfield'da 100 maç yapsalar 1'ini zor kazanırlar gibime geliyor. Ama öte yandan Di Maria, Cardozo, David Luiz, Ramires gibi gelecekte dev takımlara pazarlayacağı müthiş adamları var.
Sonuçta At. Madrid-Liverpool ve Hamburg-Fulham yarı finallerini seyredeceğiz. Başlıkta da belirttiği gibi ben Hamburg-Liverpool finali bekliyorum. Ayrıca Liverpool'dan da, sezonu kurtarabilecek bu kupayı almasını...
9 Nisan 2010 Cuma
8 Nisan 2010 Perşembe
1978'in en iyi filmleri
1. Days of Heaven (10)
Terrence Malick
2. Halloween (10)
John Carpenter
3. The Deer Hunter (10)
Michael Cimino
4. Dawn of the Dead (8)
George A. Romero
5. Selvi Boylum Al Yazmalım (8)
Atıf Yılmaz
Diğer: Kibar Feyzo (7), Superman: The Movie (7), The Chant of Jimmie Blacksmith (7), The Fury (7), Revenge of the Pink Panther (6), Grease (6), Midnight Express (6), Pretty Baby (6), Invasion of the Body Snatchers (6), Piranha (6), Interiors (6), The Driver (6), Hababam Sınıfı Tatilde (6), Sahte Kabadayı (6)
Görmediklerim: National Lampoon's Animal House, The Wiz, The Boys from Brazil, Convoy, Coming Home, Heaven Can Wait, Coma, Höstsonaten, Goin' South, Paradise Alley, Magic, Big Wednesday, California Suite, Eyes of Laura Mars, Straight Time, The Boys in Company C, Blue Collar, The Brink's Job, Comes a Horseman, Who'll Stop the Rain?, Ai No Borei, Fedora, A Wedding, Prova d'orchestra, In einem Jahr mit 13 Monden, Perceval le Gallois, La Chambre Verte, Despair, An Unmarried Woman, La Cage Aux Folles, Holocaust, The Buddy Holly Story
Muhalefet sağlam çıktı
"Mali Genel Kurul'da, Türk Telekom Arena'nın VIP ve loca satışları ile ilgili olarak üyeler tarafından sorulan soruya asbaşkan Mehmet Helvacı 'Biz o parayı (stat loca ve VIP gelirleri) şirket birleşmesi için kullanacaktık, ancak anılan tutar şirket birleşmesine yetmeyeceği için cari harcamalarımıza kullandık. Bu nedenle 70 milyon dolarlık bir kredi daha almak zorunda kaldık' demiştir. Mali Genel Kurul'un ardından üyelerin, kredinin hangi teminatla alındığı ile ilgili sorduğu ısrarlı sorulara yönetim, 'Stat gelirlerinin temliki ve başka teminatlar verilmiştir' şeklinde açıklama yapmıştır. Yönetimden acilen, 3 yıl peşin olarak tahsil edilen VIP ve loca hasılatının nereye harcandığına ve ne kadarının temlik edildiğine, eğer kasaya girmiş bir meblağ var ise bu miktarın ne kadar olduğuna dair bir açıklama bekliyoruz."
G.Saray olağan genel kurulunda 2300'e yakın oy almasına karşın seçimi kaybeden Adnan Öztürk...
G.Saray olağan genel kurulunda 2300'e yakın oy almasına karşın seçimi kaybeden Adnan Öztürk...
Yuh!
"Como'da başkanlık yapıyordum ve Messi'yi deneme antrenmanlarına almıştık. 15 yaşındaydı ve çok zayıftı. Takımın içerisinde tutunamayacağını düşünerek onu kadroya katmadık. Barcelona'ya geri döndü ancak onu takip etmeyi bırakmadım. Şimdi görüyorum ki 14 yaşından beri takip ettiğim bu genç adam, dünyanın en iyi futbolcularından biri olmuş. Ne kadar büyük bir hata yaptığımı dün gece bir kez daha anladım."
Genoa başkanı Enrico Preziosi, Arsenal-Barcelona maçının ardından...
Genoa başkanı Enrico Preziosi, Arsenal-Barcelona maçının ardından...
7 Nisan 2010 Çarşamba
Kötünün iyisi Van Gaal
Bu başlığı atmamın sebebi öncelikle her iki teknik direktörün sahaya sürdüğü kadrolardı. Ribery gibi etkili bir oyuncunun karşısında çaylak Rafael'i görevlendirirken Ferguson ne düşünmüştü acaba? Rafael çok yetenekli bir genç olabilir, O'Shea'e göre daha çabuk da olabilir ama bu tip oyunlarda en önemli ve geçerli parametrenin "deneyim" olduğunu Ferguson bilmeyecek de kim bilecek? Geçen sezon Şampiyonlar Ligi'ni kaybederken asla yapmaması gereken bir şeyi yapmış ve Barcelona karşısında yenik durumdayken orta sahasını eksiltip forvete oyuncu sürmüştü, o hamleden sonra neredeyse topa dokunamadılar bile. Bu sene de bu büyük turnuvadan çeyrek finalde elenirken benim aklımda Ferguson'ın Rafael tercihi ve genç oyuncunun gördüğü tam anlamıyla "aptalca" kırmızı kart kalacak.
Ferguson'ın diğer tercihi olan Gibson da maçta gol atmış alabilir ama orta sahada hiç etkili değildi. Fletcher ve Carrick gibi yaratıcılığı sınırlı iki oyuncunun yanına Giggs gibi bir tecrübeyi koysa, daha etkili bir takım olabilirlerdi ama İskoç menajer bunu da düşünmedi. Üstelik maç 3-1 iken Rooney sakatlığı yüzünden kenara geldiğinde oyuna O'Shea'i sürerek takımına dolaylı yoldan tamamen geriye yaslanma talimatı vermiş oldu. Her şeyiyle yüklenen ve defansif sorunları olan bir rakibe karşı, tüm ikinci yarı boyunca etkili bir kontratak geliştirememeleri de diğer bir eksi puan United için.
Neticede bu blogda defalarca yazdım, Ferguson gerçek bir dahi ve bana göre dünyanın en iyi teknik direktörü. Ama iki yıldır Avrupa arenasında takım onun yanlış tercihleri ve icraatları ile ekeniyor. Buna karşın o hâlâ en büyük ve hiçbir kayıp da bu durumu değiştirmez, bunu özellikle belirtmek isterim.
Öte yanda paçalarından bal akıyor diyebileceğimiz, delilikle mi yoksa aslan yüreklilikle mi itham etmeyi bilemediğimiz bir Van Gaal var. Valencia gününde olduğunda sağ kanadı hallaç pamuğu gibi atabilen bir oyuncu ve Van Gaal bu gerçeği hiç bilmiyormuşcasına onun karşısında Badstuber'i görevlendirerek adeta intihar etti. Maçın başında kadroyu gördüğümde United'ın o kanattan en az bir gol bulacağını düşündüm ama onlar iki gol buldu. Üstelik Badstuber'in bu seviyeye asla yakışmayan, direkt olarak kendisinden kaynaklanan fahiş hatalarıyla buldular bu golleri. Ve fakat ne olduysa Olic'in devre biterken ve umutlar tükenmek üzereyken attığı golden sonra oldu. Bu golden sonra United, tek gol bile yese eleneceğini bildiği için anlamsız bir tedirginlik içine sürüklendi. Sanki özgüvenleri de ciddi derecede eksikti (son 2 maçı kaybetmiş olmaları bunda önemli bir etkendi bence). Buna karşılık Robben gibi dünyanın en iyi futbolcularından birine sahip olan Bayern, rakibin eksik olmasından da yararlanarak sürekli rakip yarı alanda arayışlarını sürdürdü ve Hollandalı ustanın muhteşem bir volesiyle yarı final biletini kaptı. Van Gaal bu golden sonra Hamit'i alarak orta sahasını biraz daha güçlendirdi ve maçın geri kalanında bir sorun yaşamadı. Yine de maçın başında Lahm'ı gerçek yeri olan sol bekte, Hamit'i de sağ bekte görevlendirse o üç golün ikisini yemezdi Bayern takımı. Ama dediğim gibi şans onların yanında olunca bu kadar fahiş bir hataya rağmen United gibi bir takımı elemeyi başardılar.
Şampiyonlar Ligi yarı finallerinde Inter-Barcelona, Lyon-Bayern maçları var. Futbolu seven bir insan için bu turnuvadan daha büyük bir ziyafet yok, seyrettiğimiz her maçta bunu biraz daha anlıyoruz.
Man Utd 3 - 2 Bayern
(3' Gibson, 7', 41' Nani - 43' Olic, 74' Robben)
Ferguson'ın diğer tercihi olan Gibson da maçta gol atmış alabilir ama orta sahada hiç etkili değildi. Fletcher ve Carrick gibi yaratıcılığı sınırlı iki oyuncunun yanına Giggs gibi bir tecrübeyi koysa, daha etkili bir takım olabilirlerdi ama İskoç menajer bunu da düşünmedi. Üstelik maç 3-1 iken Rooney sakatlığı yüzünden kenara geldiğinde oyuna O'Shea'i sürerek takımına dolaylı yoldan tamamen geriye yaslanma talimatı vermiş oldu. Her şeyiyle yüklenen ve defansif sorunları olan bir rakibe karşı, tüm ikinci yarı boyunca etkili bir kontratak geliştirememeleri de diğer bir eksi puan United için.
Neticede bu blogda defalarca yazdım, Ferguson gerçek bir dahi ve bana göre dünyanın en iyi teknik direktörü. Ama iki yıldır Avrupa arenasında takım onun yanlış tercihleri ve icraatları ile ekeniyor. Buna karşın o hâlâ en büyük ve hiçbir kayıp da bu durumu değiştirmez, bunu özellikle belirtmek isterim.
Öte yanda paçalarından bal akıyor diyebileceğimiz, delilikle mi yoksa aslan yüreklilikle mi itham etmeyi bilemediğimiz bir Van Gaal var. Valencia gününde olduğunda sağ kanadı hallaç pamuğu gibi atabilen bir oyuncu ve Van Gaal bu gerçeği hiç bilmiyormuşcasına onun karşısında Badstuber'i görevlendirerek adeta intihar etti. Maçın başında kadroyu gördüğümde United'ın o kanattan en az bir gol bulacağını düşündüm ama onlar iki gol buldu. Üstelik Badstuber'in bu seviyeye asla yakışmayan, direkt olarak kendisinden kaynaklanan fahiş hatalarıyla buldular bu golleri. Ve fakat ne olduysa Olic'in devre biterken ve umutlar tükenmek üzereyken attığı golden sonra oldu. Bu golden sonra United, tek gol bile yese eleneceğini bildiği için anlamsız bir tedirginlik içine sürüklendi. Sanki özgüvenleri de ciddi derecede eksikti (son 2 maçı kaybetmiş olmaları bunda önemli bir etkendi bence). Buna karşılık Robben gibi dünyanın en iyi futbolcularından birine sahip olan Bayern, rakibin eksik olmasından da yararlanarak sürekli rakip yarı alanda arayışlarını sürdürdü ve Hollandalı ustanın muhteşem bir volesiyle yarı final biletini kaptı. Van Gaal bu golden sonra Hamit'i alarak orta sahasını biraz daha güçlendirdi ve maçın geri kalanında bir sorun yaşamadı. Yine de maçın başında Lahm'ı gerçek yeri olan sol bekte, Hamit'i de sağ bekte görevlendirse o üç golün ikisini yemezdi Bayern takımı. Ama dediğim gibi şans onların yanında olunca bu kadar fahiş bir hataya rağmen United gibi bir takımı elemeyi başardılar.
Şampiyonlar Ligi yarı finallerinde Inter-Barcelona, Lyon-Bayern maçları var. Futbolu seven bir insan için bu turnuvadan daha büyük bir ziyafet yok, seyrettiğimiz her maçta bunu biraz daha anlıyoruz.
Man Utd 3 - 2 Bayern
(3' Gibson, 7', 41' Nani - 43' Olic, 74' Robben)
Navratilova kansere yakalandı
1970'li yıllarda doğan sporseverler için tenis demek Ivan Lendl, Boris Becker, Stefan Edberg, Mats Vilander, Pat Cash, John McEnroe, Chris Evert, Steffi Graf ve Martina Navratilova demekti. Fahri İkiler'in TRT'deki anlatımlarıyla tanıdığımız bu efsane isimlerin hepsi, adına tenis denen muhteşem sporu bize sevdiren (belki de sporun kendisi kadar önemli) unsurlardı.
Bu isimler arasında, göz kamaştıran kariyeri kadar lezbiyen olduğunu deklare etmesiyle de ünlü tenisçi Navratilova, bayanlar tenisi tarihindeki en başarılı isimlerden biri (daha doğrusu Steffi Graf'tan sonra ikincisi). Teklerde 18, çiftlerde 31, karışık çiftlerde ise 10 kez Grand Slam şampiyonu olan Çek raket, 1982'den 1990 yılına kadar Wimbledon Tenis Turnuvası'nda 12 kez finale yükselip, 9 kupa kaldırdı. Teklerde üst üste 13 kez Grand Slam finaline çıkan Steffi Graf'ın, 2 eksikle gerisinde yer aldı. 1994 yılında 38 yaşındayken bıraktığı kortlara, 6 yıl sonra yeniden döndü ve çiftlerde yarışmaya başladı. Karışık çiftlerde 2003 yılında hem Avustralya, hem ABD Açık şampiyonu oldu. Navratilova, 50 yaşından henüz birkaç hafta almıştı ki, partneri Bob Bryan ile 2006 ABD Açık şampiyonluğuna uzandı.
İşte böyle muazzam bir kariyere sahip olan efsane isim, şimdilerde meme kanserine yakalandığını açıkladı. Mayıs ayında 6 hafta radyoterapi alacağı söylenen Navratilova'nın hastalığı yenme şansının yüksek olduğu söyleniyor. Ben de böyle olmasını umut ediyor ve bu vesileyle yukarıda adını andığım (ve yaşlandığımızın kanıtı olan) tüm isimlere ta buralardan saygılar sunuyorum.
Bu isimler arasında, göz kamaştıran kariyeri kadar lezbiyen olduğunu deklare etmesiyle de ünlü tenisçi Navratilova, bayanlar tenisi tarihindeki en başarılı isimlerden biri (daha doğrusu Steffi Graf'tan sonra ikincisi). Teklerde 18, çiftlerde 31, karışık çiftlerde ise 10 kez Grand Slam şampiyonu olan Çek raket, 1982'den 1990 yılına kadar Wimbledon Tenis Turnuvası'nda 12 kez finale yükselip, 9 kupa kaldırdı. Teklerde üst üste 13 kez Grand Slam finaline çıkan Steffi Graf'ın, 2 eksikle gerisinde yer aldı. 1994 yılında 38 yaşındayken bıraktığı kortlara, 6 yıl sonra yeniden döndü ve çiftlerde yarışmaya başladı. Karışık çiftlerde 2003 yılında hem Avustralya, hem ABD Açık şampiyonu oldu. Navratilova, 50 yaşından henüz birkaç hafta almıştı ki, partneri Bob Bryan ile 2006 ABD Açık şampiyonluğuna uzandı.
İşte böyle muazzam bir kariyere sahip olan efsane isim, şimdilerde meme kanserine yakalandığını açıkladı. Mayıs ayında 6 hafta radyoterapi alacağı söylenen Navratilova'nın hastalığı yenme şansının yüksek olduğu söyleniyor. Ben de böyle olmasını umut ediyor ve bu vesileyle yukarıda adını andığım (ve yaşlandığımızın kanıtı olan) tüm isimlere ta buralardan saygılar sunuyorum.
Messi şova devam ediyor
Lionel Messi'nin, tüm zamanların en iyi oyuncusu olup olmadığına dair bilmiyorum kaç sohbet yapmışızdır arkadaşlarımla. Ben her defasında çok görmüş geçirmiş bir edayla "daha kat edecek yolu var" desem de, o yolu başka hiç kimsenin edemeyeceği kadar hızlı bir şekilde kat ettiğini görüp şaşırmaya devam ediyorum. Bana göre tüm zamanların en iyi oyuncusu Maradona, sonra Cruyff, sonra Zidane'dır. Geri kalanları bu üçünün arkasına yazarım ama Messi bunların hepsinden daha büyük işlere imza atıyor. Belki daha o işlerin tamamını bitirmedi ama şu âna kadar yaptıkları bile büyüleyici. Ne demek? Geçen yıl Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, finalde en değerli oyuncu olma, 6 kupanın hepsini takımıyla beraber kazanma ve bu sene o performansı da aşan bir gidiş.. Millî takımda da, takımı kaybetse bile kişisel performansını bu seviyede korursa Dünya Kupası'nda, ondan büyüğü yok diyeceğim ben de...
Barcelona 4 - 1 Arsenal
(Messi 21', 37', 42', 88' - Bendtner 18')
Barcelona 4 - 1 Arsenal
(Messi 21', 37', 42', 88' - Bendtner 18')
6 Nisan 2010 Salı
Sergen Yalçın #6
"Ercan Taner, teknik direktörlükle futbolculuk çok farklı şeylerdir. Teknik direktörlük liderlik, yöneticilik işidir. Oysa futbolcuyken ne yaparsın? İşte idmana gidersin, idmanda çalışırsın, sonra maçına çıkarsın, ondan sonra hadi bana eyvallah.. Neymiş, takım kaybetmiş.. Kaybetmişse kaybetmiş, bana ne! Onu hoca düşünsün.. dersin..."
NTVSpor'daki programdan...
NTVSpor'daki programdan...
Milliyet, yazıklar olsun sana!
Hıncal Uluç hep söyler, Türkiye'de spor gazeteciliği demek Milliyet demektir. Şahsen ben de çocukluğumdan beri 25 senedir Milliyet'in spor sayfalarını mutlaka okurum, pek çok gelişmeyi oradan takip ederim. Çoğu zaman başka bir kaynağa da ihtiyaç duymam. Sadece futbol değil, tüm spor dallarında en büyük yazarlar ve eleştirmenler de hep o sayfalarda yazmıştır: İslam Çupi, Kahraman Bapçum, Yalçın Granit vs. Ama Miliyet'in bugünkü hâline baktığımızda gazeteyi, artık şirazesinden çıkmış, neye ve kime hizmet ettiği belli olmayan, basın ahlâkı bir yana insana has erdemlerden de hiçbir şekilde nasibini almamış bir it sürüsü idare ediyormuş gibi görünüyor.
Fenerbahçe Acıbadem'in Türk spor tarihine altın harflerle nakşettiği inanılmaz başarısını, kendi meşrebince eli kalem tutan herkes geçtiğimiz hafta sonunda okuyanlarına duyurdu. Final oynaması bile büyük bir olay olan, gelecek sene bu kupada yine Final-Four adayı olan ve sonuçta Avrupa'nın en güçlü takımına son sete kadar direnerek kaybeden kızlarımızla ilgili haberi verirken, Milliyet hangi başlığı attı biliyor musunuz?: "Avrupa'da kupa hayal!" Peki ben bu başlığı görünce ne düşündüm, onu biliyor musunuz?: Bu puntoları oraya işleyen ar-namus yoksunu hayvanoğlu hayvanla ilgili şimdilik elimizden bir şey gelmiyor olabilir. Ama onun imzası yazıyla birlikte yayımlansa, kendisini tanısak ve bir gün bir yerlerde karşılaşsak, ona yaptıklarımızdan biz mi suçlu olacağız, bunu düşündüm. Ya da bundan daha ağır tahrik olmaz, olamaz mı diyecek insan vicdanı bize?
Aynı gazetenin dün Sivas-G.Saray maçıyla ilgili haber ve yazılarında da inanılmaz bir ayrıntıya rastladık. Son dakikalarda ağzından salyalar akan Barış isimli yaratığın sağa-sola saldırdığı anlarda sahaya giren Sivas yardımcı antrenörü Hayati Soydaş (A.Gücünün eski efendi futbolcusu) bir anda ensesinde bir pençe hissetti ve biz de bunu ekrandan net bir şekilde gördük. Pençenin sahibi Rijkaard'dı ve aslında bu görüntü bizi hiç şaşırtmadı. Çünkü işler kötü giderken onun da, yardımcısı olan yaşlı vatandaşın da nereye nasıl saldırıp kin kusacağını bilmeyen bir şuur kaybına girdiğini daha önceleri görmüştük. Bunun üzerine Soydaş da ona karşılık verdi, araya Rijkaard'ın (k.çıma kaş-göz çizip Jim Carrey'nin yaptığı gibi konuştursam ondan daha iyi tercümanlık yapacağı kesin olan) tercümanı bilmem kim girdi ve o da salyalarıyla Soydaş'ı tartaklamaya çalıştı. Bütün bu olanları ekrandan hepimiz gördük.
Ve şimdi Milliyet'e geliyorum. Olayla ilgili haberde kullanılan ifadeler şöyle:
Galatasaraylı Barış Özbek’in, 90+3’te rakibine yaptığı centilmenlik dışı hareket yüzünden gördüğü kırmızı kart, olayların çıkmasına neden oldu.
Hakem Halis Özkahya, Barış’ı doğrudan kırmızı kartla saha dışına gönderirken, tansiyon bir anda yükseldi. Sivasspor yedek kulübesinden çıkan Teknik Direktör Mesut Bakkal’ın yardımcısı Hayati Soydaş ve bazı yedek oyuncular, Barış’ın üzerine yürürken, Cim-Bom’un teknik patronu Frank Rijkaard da araya girerek oyuncusunu korumaya çalıştı.
Bu sırada Mesut Bakkal’ın yardımcısı Hayati Soydaş, Barış’ı sakinleştirmeye çalışan Rijkaard’ı tartakladı. Hollandalı hoca, aldığı darbeye aldırış etmeden sakinliğini korurken, Barış’ı yedek kulübesine oturttu.
Bakkal olaylarla ilgili yaptığı açıklamada, “Hayati Soydaş hocamın boğazında 4 tırnak izi var. Ben görmedim, ancak Rijkaard’ın yaptığını söylüyor. Ben sadece oyuncuları ayırmak için sahaya girdim” dedi...
Şimdi bu satırları yazan adamın kendisi ahlâksız ve onursuz diyelim; ona iş veren, bu sütunları açan godamanlara ne demeli? Ne demeli ben söyleyeyim: Birilerinin, bu haysiyetsiz gazetenin ondan da haysiyetsiz internet sitesinin üzerine gitme vakti geldi, hatta geçiyor. Kendi çapımda buradan Aziz Yıldırım'a bir çağrı yapıyorum: Milliyet, Fenerbahçe'nin tüm tesislerinden aforoz edilsin ve bu seneki kepazeliklerle ilgili olarak tam sayfa bir özür yayımlayana kadar da bir daha içeri alınmasın. Bunların aklını ancak böyle bir tepki başlarına getirir.
Fenerbahçe Acıbadem'in Türk spor tarihine altın harflerle nakşettiği inanılmaz başarısını, kendi meşrebince eli kalem tutan herkes geçtiğimiz hafta sonunda okuyanlarına duyurdu. Final oynaması bile büyük bir olay olan, gelecek sene bu kupada yine Final-Four adayı olan ve sonuçta Avrupa'nın en güçlü takımına son sete kadar direnerek kaybeden kızlarımızla ilgili haberi verirken, Milliyet hangi başlığı attı biliyor musunuz?: "Avrupa'da kupa hayal!" Peki ben bu başlığı görünce ne düşündüm, onu biliyor musunuz?: Bu puntoları oraya işleyen ar-namus yoksunu hayvanoğlu hayvanla ilgili şimdilik elimizden bir şey gelmiyor olabilir. Ama onun imzası yazıyla birlikte yayımlansa, kendisini tanısak ve bir gün bir yerlerde karşılaşsak, ona yaptıklarımızdan biz mi suçlu olacağız, bunu düşündüm. Ya da bundan daha ağır tahrik olmaz, olamaz mı diyecek insan vicdanı bize?
Aynı gazetenin dün Sivas-G.Saray maçıyla ilgili haber ve yazılarında da inanılmaz bir ayrıntıya rastladık. Son dakikalarda ağzından salyalar akan Barış isimli yaratığın sağa-sola saldırdığı anlarda sahaya giren Sivas yardımcı antrenörü Hayati Soydaş (A.Gücünün eski efendi futbolcusu) bir anda ensesinde bir pençe hissetti ve biz de bunu ekrandan net bir şekilde gördük. Pençenin sahibi Rijkaard'dı ve aslında bu görüntü bizi hiç şaşırtmadı. Çünkü işler kötü giderken onun da, yardımcısı olan yaşlı vatandaşın da nereye nasıl saldırıp kin kusacağını bilmeyen bir şuur kaybına girdiğini daha önceleri görmüştük. Bunun üzerine Soydaş da ona karşılık verdi, araya Rijkaard'ın (k.çıma kaş-göz çizip Jim Carrey'nin yaptığı gibi konuştursam ondan daha iyi tercümanlık yapacağı kesin olan) tercümanı bilmem kim girdi ve o da salyalarıyla Soydaş'ı tartaklamaya çalıştı. Bütün bu olanları ekrandan hepimiz gördük.
Ve şimdi Milliyet'e geliyorum. Olayla ilgili haberde kullanılan ifadeler şöyle:
Galatasaraylı Barış Özbek’in, 90+3’te rakibine yaptığı centilmenlik dışı hareket yüzünden gördüğü kırmızı kart, olayların çıkmasına neden oldu.
Hakem Halis Özkahya, Barış’ı doğrudan kırmızı kartla saha dışına gönderirken, tansiyon bir anda yükseldi. Sivasspor yedek kulübesinden çıkan Teknik Direktör Mesut Bakkal’ın yardımcısı Hayati Soydaş ve bazı yedek oyuncular, Barış’ın üzerine yürürken, Cim-Bom’un teknik patronu Frank Rijkaard da araya girerek oyuncusunu korumaya çalıştı.
Bu sırada Mesut Bakkal’ın yardımcısı Hayati Soydaş, Barış’ı sakinleştirmeye çalışan Rijkaard’ı tartakladı. Hollandalı hoca, aldığı darbeye aldırış etmeden sakinliğini korurken, Barış’ı yedek kulübesine oturttu.
Bakkal olaylarla ilgili yaptığı açıklamada, “Hayati Soydaş hocamın boğazında 4 tırnak izi var. Ben görmedim, ancak Rijkaard’ın yaptığını söylüyor. Ben sadece oyuncuları ayırmak için sahaya girdim” dedi...
Şimdi bu satırları yazan adamın kendisi ahlâksız ve onursuz diyelim; ona iş veren, bu sütunları açan godamanlara ne demeli? Ne demeli ben söyleyeyim: Birilerinin, bu haysiyetsiz gazetenin ondan da haysiyetsiz internet sitesinin üzerine gitme vakti geldi, hatta geçiyor. Kendi çapımda buradan Aziz Yıldırım'a bir çağrı yapıyorum: Milliyet, Fenerbahçe'nin tüm tesislerinden aforoz edilsin ve bu seneki kepazeliklerle ilgili olarak tam sayfa bir özür yayımlayana kadar da bir daha içeri alınmasın. Bunların aklını ancak böyle bir tepki başlarına getirir.
5 Nisan 2010 Pazartesi
Şuursuzluk ve ilkesizlik abidesi
Sezon başından beri Rijkaard'ın (hocalığıyla ilgili olarak) hiç de iyi doneler vermediğini, kariyerinin (Barcelona hariç) hiç de parlak olmadığını, o CV ile aslında Barça'ya gitmeyi de hak etmediğini vs. yazıp durdum. Futbolu bilmeyen, yaldızlarla gözü boyanmış bir sürü çoluk-çocuk da bana "Rijkaard'dan daha mı iyi biliyorsun, destur, yuh" dedi. Ama şimdi bakıyoruz, Rijkaard'ın bu ülkeye gelmiş en şuursuz, en ilkesiz ve en kifayetsiz hocalardan biri olduğu artık herhalde net bir şekilde anlaşılmıştır.
Hep ne dedik burada? Bir hocanın hocalığının %50'si (bakın bunu dünyada kimse söylemiyor, ama doğru veya yanlış ben hep söylüyorum) "sezon başında takımı kurarken" gösterdiği performanstadır. Rıza bu açıdan benim gözümde her zaman vasat-üstü bir hocadır mesela. Hadi Rijkaard sezon başında kadronun kurulmasında çok müdahil olmadı diyelim ama sezon ortasını ne yapacağız? Bir insan 6 ay boyunca çalıştırdığı takımını bu kadar mı tanımaz? Bu kadar mı şuursuzca transfer yaptırır? Devre arasında Jo ve Dos Santos geldi diye bayram eden geri zekâlılar şimdi ne yapıyor, çok merak ediyorum. G.Saray'ın orta sahasında çift yönlü en az 2 oyuncuya ihtiyacı varken, kadrosunda sayısız açık oyuncusu varken, Nonda varken, gidip Dos Santos ve Jo'yu alan/aldıran/alınmasına ses çıkarmayan adam teknik direktör falan değildir.
Teknik direktörün teknik direktör olduğunu gösteren ikinci önemli husus ise elindeki oyuncuların ne olduğunu görüp takdir edebilmesinde yatar. Bir adam istediği kadar UEFA Kupası'nı kazandırsın benim takımıma, eğer Can Arat'ı millî takıma alıp ilk 11 oynatıyorsa (Can Arat'ı futbolcu zannediyorsa) yazıklar olsun öyle hocaya derim (Terim'den bahsediyorum). Aynı şekilde Mustafa Sarp'a G.Saray forması giydiren ve hatta ilk 11 oynatan adama da yazıklar olsun. Sezon başında bunları yazdık, bir sürü genç çocuk buradan bana çemkirdi; "siz alamadınız, kıskanıyorsun" diyecek kadar akıllarını yitirdiler. Ama neticeye bakın: Kasımpaşa'da, Eskişehir'de, G.Antep'te vs. Sarp isimli kazmadan çok daha iyi olan bir sürü oyuncu var.
Bir teknik direktörün kifayetini ortaya koyan üçüncü önemli done takımın yapısına uygun sistemi kurup oynatmasıdır. Rijkaard'da bu da yok. Kendi takımının ne oynayabileceğini analiz etmek şöyle dursun, sezon başından beri uygulatmadığı sistem neredeyse kalmadı. Blog aleminin reisi olan vatandaş ligin ilk haftalarında "Rijkaard'ın ne olursa olsun sisteminden ödün vermediğini" yazıp hiç utanmadan, sıkılmadan, ar damarı çatlamış bir şekilde Rıdvan Dilmen'e laf sokuşturdu, hatırlıyoruz; bloglardaki bütün çoluk-çocuk da şuursuzca onun peşinden gitti. Ama bir baktık, 500 bilmem kaç maç (!) tek santrfordan ödün vermeyen, B planına tevessül etmeyen Rijkaard Fener maçına çift forvet çıktı, Sivas deplasmanında 4-3-3'ün açıklarında Barış ve Ayhan'ı oynattı! Bu şekilde o kadar çok cinayeti var ki sezon içinde, yazmaya kalksak satırlar yetmez. Rijkaard'ın kendisine allah akıl-fikir versin. Blog aleminin reisi ve ona tapınan çoluk-çocuğa ise söyleyecek laf bulamıyorum.
Bunlardan başka hocalık değil ama adamlık açısından baktığımızda Bursa deplasmanında rakip oyuncuya saldıran ağzı salyalı bir yaşlı yardımcı (Neeskens), bugün de Sivas deplasmanında rakip takımın yardımcı hocasına sataşan bir Rijkaard var. İlk yarıdaki Fener maçından sonra "Fenerbahçe kulübü her şeyiyle bizi provoke etti" diyecek kadar ağlamanın uç noktalarında gezinen de yine oydu. Bunlar, oyunculuğundan beri 20 küsur senedir takip ettiğim ve sevdiğim bu adama olan sevgimi de bitiren hadiseler olarak hafızama kazındı.
Yine aynı şekilde sezon başından itibaren "ben kamp yaptırmam, benim oyuncularım nasıl yaşayacağını ve sorumluluklarını bilir" diyen Rijkaard'ın Sivas maçı öncesi yönetimin baskısıyla takımı kampa alıp ne kadar ilkesiz bir adam olduğunu göstermesi de acıklı bir durum.
Daha uzatabiliriz ama ben yazmaktan yoruldum. Ayrıca yazması da tatsız bir mevzu. Rijkaard net bir şekilde kötü bir teknik direktör ve bundan sonra gittiği hiçbir takımda başarılı olması mümkün değil. Ona, onun bugüne kadar yönettiği takımlarda ne yaptığını hiç bilmeden sadece ismine bakarak tapınan (40 yaşındaki futbol cahili blog reisi dâhil) blog yazarları ise futboldan hiç anlamıyorlar ve ben olsam futbol hakkında konuşmayı da yazmayı da bugünden sonra bırakırdım. Çünkü futbolu, futbolcuyu, teknik direktörü ancak bu kadar cahilce izleyebilir insanlar..
Hep ne dedik burada? Bir hocanın hocalığının %50'si (bakın bunu dünyada kimse söylemiyor, ama doğru veya yanlış ben hep söylüyorum) "sezon başında takımı kurarken" gösterdiği performanstadır. Rıza bu açıdan benim gözümde her zaman vasat-üstü bir hocadır mesela. Hadi Rijkaard sezon başında kadronun kurulmasında çok müdahil olmadı diyelim ama sezon ortasını ne yapacağız? Bir insan 6 ay boyunca çalıştırdığı takımını bu kadar mı tanımaz? Bu kadar mı şuursuzca transfer yaptırır? Devre arasında Jo ve Dos Santos geldi diye bayram eden geri zekâlılar şimdi ne yapıyor, çok merak ediyorum. G.Saray'ın orta sahasında çift yönlü en az 2 oyuncuya ihtiyacı varken, kadrosunda sayısız açık oyuncusu varken, Nonda varken, gidip Dos Santos ve Jo'yu alan/aldıran/alınmasına ses çıkarmayan adam teknik direktör falan değildir.
Teknik direktörün teknik direktör olduğunu gösteren ikinci önemli husus ise elindeki oyuncuların ne olduğunu görüp takdir edebilmesinde yatar. Bir adam istediği kadar UEFA Kupası'nı kazandırsın benim takımıma, eğer Can Arat'ı millî takıma alıp ilk 11 oynatıyorsa (Can Arat'ı futbolcu zannediyorsa) yazıklar olsun öyle hocaya derim (Terim'den bahsediyorum). Aynı şekilde Mustafa Sarp'a G.Saray forması giydiren ve hatta ilk 11 oynatan adama da yazıklar olsun. Sezon başında bunları yazdık, bir sürü genç çocuk buradan bana çemkirdi; "siz alamadınız, kıskanıyorsun" diyecek kadar akıllarını yitirdiler. Ama neticeye bakın: Kasımpaşa'da, Eskişehir'de, G.Antep'te vs. Sarp isimli kazmadan çok daha iyi olan bir sürü oyuncu var.
Bir teknik direktörün kifayetini ortaya koyan üçüncü önemli done takımın yapısına uygun sistemi kurup oynatmasıdır. Rijkaard'da bu da yok. Kendi takımının ne oynayabileceğini analiz etmek şöyle dursun, sezon başından beri uygulatmadığı sistem neredeyse kalmadı. Blog aleminin reisi olan vatandaş ligin ilk haftalarında "Rijkaard'ın ne olursa olsun sisteminden ödün vermediğini" yazıp hiç utanmadan, sıkılmadan, ar damarı çatlamış bir şekilde Rıdvan Dilmen'e laf sokuşturdu, hatırlıyoruz; bloglardaki bütün çoluk-çocuk da şuursuzca onun peşinden gitti. Ama bir baktık, 500 bilmem kaç maç (!) tek santrfordan ödün vermeyen, B planına tevessül etmeyen Rijkaard Fener maçına çift forvet çıktı, Sivas deplasmanında 4-3-3'ün açıklarında Barış ve Ayhan'ı oynattı! Bu şekilde o kadar çok cinayeti var ki sezon içinde, yazmaya kalksak satırlar yetmez. Rijkaard'ın kendisine allah akıl-fikir versin. Blog aleminin reisi ve ona tapınan çoluk-çocuğa ise söyleyecek laf bulamıyorum.
Bunlardan başka hocalık değil ama adamlık açısından baktığımızda Bursa deplasmanında rakip oyuncuya saldıran ağzı salyalı bir yaşlı yardımcı (Neeskens), bugün de Sivas deplasmanında rakip takımın yardımcı hocasına sataşan bir Rijkaard var. İlk yarıdaki Fener maçından sonra "Fenerbahçe kulübü her şeyiyle bizi provoke etti" diyecek kadar ağlamanın uç noktalarında gezinen de yine oydu. Bunlar, oyunculuğundan beri 20 küsur senedir takip ettiğim ve sevdiğim bu adama olan sevgimi de bitiren hadiseler olarak hafızama kazındı.
Yine aynı şekilde sezon başından itibaren "ben kamp yaptırmam, benim oyuncularım nasıl yaşayacağını ve sorumluluklarını bilir" diyen Rijkaard'ın Sivas maçı öncesi yönetimin baskısıyla takımı kampa alıp ne kadar ilkesiz bir adam olduğunu göstermesi de acıklı bir durum.
Daha uzatabiliriz ama ben yazmaktan yoruldum. Ayrıca yazması da tatsız bir mevzu. Rijkaard net bir şekilde kötü bir teknik direktör ve bundan sonra gittiği hiçbir takımda başarılı olması mümkün değil. Ona, onun bugüne kadar yönettiği takımlarda ne yaptığını hiç bilmeden sadece ismine bakarak tapınan (40 yaşındaki futbol cahili blog reisi dâhil) blog yazarları ise futboldan hiç anlamıyorlar ve ben olsam futbol hakkında konuşmayı da yazmayı da bugünden sonra bırakırdım. Çünkü futbolu, futbolcuyu, teknik direktörü ancak bu kadar cahilce izleyebilir insanlar..
4 Nisan 2010 Pazar
Boşuna ağlamasın kimse
Bazı G.Saraylı ve Beşiktaşlı taraftarlar Fenerbahçe'nin ilk golünün ofsayt olduğunu söyleyerek ortalığı yangın yerine verme telaşında ama taraftar gözlüklerini çıkarmış sıradan bir insanın net bir şekilde görebileceği gibi:
1. Lig TV her zaman olduğu gibi ofsayt çizgisini, top Mehmet Topuz'un ayağından "çıktıktan sonra" çekip görüntüyü o zaman donduruyor. Eğer topa dokunduğu anda çizgiyi çekse ne olacak, hiçbir kanalda göremiyoruz. Saniyenin onda biri kadar bir sürenin bile bu tip pozisyonlarda ne kadar önemli olduğunu da hepimiz biliyoruz.
2. Lig TV yine her zaman olduğu gibi Fenerbahçe söz konusu olduğunda çizgiyi savunma oyuncusunun "kaleye en yakın uzvundan" (yani kolundan) değil, ayaklarından çekiyor. Niye? Çünkü ayaklardan çekerse Alex ofsayt. Ama eğer futbol kural kitabında dediği üzere kaleye en yakın uzvundan (yani kolundan) çekse Alex aynı hizada olacak. Dolayısıyla kural kitabına göre pozisyon ofsayt değil.
3. Ve en önemlisi maçın daha başında hakemin görmediği/çalmadığı net bir penaltı ve göstermediği kırmızı kart var. Eğer o penaltı verilip de Toledo atılsa maçın neticesi ne olurdu, herkes oturup düşünsün.
Bir insanda, Fener'in rakibini bu kadar ezim ezim ezdiği bir maçta neticeyi hakeme bağlaması için hiçbir şekilde akıl, mantık ve izan olmaması lâzım. Komik ve acınası duruma düşüyorlar, farkında değiller.
Not: Kol veya başka bir uzuv (ayak, tek başına öne uzanmış kafa vs.), savunma oyuncusunun kaleye en yakın olup olmama hususunda kıstastır. Buna mukabil forvet oyuncusu için bir kıstas değildir. Forvet oyuncusu için ayak geçerlidir. Herkes bunu bilip ona göre yorum yapsın.
1. Lig TV her zaman olduğu gibi ofsayt çizgisini, top Mehmet Topuz'un ayağından "çıktıktan sonra" çekip görüntüyü o zaman donduruyor. Eğer topa dokunduğu anda çizgiyi çekse ne olacak, hiçbir kanalda göremiyoruz. Saniyenin onda biri kadar bir sürenin bile bu tip pozisyonlarda ne kadar önemli olduğunu da hepimiz biliyoruz.
2. Lig TV yine her zaman olduğu gibi Fenerbahçe söz konusu olduğunda çizgiyi savunma oyuncusunun "kaleye en yakın uzvundan" (yani kolundan) değil, ayaklarından çekiyor. Niye? Çünkü ayaklardan çekerse Alex ofsayt. Ama eğer futbol kural kitabında dediği üzere kaleye en yakın uzvundan (yani kolundan) çekse Alex aynı hizada olacak. Dolayısıyla kural kitabına göre pozisyon ofsayt değil.
3. Ve en önemlisi maçın daha başında hakemin görmediği/çalmadığı net bir penaltı ve göstermediği kırmızı kart var. Eğer o penaltı verilip de Toledo atılsa maçın neticesi ne olurdu, herkes oturup düşünsün.
Bir insanda, Fener'in rakibini bu kadar ezim ezim ezdiği bir maçta neticeyi hakeme bağlaması için hiçbir şekilde akıl, mantık ve izan olmaması lâzım. Komik ve acınası duruma düşüyorlar, farkında değiller.
Not: Kol veya başka bir uzuv (ayak, tek başına öne uzanmış kafa vs.), savunma oyuncusunun kaleye en yakın olup olmama hususunda kıstastır. Buna mukabil forvet oyuncusu için bir kıstas değildir. Forvet oyuncusu için ayak geçerlidir. Herkes bunu bilip ona göre yorum yapsın.
Taraftar sizinle gurur duyuyor
Fenerbahçe Acıbadem bayan voleybol takımı, Avrupa'nın en güçlü takımı olan Bergamo'ya karşı 2-0'dan 2-2'ye getirdiği final maçını, Nihan'ın inanılmaz hatalarına engel olamayınca kaybederek Avrupa ikincisi oldu. Maçın başlarında hat safhada heyecanlı görünen kızlar ilk iki seti verdikten sonra kaybedecek bir şeyleri kalmayınca stresi üzerinden attı ve maça yeniden ortak olmayı başardı. Ama Nihan'ın maç başından itibaren, kaç tane olduğunu sayamadığım manşet hataları ve rakibin müthiş tecrübesi son sette birleşince mağlubiyet kaçınılmaz oldu. Ama neticede her zaman söylediğim, hatta futbol ve basketbolda da önemle belirttiğim bir şey var: Her türlü turnuvada sezon başında konan hedef her zaman için final oynamak olmalıdır. Çünkü tek maçlık finallerde çok fazla değişken maçın neticesine etki edebilmektedir. Oyuncuların günlük performansı, hakemler, (futbol için) zemin, hava şartları vs. Bu yüzden sezon başında hedefi (final olan turnuvalarda) "şampiyonluk" olarak koymanın hiçbir şekilde bir mantığı ve izahı yoktur.
Bu açıdan bakıldığında bayan voleybol takımı görevini yapmış, ulaşılabilecek en üst noktaya ulaşmıştır. Ama maalesef rakip hem daha tecrübeli, hem de daha kaliteliydi. Bütün kızları canı yürekten kutlarken, bu heyecanı bize yaşattıkları için sonsuz teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.
FENERBAHÇE ACIBADEM: 2 - VOLLEY BERGAMO: 3
SALON: Palais Des Victoria
FENERBAHÇE ACIBADEM: Osmokroviç (***), Gamova (***), Çiğdem (**), Eda (***), Seda (**), Naz (*), Nihan (*), Dirickx (***), Blom (**)
VOLLEY BERGAMO: Fürst (****), Piccinnini (****), Del Core (****), Ortolani (***), Fanzini (**), Carrara (**), Merlo (**), Bosetti (**), Serena (***), Arrighetti (**), Lo Bianco (***)
SETLER: 22-25 / 21-25 / 25-22 / 25-20 / 15-9
SÜRE: 126 dakika (25 / 31 / 27 / 28 / 15)
Bu açıdan bakıldığında bayan voleybol takımı görevini yapmış, ulaşılabilecek en üst noktaya ulaşmıştır. Ama maalesef rakip hem daha tecrübeli, hem de daha kaliteliydi. Bütün kızları canı yürekten kutlarken, bu heyecanı bize yaşattıkları için sonsuz teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.
FENERBAHÇE ACIBADEM: 2 - VOLLEY BERGAMO: 3
SALON: Palais Des Victoria
FENERBAHÇE ACIBADEM: Osmokroviç (***), Gamova (***), Çiğdem (**), Eda (***), Seda (**), Naz (*), Nihan (*), Dirickx (***), Blom (**)
VOLLEY BERGAMO: Fürst (****), Piccinnini (****), Del Core (****), Ortolani (***), Fanzini (**), Carrara (**), Merlo (**), Bosetti (**), Serena (***), Arrighetti (**), Lo Bianco (***)
SETLER: 22-25 / 21-25 / 25-22 / 25-20 / 15-9
SÜRE: 126 dakika (25 / 31 / 27 / 28 / 15)
Chelsea şampiyon gibi
İngiltere'de sezonun belki de en önemli maçında Chelsea, lider United'ı deplasmanda 2-1 mağlup ederek bitime 5 maç kala rakibinin 2 puan önüne geçmeyi başardı. Maça her iki takım da kontrollü ve önce skor dezavantajına düşmemeyi garantiye almaya çalışan bir düzenle çıktı. Rooney'nin yokluğunda forma şansı bulan Berbatov'un, müthiş kalitesine rağmen temposunun düşüklüğü ve agresiflikten uzak oyun tarzı Chelsea defansının işini bir bakıma kolaylaştırdı. Ferreira, Alex, Terry ve Zhirkov'dan oluşan dörtlü savunma hemen hemen hiç bireysel hata yapmadı. Ön libero ve Mikel ve Lampard da savunmaya yakın oynayarak sürekli alan daralttılar. Kanatlar zaten rakip bekleri takip eden Cole ve Malouda ile kapatılmış, kazanılan tüm toplar da Deco ile buluşturularak onun Anelka'ya atacağı paslarla kontrataktan pozisyon bulmak üzerine bir taktik kurulmuştu. Chelsea takımının en önemli özelliği Mourinho döneminde oturtulan sağlam takım savunması. Bunun yanında savunma oyuncularının her birisi de işlerinde uzman denebilecek kadar mahir isimler. Hal böyle olunca, takım hâlinde defans yaptıklarında onlara gol atmak çok ama çok zor. United gibi kendi sahasında babasını bile tanımayan makine düzenindeki bir takım bile onlara karşı pozisyon bulmakta zorlandı. Üstelik Carvalho ve Cole gibi iki müthiş ismin eksikliğine rağmen..
United ise soldan Giggs, sağdan Valencia ile çizgiye inip rakip defansın yerleşme düzenini bozmaya çalışırken, Berbatov'un yarattığı boşluklara son haftaların sürpriz ismi Park'ı sokmayı amaçladı ama dediğimiz gibi Chelsea'nin blok hâlindeki savunmasında Park nefes bile alamadı. Kanatlar ikişer kişiyle tutulduğu için (Malouda ve Cole'un geriye yardımları kusursuzdu) orayı da kullanamdılar; artık temposu iyice düşmüş Giggs ve Scholes da bir varlık gösteremeyince United takımı pozisyon üretemeyen bir kimliğe büründü. Aslında Chelsea de gol atmaya çok yakın görünmüyordu ama son maçlarda inanılmaz bir form ortaya koyan Malouda'nın dört kişi arasında daldıktan sonra sıfırdan kestiği topa akıl almaz bir topuk darbesi yapan Cole takımını hiç beklenmeyen bir anda öne geçirdi. Bu golden sonra herkesin bekleyebileceği üzere maç United için iyice zorlaştı. Bu arada Cole'un attığı gol bize, 1997 Şampiyonlar Ligi finalinde Juve ile Dortmund arasında oynanan maçta Boksic'in kesmesine Del Piero'nun yaptığı muhteşem vuruşu hatırlattı (o gole rağmen Juve maçı 3-1 kaybetmişti).
Golden sonra alan savunmasını iyice sıkılaştıran ve konsantrasyonu maksimum seviyeye gelen Chelsea uzun süre rakibine pozisyon vermeden maçı götürdü. Bu arada maç öncesindeki taktiği sahada tıkır tıkır işleyen Ancelotti de zaman içinde doğru değişiklikler yaparak takımını maçta tutmayı başardı. Gerçi pres yapmayan Anelka ve Deco daha önce çıkarılıp Ballack ve Drogba alınabilirdi ama belki de saha içindeki ahenge o da müdahale etmekten çekindi, bilemiyorum. Sonuçta bir kontratakta Drogba'nın ofsayttan attığı golle üstünlük perçinlendi. United'ın, fazla rahatlayan rakip savunmanın bir anlık dalgınlığından yararlanarak Macheda ile bulduğu gol hiçbir şeye çare olmadı.
Geride kalan maçlara baktığımzda, daha zor fikstüre sahip olan takımın United olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bu maç bence Chelsea'nin söke söke aldığı şampiyonluğunu ilan ettiği maç olarak hatırlanacak.
Man Utd (4-2-3-1): Van Der Sar (**) - Neville (*), Ferdinand (**), Vidic (**), Evra (**) - Fletcher (**) (86' Gibson), Scholes (*) (72' Nani (**) - Valencia (*), Park (*) (71' Macheda (**), Giggs (*) - Berbatov (*)
Chelsea (4-2-3-1): Cech (**) - Ferreira (**), Alex (**), Terry (***), Zhirkov (**) - Mikel (***), Lampard (***) - Cole (***) (73' Kalou (**), Deco (**) (82' Ballack (*), Malouda (****) - Anelka (***) (69' Drogba (**)
Goller (1-2): Macheda 81' - Cole 21', Drogba 79'
United ise soldan Giggs, sağdan Valencia ile çizgiye inip rakip defansın yerleşme düzenini bozmaya çalışırken, Berbatov'un yarattığı boşluklara son haftaların sürpriz ismi Park'ı sokmayı amaçladı ama dediğimiz gibi Chelsea'nin blok hâlindeki savunmasında Park nefes bile alamadı. Kanatlar ikişer kişiyle tutulduğu için (Malouda ve Cole'un geriye yardımları kusursuzdu) orayı da kullanamdılar; artık temposu iyice düşmüş Giggs ve Scholes da bir varlık gösteremeyince United takımı pozisyon üretemeyen bir kimliğe büründü. Aslında Chelsea de gol atmaya çok yakın görünmüyordu ama son maçlarda inanılmaz bir form ortaya koyan Malouda'nın dört kişi arasında daldıktan sonra sıfırdan kestiği topa akıl almaz bir topuk darbesi yapan Cole takımını hiç beklenmeyen bir anda öne geçirdi. Bu golden sonra herkesin bekleyebileceği üzere maç United için iyice zorlaştı. Bu arada Cole'un attığı gol bize, 1997 Şampiyonlar Ligi finalinde Juve ile Dortmund arasında oynanan maçta Boksic'in kesmesine Del Piero'nun yaptığı muhteşem vuruşu hatırlattı (o gole rağmen Juve maçı 3-1 kaybetmişti).
Golden sonra alan savunmasını iyice sıkılaştıran ve konsantrasyonu maksimum seviyeye gelen Chelsea uzun süre rakibine pozisyon vermeden maçı götürdü. Bu arada maç öncesindeki taktiği sahada tıkır tıkır işleyen Ancelotti de zaman içinde doğru değişiklikler yaparak takımını maçta tutmayı başardı. Gerçi pres yapmayan Anelka ve Deco daha önce çıkarılıp Ballack ve Drogba alınabilirdi ama belki de saha içindeki ahenge o da müdahale etmekten çekindi, bilemiyorum. Sonuçta bir kontratakta Drogba'nın ofsayttan attığı golle üstünlük perçinlendi. United'ın, fazla rahatlayan rakip savunmanın bir anlık dalgınlığından yararlanarak Macheda ile bulduğu gol hiçbir şeye çare olmadı.
Geride kalan maçlara baktığımzda, daha zor fikstüre sahip olan takımın United olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bu maç bence Chelsea'nin söke söke aldığı şampiyonluğunu ilan ettiği maç olarak hatırlanacak.
Man Utd (4-2-3-1): Van Der Sar (**) - Neville (*), Ferdinand (**), Vidic (**), Evra (**) - Fletcher (**) (86' Gibson), Scholes (*) (72' Nani (**) - Valencia (*), Park (*) (71' Macheda (**), Giggs (*) - Berbatov (*)
Chelsea (4-2-3-1): Cech (**) - Ferreira (**), Alex (**), Terry (***), Zhirkov (**) - Mikel (***), Lampard (***) - Cole (***) (73' Kalou (**), Deco (**) (82' Ballack (*), Malouda (****) - Anelka (***) (69' Drogba (**)
Goller (1-2): Macheda 81' - Cole 21', Drogba 79'
Rüya gibi
Fenerbahçe Spor Kulübü tarihinde ilk kez bir branşın takımı, Avrupa'daki lig şampiyonlarının yarıştığı bir kupada finale yükseldi. Gamova'nın transferiyle sezon başında inanılmaz bir seviyeye konan çıtanın, bugün umulan ve arzulanan noktaya gelmesi ve ev sahibi Cannes takımının mağlup edilerek finale çıkılması muazzam bir başarı. Türk spor tarihinde olimpik spor dallarında ilk kez bir takımımız Şampiyonlar Ligi finaline yükseliyor, bu da elde edilen başarının bir başka boyutu. Yarın 18:30'da başlayacak ve TRT1'den naklen yayınlanacak olan final maçını her ne olursa olsun seyredip (Cannes'dan çok daha güçlü bir takım olan Bergamo'ya) kaybetse de bu kızlara sahip çıkmak tüm Fenerbahçelilerin boyun borcudur artık.
RC CANNES: 2 - FENERBAHÇE ACIBADEM: 3
SALON: Palais Des Victoria
HAKEMLER: Andrey Zenovich (Rusya), Zorica Bjelic (Sırbistan)
RC CANNES: Yaneva (**), Polechtchouk (**), Centoni (***), Marchenko (**), Ravva (***), Antonıjeviç (***) - Salinas (*), Fomina (**), Durakoviç (**), Fiorin (*)
FENERBAHÇE ACIBADEM: Dirickx (****), Seda (***), Çiğdem (**), Gamova (****), Osmokroviç (***), Eda (**) - Naz (**), Nihan (**), Blom (**), Songül (**)
SETLER: 25-18 / 19-25 / 18-25 / 25-17 / 21-23
SÜRE: 123 dakika (25 / 26 / 25 / 21 / 26)
RC CANNES: 2 - FENERBAHÇE ACIBADEM: 3
SALON: Palais Des Victoria
HAKEMLER: Andrey Zenovich (Rusya), Zorica Bjelic (Sırbistan)
RC CANNES: Yaneva (**), Polechtchouk (**), Centoni (***), Marchenko (**), Ravva (***), Antonıjeviç (***) - Salinas (*), Fomina (**), Durakoviç (**), Fiorin (*)
FENERBAHÇE ACIBADEM: Dirickx (****), Seda (***), Çiğdem (**), Gamova (****), Osmokroviç (***), Eda (**) - Naz (**), Nihan (**), Blom (**), Songül (**)
SETLER: 25-18 / 19-25 / 18-25 / 25-17 / 21-23
SÜRE: 123 dakika (25 / 26 / 25 / 21 / 26)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)