9 Ağustos 2008 Cumartesi

Liverpool bu sene mi?

Rafa Benitez yine milyonlarca Euro harcayarak sezon öncesinde bir takım kurdu. Her yıl olduğu gibi transfer ettiği oyunculara büyük bir aşkla bağlandı ve her hazırlık maçında onları ilk 11'de oynattı. Bunlardan Keane elbette en önemli transfer. Ve özellikle Rangers maçında öldürücü bir ikili oluşturdu Torres ile. Taraftarı da en çok bu ikili heyecanlandırıyor zaten.

Bunun dışında sol bek Dossena da Rafa'nın çok güvendiği bir oyuncu. Ve fakat Riise'yi 5 M Euro bedelle gönderip Dossena'yı 9 M'a almak hangi akla hizmettir, çözebilen beri gelsin. Defansın sağına da Arbeloa ve Finnan olduğu halde Degen alındı. Büyük olasılıkla burada 33'lük Finnan'ın ipi çekilecek. Defansın ortasında Carragher, Agger, Skrtel, Hyyppia var ve takımın en güçlü yerlerinden biri burası.

Ortanın sağında Kuyt, Pennant ve Benayoun var. Bu oyuncuların mevkiini sürekli değiştirdiği için hangisi nerede oynayacak belli değil. Solda Babel ve yine Benayoun var. Ama ne Babel oranın oyuncusu ne de Benayoun. Genç sol bek Insua orada oynayabilir ancak o da çok tecrübesiz. Fabio Aurelio da sakat. Bu bölgeye bir transfer gerekebilir sonuçta. Ortada ise Mascherano, Xabi Alonso, Lucas ve Gerrard var, ki takımın asıl en güçlü yeri burası. Eğer Barry gelirse Alonso gönderilecek, ki son Lazio maçında taraftarın müthiş desteğinden sonra Alonso'yu göndermek iyice zorlaştı.

Forvette ise Keane, Torres, Voronin, Kuyt mevcut. Voronin'in gönderilmesi bekleniyor ama Lazio maçında son dakikada maçın tek golünü attı o da.

Sonuçta oyuncu kalitesi olarak fena olmayan bir kadro oluştu. Chelsea, Man Utd ve Arsenal (hatta Tottenham) ile başedebilecek bir kadro bu. Şans yaver gider ve özellikle bu büyük takımlara (en azından) yenilmeyip, küçük maçlarda da aptalca puanlar kaybedilmezse 20 yıllık özleme bu yıl nokta konulabilir. Yeter ki Benitez sezon içinde saçmalamasın.

Aldo Duscher

Fenerbahçe bağıra bağıra ön libero arayadursun, Avrupa'da pek çok sağlam futbolcu kulüp değiştirmeye devam ediyor. Bunlardan sonucusu Santander'den Sevilla'ya 2.5 M Euro bedelle geçen Duscher oldu. Ön libero arayan bir takımın ilacı olabilecek, sert, presçi, top da yapabilen Arjantinli henüz 29 yaşında. Ve 32 yaşındaki Senna'ya 10 M vermeye çalışan Fenerbahçe'nin futbol cahili ve kör yöneticileri de sudan ucuz olan bu adamı görmüyor, hatta tanımıyor bile.

Henüz 19 yaşında bedava geldiği Sporting'den, iki yıl sonra 13 M Euro bedelle Deportivo'ya geçen Duscher, burada çoğu zaman Mauro Silva ve Sergio'nun arkasında yedek beklediği yılların ardından ilk 11'e yerleşmişti. 7 yıl Deportivo'da oynadıktan sonra, geçen sezon bedelsiz olarak Santander'e geçen oyuncu, iyi geçen bir yılın ardından şimdi Sevilla'ya transfer oldu. Gilberto Silva da 2.5 M bedelle PAO'ya gitmişti hatırlanacağı gibi. Fener yönetimi yine bir cahillikler kumpanyası sergileyerek parayı har vurup harman savurmaya devam ediyor. Fazla para etmeyen faydalı olabilecek futbolculardan ise özenle uzak duruyor! Bakalım daha neler göreceğiz...

Mark Van Bommel

Uzun yıllar PSV'nin kaptanlığını yaptıktan sonra 2005 yazında bedava Barcelona'ya transfer olan ancak Deco, Xavi, Iniesta, Motta, Edmilson gibi isimlerden sıra gelmeyen Hollandalı, 6 M Euro bedelle bir yıl sonra Bayern'e satılmıştı hatırlanacağı gibi. Alman devinde çok parıltılı sezonlar geçirmese de sonuçta takımın ilk 11'indeki yerini sağlamlaştırdı bu sürede. Ve şimdi, Klinsmann tarafından takım kaptanlığına getirildi. Van Bommel'in takım ve oyuncular üzerinde bir ağırlığı olabilir, gerektiğinde konuşmaktan çekinmeyen sağlam bir karakteri de vardır, o da tamam. 3 dil konuşabilmesi de bir avantajdır. Ama kendisini uzun yıllardır izleyen her futbolsever bilir ki, aynı zamanda Avrupa futbolunun en "çirkef" futbolcularından da biridir. Real'e attığı gol sonrası yaptığı hareketten tutun da, rakip oyunucularla hemen her maçta yaptığı dalaşmalar ve bunları yaparken ortaya koyduğu sinsilik, sporun "ruhunu da" seven her insanın gözüne batıyordur. Ama nedense böyleleri kaptanlık konusunda daha şanslı oluyor. Yıllarca Bülent Korkmaz gibi (her ne kadar Türk futbol tarihinin en önemli ve kariyerli futbolcularından olsa da) saha içinde çamurluk abidesi olan bir oyuncunun saha dışında aslında "bir melek" olduğu masalıyla uyutulduğumuzu unutmayalım. Bayern'e yeni kaptanı hayırlı olsun.

8 Ağustos 2008 Cuma

Unutulmaz diyaloglar #2: Canlı Hedef


Yılmaz Güney'in kuşkusuz senaryosunu yazdığı "Yol", "Sürü" gibi ya da yönettiği "Umut" gibi çok çok daha iyi filmleri var. Türk sinema tarihinin en iyi filmlerinden sayılıyor bu klasikler. Ama Çirkin Kral olarak oynadığı, niteliksiz avantür filmlerinin sayısı çok daha fazla bilindiği gibi. Onlardan birisi de senaryosunu yazıp yönettiği ve başrolünü oynadığı "Canlı Hedef" filmi. Düşmanları tarafından iğfal edilen küçük kızının intikamını alan bir kabadayının öyküsü olarak özetlenebilecek konusu filmin ne mene bir şey olduğunu anlatıyor zaten. Ama bu filmde bile alttaki gibi inanılmaz diyaloglara rastlayabiliyorsunuz işte. Ustaya saygılarımızı sunmak için bir bahane bu, duyurulur.

Danyal Topatan: Sana bir hikâye anlatayım bey abicim.
Yılmaz Güney: Müstehcen mi?
Danyal Topatan: Müstehcen.
Yılmaz Güney: O zaman anlatma!
Danyal Topatan: Peki ben bu hikâyeyi kime anlatıcam bey abicim?
Yılmaz Güney: Cümbüşüne anlat, şarkı olur...

Not: Filmin tamamı, aşağıdan seyredilebilir. Sözünü ettiğim diyalog, 15:55'ten itibaren başlıyor.

Sezon başı yorumu: G.Saray

G.Saray geçen sezonun şampiyonu. Bunun en büyük nedeni kadroda Türk futbolcular konusundaki inanılmaz zenginlik. Ve Hakan Şükür dışında da önemli bir kayıp görünmüyor. Yabancılar hususunda ise takımın daha iyiye bile gittiğini söyleyebiliriz. Lincoln için yeni bir sezon, yeni bir umut söz konusu. Bu yıl ne kadar vasat olsa da, geçen sezondan daha kötü olmaz diye düşünülebilir. Meira ise kuşkusuz Song'dan daha iyi bir oyuncu. Kewell da sakatlanmazsa mutlaka önemli katkılar yapacaktır. Şimdi bir de forvet arayışı var, o da mutlaka alınacak ve seçenekler artacak.

Ama takımın hazırlık maçlarında ortaya koyduğu kısır futbol, taraftarı zorlu Steaua maçları öncesi endişelendiriyor. 7 hazırlık maçında alınan tek galibiyet, 5 beraberlik ve 1 mağlubiyet pek de iç açıcı bir tablo değil doğrusu. Ama yine de kazanma alışkanlığı olan, yıllardır oyun anlayışı konusunda belirli bir istikrarı yakalamış takımın ciddi maçlardaki performansını bekleyip görmek gerekir.

Kale için De Sanctis fena bir seçim değil. Ama daha önce de yazdığımız gibi Aykut'a güvenilmesi, çok daha yerinde olurdu. Defansta Uğur, Meira, Servet, Balta var. Gerçekten de isimler açısından mükemmel bir defans bu. Hatta Sabri, Emre'ler ve Volkan ile yeni alınan Alpaslan gibi çok iyi yedekler mevcut. Orta saha ise belki daha iyi: Hasan Şaş, Arda, M.Topal, M.Güven, Linderoth, Lincoln, Barış, Ayhan, Kewell gibi kâğıt üzerinde müthiş isimler söz konusu. Forvette de Nonda, Karan ve Serkan var. Dediğimiz gibi buraya bir isim daha alınacak.

Eğer pek güven verici bir tercih gibi görmediğimiz Skibbe çuvallamazsa, bizce açık ara ülkenin en iyi kadrosu G.Saray'da. Fener ve Beşiktaş'ın da görüntüsüne bakınca rahatlıkla şampiyon olmaları gerekir. Ama şu form ile Steaua'ya elenirlerse de sürpriz sayılmamalı. Sezon başlayınca ne olacağını göreceğiz...

Demirören Beşiktaş'ı soyuyor

Yıldırım Demirören, pek çok aklı başında futbolseverin düşündüğü gibi, bizim için de Türk futbol tarihinde bir kulübün başına gelmiş en büyük felaket. Şimdiye kadar kritik olarak verdiği kararlardan tek bir tanesinin bile doğru ve yerinde olduğunu hatırlamıyoruz. Ve yine, onu seven tek ama tek bir Beşiktaş taraftarı da tanımıyoruz.

Ama bu yazıda bizim değinmek istediğimiz şey, onun bir çocuğun bile yapmayacağı skandal hataları ya da başkanlık konusundaki kifayetsizliği değil. Onun, bilinçli ya da bilinçsiz, bir yandan "başkancılık" oynarken, bir yandan da Beşiktaş'ı kendine borçlandırmak suretiyle soyup soğana çevirmesi. Bu da yine Türk futbol tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olay.

Demirören şunu yapıyor: Mesela her zaman olduğu gibi Fener'e özenip bir Alex arayışına giriyor. Bunun için bulduğu isim, örneğin Ricardinho. Soruşturuluyor, fiyatı 5 M Euro. Sonra bakıyor, Beşiktaş'ın ekonomisi bu bedeli ödemeye müsait değil. Tam o anda ortaya atlıyor ve "sorun değil, ben kulübümü seviyorum; parayı şimdi veririm, sonra biz cânım kulübümle hesaplaşırız nasıl olsa" diyor. Sonra ne mi oluyor. Kimsenin ona yapmasını söylemediği, kendisinin Fener kompleksinin ürünü olan bu saçma transfer gerçekleşiyor (ve kendisi "Brezilya millî takımının sol açığını aldık" diyor, hiç sıkılmadan). Ve bu transfer sonrası Beşiktaş kulübü, başkanına tam 5 M Euro borçlanıyor. 2 yılın ardından o başkan Ricardinho'yu bedava (!) gönderiyor kulüpten. Bir yöneticilik fiyaskosu gerçekleşiyor ama bu arada olan 105 yıllık çınara oluyor, kulübün 5 M Euro'su Demirören tarafından çalınmış bulunuyor. Bunun gibi, Fener'in 250 bin $ teklif ettiği Ali Güneş 850 bin $ ödenerek alınıyor. Mustafa Doğan, Okan Buruk gibi sayısız fiyasko transfer ile bu soygun devam ediyor.

Ve en önemlisi de Del Bosque. Bir başkanlık ve idarecilik skandalı olan bu öykü nedeniyle Beşiktaş 7-8 M Euro zarara uğruyor. Ve ne enteresandır ki koskoca Beşiktaş kulübünden birisi de çıkıp isyan etmiyor. Biz de merak ediyoruz: Beşiktaş'ın kongresinde bir tane mi yürekli adam yok? Tek bir üye bile çıkıp bunları neden Divan Kurulunda dile getirmiyor? Bunlar cevabı olmayan sorular.

Bugün Vatan gazetesinde diyor ki başkan, "Günü gelince paramı alacağım. Faizi 10 M eder, onu istemiyorum. Sadece anaparayı istiyorum, bu da benim kulübe yaptığım bir kıyaktır." Bir insan bu kadar yüzü kızarmadan konuşabilir herhalde. Beşiktaş taraftarını geçtim, olmayanların bile beceriksizliğinden, kifayetsizliğinden, abuk sabuk demeçlerinden vs. bıktığı bu adamın başkanlıktan ebediyen uzaklaştırılması ve kulüp içinde kurulacak bir komisyon tarafından soruşturma geçirmesi gerekiyor. Birileri bunları ulusal basında yazsın, dile getirsin, Beşiktaş'ın bu adama borcu 100 M olmadan bu vahim soygunu durdursun. Hem Beşiktaş hem de Türk futbolu için çok daha güzel bir gün olacak o gün...

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Wenger babam gibi!

Yukarıdaki sözü son 1 ay içinde iki kez duyduk. Daha önceleri de duymuştuk ama bu kadar kısa aralıklarla değil. Bu özlü sözü sarf edenler ise Arsenal'den Barca'ya giden Hleb ile takımdaki sözleşmesini uzatan Adebayor.

Hleb'in takımdan ayrılmadan önce Wenger ve eski takım arkadaşı Fabregas hakkında ağır konuştuğu bir demeci yayımlanmıştı gazetelerde. Fransız'ın kendisini kanatta oynatarak hata ettiğini, bunun da performansını düşürdüğünü söylemiş; hızını alamayıp Fabregas'ın kendisinden çok daha bencil bir oyuncu olduğundan dem vurmuştu: "Mesela ceza sahası çizgisi üzerinde aynı pozisyonda ben pas verirken Fabregas kaleyi düşünür." Bu açıklamaların arkasından da takımdan ayrılmak istediğini ekliyordu Hleb. Bu sözleri yalanlamak içinse (her nedense) Barca'ya imza atana kadar bekledi. İmzayı atıp (muhtemelen) iki katı bir maaşa kavuşunca da "Kesinlikle yalan, Wenger benim babam gibidir. Oyunuma çok şey kattı ve Arsenal için bulunmaz bir nimet" gibisinden bir şeyler söyledi. Fabregas'ı da çok sevdiğini ekledi elbette, takımdayken en iyi arkadaşıymış.

Daha sonra Adebayor, iki sezon önce Monaco'dan geldiğinde dikkatli gözler haricinde kimsenin tanımadığı bu Togolu, haftalardır hakkındaki spekülasyonlar için adeta ölüm sessizliğini koruduktan ve Arsenal ile yıllık 6-7 M Euro karşılığında kontrat yeniledikten sonra şunları söyledi: "Benim kalbim hep Arsenal'de. Arsene Wenger benim babam gibi ayrıca patronum ve o ne derse yapacağım. Buradan ayrılmak gibi bir niyetim yok."

Vay vay vay... Bu oyunculara şunu sormak gerekiyor: Arsene Wenger tamam, şefkatli bir baba. Herkes söylediğine göre mutlaka doğrudur. Ama siz ne kadar hayırlı birer evlatsınız acaba? Para için biriniz arkasına bakmadan kaçarken, öbürü rüzgârla bir oraya bir buraya savrulduktan sonra uçuk bir kontratla takımda kalıp, ondan sonra bağlılık nutukları çekiyor. Yanlış anlaşılmasın lütfen; eleştirdiğimiz şey oyuncuların hakları olan parayı aramaları değil, o manevraları yapıp binbir numara çevirdikten sonra söyledikleri sahte sözler. Daha önce de yazdığımız gibi dev kulüpler sözleşmesi süren oyunculara medya yoluyla böyle etik dışı teklifler yapıp, menajerleri de kullanarak oyuncuların aklını çelmeye devam ettiği sürece bunları daha çok göreceğiz galiba...

Van Der Vaart nihayet!

Haftalardır konuşulan transfer sonunda gerçekleşti ve Hollanda futbolunun süper yıldızlarından Rafael Van Der Vaart, Real Madridli oldu. Oyuncunun karşılığında eski kulübü Hamburg'a ne kadar bonservis ödendiği ise bilinmiyor. Ancak rakamın 10 M Euro'dan az olmadığı muhakkak. Yine de onun gibi bir oyuncuyu belki de yarı fiyatına aldı uyanık Madridli'ler. Bizim merak ettiğimiz ise özellikle Juventus başta olmak üzere bu tip bir oyuncunun hayaliyle yanıp tutuşan Avrupa'nın diğer devlerinin, bu oyuncuyu bu fiyata nasıl ellerinden kaçırdığı.

Van Der Vaart yıllar önce Ajax'ın Milan ile oynadığı bir hazırlık maçında ortaya çıkmıştı. Sezonun başında yapılan özel bir turnuva maçıydı ve genç solak, sol açık oynadığı o maçta Milan'ın sağ tarafını felç etmişti. Yıl 2001. Daha sonra A takımda geçen yıllar, kaptanlık, millî takım derken 2005 yazında akıl almaz ucuzlukta bir bedelle (5 M Euro) Hamburg'a transfer oldu. Orada da takım kaptanlığına yükseldi, taraftarın sevgilisi oldu ama elbette kaçınılmaz son geldi çattı. Takım, Van Der Vaart'ın çapını karşılayamaz oldu. Geçen sezonun sonunda Juve'nin oyuncuyla çok ilgilendiği yazıldı çizildi ama haberlere göre bonservisi tuzlu geldi Zebralara. Şimdi ödenen bedele bakınca dünyanın en uyanık kulübü olan İtalyan devinin tongaya düştüğünü görebiliyoruz (muhtemelen hayatımız boyunca da bir daha göremeyiz).

Real Madrid'te neler yapacağı elbette bir soru işareti Van Der Vaart'ın. Ama yeteneklerine, kariyerine ve karakter özelliklerine bakınca biz, dünyanın sayılı futbolcularından biri hâline hızlı adımlarla geleceğini düşünüyoruz.

Seric muamması

Beşiktaşın sezon başında Panathinaikos takımından transfer ettiği Anthony Seric, imzayı attığı günden beri hem basın tarafından tartışıldı, hem de alay konusu yapıldı. Olayları tetikleyen unsur ise eski takım taraftarlarının forumlarda söz konusu oyuncuyla ilgili yazdığı ağır yorumlar. Elbette o yorumları yazanlar kaç kişidir, taraftarların ne kadarı aynı görüştedir, bunu bilmiyoruz. Ama bu yazılan ve konuşulanların ikinci bir "Runjeeee, Runjeeee" vakası yaratmasının yüksek bir ihtimal olduğu da, sanırız ki pek çok kişinin paylaştığı bir kanaat.

Seric'in kariyerine baktığımızda aslında hiç de fena olmayan bir tablo ile karşılaşıyoruz. Daha 20 yaşında Hajduk'tan Verona'ya 2.2 M Euro bedelle transfer yapmış. Akabinde Brescia, Parma derken 2004'te 1.5 M Euro bedelle Lazio'ya, bir yıl sonra da bu kez 2 M Euro bedelle PAO'ya transfer olmuş. Şimdi de Beşiktaş bedelsiz olarak transfer etti kendisini. Kariyerinde bu takımların bulunduğu bir futbolcunun o kadar da kötü olmadığını düşünebiliriz ama bu kadar sık takım değiştirmesi de hayra alâmet değil. Sanki takımlar çok incelemeden alıp sonra "lan biz n'aptık!" deyip derhal elden çıkarmış gibi bir tablo var. Şaka bir yana aslında durum şu: Seric'in nasıl bir futbolcu olduğunun pek bir önemi yok. Yani artık yok. Çünkü Seric'in Türk basınında bir kere adı çıktı. Artık bundan sonra ağzıyla kuş tutsa kolay kolay yaranamaz. İlk hatasında da ipini çekerler.

Öte yandan Beşiktaş idarecilerinin de futbolcuya pek bir hayrı olmayacak muhtemelen. Zira Gordon yüzünden kontenjanı boşaltamadıkları bir durumda Uefa listesinden ilk çıkardıkları isim Seric oldu. Sanki en işe yaramaz yabancı olduğunun tescili gibi bu. Sonra meğer Seric'in sözleşmesi de fesh edilmiş, Gordon gönderilince tekrar sözleşme yapılacakmış, onu öğrendik. Sinan Engin'e göre bu, kulübe yaptığı bir jest futbolcunun. Daha ne komiklikler ortaya çıkacak bu konuda bilmiyoruz ama sanki Hırvat, sezonun sonunu göremeyecekmiş gibi...

3 Ağustos 2008 Pazar

Unutulmaz diyaloglar #1: Det Sjunde Inseglet

Ingmar Bergman'ın, sinema tarihinin en iyi filmlerinden kabul edilen 1957 tarihli unutulmaz başyapıtı "Yedinci Mühür"e hürmetlerimizi sunarak, içerdiği sayısız müthiş diyalogdan birisine yer açıyoruz:

-Üzgün görünüyorsunuz şövalye?
-Evet, canımı sıkan birisiyleyim.
-Kim, silahtarınız mı?
-Hayır, kendim.

Müzik molası #1: Vampire Weekend

Afrika esintili bir indie pop/rock grubu Vampire Weekend. New York'ta 2006 yılında kurulup, kendi adlarını taşıyan ilk albümlerini bu yıl başlarında çıkardılar. Pop/rock müzik sevenlerin daha ilk dinleyişte sevecekleri belki pek az albüm vardır. Hepimiz için geçerli bir durum, albümün tadına varabilmek için birkaç kez dinlemek gerekir. Ama bu albüm bu kurala bir istısna işte. Daha albümün girişindeki "Mansard Roof"tan kapanıştaki "The Kids Don't Stand a Chance"e kadar 34 dakikanın nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız. "Cape Cod Kwassa Kwassa" ve özelikle de yılın en iyi şarkılarından "M79" kişisel favorilerimiz. Pop ve Rock müzikten hoşlananlara hararetle tavsiye olunur.

Milan nereye koşuyor?

Sezon öncesinde Buffon'un lig şampiyonluğu için favori gördüğünü söylediği Milan, Moskova'da düzenlenen özel turnuvanın ilk maçında Sevilla'ya yenilmişti. Gattuso'nun kendi kalesine attığı golle gelen bu mağlubiyet "hazırlık dönemidir, skorları geçiniz" gibi bir tevekkülle geçiştirilebilir. Ancak az önce biten maçta Chelsea'den alınan 5-0'lık mağlubiyet için benzer şeyleri söylemek mümkün değil. İdeal onbirinden sadece Kaka, Ronaldinho (Pato), Inzaghi (Borriello) ve Nesta'nın eksik olduğu Milan'da özellikle 36'lık kaleci Kalac ve savunmanın yaptığı hatalar dehşet vericiydi. Elbette Nesta'nın gelmesiyle defans biraz toparlanacaktır (o da ne kadar olursa) ama kale için çanlar şimdiden çalmaya başladı bile. Dida'yı (ki kendisini pek tutmayız) göndermeye çalışan ve Kalac'ı birinci kaleci konumuna yükselten bir takımın ligi şampiyon bitirmesi ne kadar mümkündür? Bu maçın da gösterdiği gibi yüksek ihtimalle kale, geçen yıl Atletico Madrid'te kiralık oynayan Abbiati'nin olacak ama onun yeterliliği de pekâlâ sorgulanabilir.

Defanstaki yeni transfer genç Diego'nun daha çok fırın ekmek yemesi gerek, tamam. Ama Bonera, Kaladze ve Favalli gibi tecrübeli isimlerin hâli de pek iç açıcı değildi doğrusu.

Ancelotti ise ayrı bir alem. Spalletti'ye özendiğinden midir nedir, takımı 4-6-0 gibi akıllara zarar bir sistemle sahaya sürdü ve daha ilk yarıda 3'lük oldu. Ortanın kanatlarında Zambrotta ve Jankulovski, ortasında ise 4 ön libero Gattuso, Pirlo, Flamini ve Ambrosini! İkinci yarı Ambrosini'nin yerine Seedorf girdi ve Hollandalı tek forvet oynamaya başladı! Sonraları Zambrotta ve Jankulovski'yi kendi yerlerine (defansın kenarı) çekti ama zaten maç 5-0 olmuştu o ara.

Kaka ve Ronaldinho geldiğinde takım yeniden noel ağacı sistemine dönecek ve bu ikili ile önündeki forvetten oluşan üçlü çok canlar yakacaktır, buna şüphe yok. O zaman takım da alışık olduğu 3 orta saha ile oynayacak ve makine düzeni de devam edecektir. Ve fakat defans ve özellikle de kaleci için acil tedbirler alınması şart gibi görünüyor.

Son olarak bir yoruma değinmeden geçemeyeceğiz. Maçı yayınlayan Kanalturk'un yorumcusu Serhat "The Magnificent" Ulueren, dünyanın belki de en iyi ön liberosu Pirlo için bir ara şunları söyledi: "Şu 21 numaralı oyuncu Pirlo'yu iki yıldır yakından izliyorum. Yani, kornerler, frikikler ve duran toplar dışında sahada hiç yok. Kaybolup giden yıldızlardan biri daha."

Biraz da gülelim, değil mi ama?...

Xabi Alonso gelir mi?

Xabi Alonso bugün dünyanın en iyi ön liberolarından biri. Hatta İspanya millî takımında kesemediği Senna'dan çok çok daha kaliteli bir futbolcu. Bir ön liberoda olması gereken vasıflardan o kadarına sahip ki, onu ülkemizde bir takımın formasını giyerken izlemek gerçekten de rüya gibi bir şey olur. Benitez'in bu oyuncuyu niye göndermek istediğini anlamak mümkün değil. Yerine düşündüğü Gareth Barry de çok iyi bir isim olmasına rağmen, Xabi'nin bir gömlek altında olduğunu düşünüyoruz. Ama neticede Rafa bu, aklına eseni yapıyor ve öyle "cin" fikirlerin aklına nereden estiğini ise allah bilir.

Xabi'ye önce Juventus talip oldu, sonra Arsenal, son olarak da (söylentilere bakılırsa) Inter. Ama her nedense istenen 15 M Euro'luk bonservis fazla bulunuyor, oysa Alonso için az bile bu rakam. Elbette en formda olduğu hâlinden bahsediyoruz. Fenerbahçe eğer onu getirebilirse Türk futbol tarihinin en önemli transferlerinden birini yapmış olacak. Hem inanılmaz bir presçi, hem inanılmaz bir pasör, hem oyun kurucu, hem şutör, hem de durması gerektiği yeri bu kadar bilen bir ön libero mumla aransa zor bulunur. Emre (ve önlerinde Alex) ile birlikte Fener'i dünyanın en iyi top yapan takımlarından birine çevirebilir. Umarız bu transfer bir an önce gerçekleşir, biz de dünya gözüyle bu büyük futbolcuyu seyretmiş oluruz.

Juventus'ta işler yolunda

İtalyan devi Juventus döner dönmez mütevazı bir hedefle başlamasına rağmen Şampiyonlar Ligi vizesi elde ettiği Serie A'ya bu kez iddialı hazırlanıyor. Ranieri'nin birkaç gün önce dediğine göre hem ligde, hem de Avrupa'da zirveye oynayacaklarmış. Biz de bu vesileyle takımın Emirates Cup'ta oynadığı ilk maçı dikkatli gözlerle seyredip yorumlamaya çalıştık.

"İlle de Lugano olsun, ister çamurdan olsun" şarkısının uzunca bir süre söylendiği Zebralarda o bölge için (bedava) transfer edilen Mellberg'in tam isabet olduğu açıkça görülüyor. Bu arada Fenerbahçe için Lugono konusunda pazar bir takımlığına da olsa küçülmüş gibi. İtalyan millî takımında Nesta ve Cannavaro'nun yokluğunda Euro 2008'de inanılmaz bir futbol sergileyen Chiellini ile Mellberg'in uyumlu ve sağlam bir ikili olduğu açık. Sağda Grygera ya da Zebina ile solda vasat Molinaro defanstaki diğer isimler.

Ortanın ortası için Senna, Xabi Alonso derken Poulsen alındı. Sissoko ve Poulsen'in taş gibi bir tandem olduğu kesin ama oyun kurma konusunda ne yaparlar, nasıl bir performans gösterirler, orası meçhul. Sağda Camoranesi ve Marchionni tamam. Ama solda Nedved'in artık bu seviyeyi kaldıramayacağı açıkça görülüyor. Zaten Juve de onun yerine Van Persie'yi almak için girişimlerini hızlandırdı. Bu arada geleceğin en büyük yıldızı Giovinco ne olacak, ilk 11 oynayacak mı, bilinmiyor.

Forvette ise müthiş bir bolluk: Trezeguet, Amauri, Iaquinta ve Del Piero. Netice olarak Juventus pek de değiştirmediği ama nokta transferlerle güçlendirdiği kadrosuyla lige hazır görünüyor. Yarısı Arsenal'in gençleriyle oynanan ve ofsayttan bir golle kazanılan maç elbette ölçü değildir, görüşlerimiz "genel" itibarladır, bunu da not düşmek isteriz. Bu sezon yine ilk üç arasında ligi bitirmeleri garanti bizce. Şampiyonluk içinse en az bir yıl daha beklemeleri gerekebilir...

Gönülçelen filmler #1: Butch Cassidy and the Sundance Kid (1969)

Daha dün Digiturk'te görünce dayanamayıp bir kez daha hayranlıkla seyrettiğimiz, daha önce DVD'den defalarca hatmettiğimiz bu nadide şaheser, sinema tarihinde çok az filme nasip olmuş bir şekilde hem en beğenilen, hem de en sevilen filmler listesine aynı anda en tepelerden girebiliyor her dönemde. 60'lı yılların sonlarındaki özgürlükçü (ve sinemada da inceden bir devrimin filizlendiği) dönemde çekilen modern bir western. Yönetmen, 4 yıl sonra aynı ekiple çektiği "The Sting" ile en iyi film ve yönetmen Oscar'larını kazanan George Roy Hill. Başrollerde ise Brad Pitt'i bile kıskandıran bir güzellik ve karizma ile Robert Redford ve metot oyuncusu büyük isim Paul Newman. 40 yıl sonra bugün bile tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, en gerilimli ve sıkıntılı anlarında bile duyulabilen alaycı ve ironik diyalogları ile insanı mest eden, seyredenin hayatı boyu unutamayacağı bir başyapıt. Film seyretmeyi seven her insanın mutlaka görmesi gerek. Hele şu pazar sabahlarına ne güzel gider...