Sivas'ın ciddi bir hazırlık maçını izlemek istediğimizi söylemiştim birkaç post aşağıda, eve gelip televizyon başına geçtik ama PSV ile oynanan ve 0-1 devam eden müsabakada tam bir hakem faciası yaşandı. Mbemba'nın sert denebilecek, uyarı ile geçiştirilmesi gereken, hadi zorlarsanız sarı kart vereceğiniz bir müdahalesine kırmız kart çıkaran ilginç hakem; 2 dakika sonra İbrahim'in yanından geçen oyuncunun önüne doğru şöyle bir elini koyduğu (ama yüzüne gelen) diğer bir pozisyona da direkt kırmızı kart göstererek bir başka skandala imza attı. Oyuncular üzerine yürürken sahaya insan diyemeceğimiz bir gurbetçi girip, elindeki kapalı şemsiye ile ona saldırmaya kalkınca adam içeri gitti ve bir daha da çıkmadı. Raporuna yazdığı taktide bu kartlar Uefa organizasyonlarını, hatta ligi bile etkiliyor. Daha önce Ali Eren ile ilgili benzer bir olayı yaşamıştık.
7 gün sonra oynanacak Anderlecht maçında bu iki oyuncu forma giyemeyecek. Gerçekten de yazık. Yazık olduğu kadar da düşündürücü.
18 Temmuz 2009 Cumartesi
Dev takasa Eto'o engeli
Son gelen haberlere göre kulüpler anlaşmış, Barça zaten Ibra'yı ikna eder ama işi yokuşa süren Eto'o imiş. Inter'den 10 milyon avro istiyor Kamerunlu, bu parayı vereceklerini sanmıyorum. 20 senedir uzaktan taraftarı olduğum şu kulüpte en sevdiğim futbolculardan biri Eto'o'dur ama geçen yıldan beri yaptıkları gerçekten de çok itici. Neymiş, onu geçen yıl göndermeye kalkmışlar, o da buna içerlemiş. Şimdi gelecek sene bedava gidip intikam almak istiyormuş. Ben geçen yıl bu blogun ilk yazılarından birinde "eğer Guardiola Eto'o'yu göndermeye çaışıyorsa büyük bir acemilik yapıyor, onun Ronaldinho veya Deco ile durumu farklı" demiş ona kendimce destek çıkmıştım. Sezon içindeki performansıyla dünyanın en iyi forvetlerinden biri olduğunu net bir şekilde gösterdi. Ama madem o kadar karakterlisin, o zaman geçen yılki hadiseden sonra adam olup tekrar takıma dönmeseydin kardeşim... Ayrılmak istediğini söyleseydin vs. Hem hiçbir şey olmamış gibi 1 sene oynayıp ondan sonra kontratın son yılına girdim diye burnunun kalkması karakterli bir oyuncuya bence yakışmaz. Adamlar seni aç mı bıraktı, paranı mı vermedi, kadro dışına mı attı, hiçbirisi değil. Sadece hoca gönderilmesini ve yeni bir forvet alınmasını istemiş, bir şekilde de takımda kalmışsın. Neyse...
Ibrahimoviç ondan yüz kere daha antipatik bir futbolcu. Ajax'tan Juve'ye transfer olduğunda Van Der Vaart'ın şampanya partisi ile gidişini kutladığı itici bir adam. Barcelona'da oynamasını bu yüzden hiç istemiyorum ama yaşı da ilerliyor (27 oldu), belki adam olur.
Ibrahimoviç ondan yüz kere daha antipatik bir futbolcu. Ajax'tan Juve'ye transfer olduğunda Van Der Vaart'ın şampanya partisi ile gidişini kutladığı itici bir adam. Barcelona'da oynamasını bu yüzden hiç istemiyorum ama yaşı da ilerliyor (27 oldu), belki adam olur.
17 Temmuz 2009 Cuma
Sinema tarihinin en iğrenç filmi (mi?)
İtalyan sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri olan Pier Paolo Pasolini'nin 1975'te çektiği ve söylentilere göre öldürülmesindeki (sekonder) gerekçelerden biri olan olaylı filmi Salò o le 120 giornate di Sodoma'yı daha yeni seyrettim. Hakkında bugüne kadar söylenen ve yazılanlara bakınca az bile söylendiğini düşünüyorum şimdi. Ama bir de filmi anlamaya ve Pasolini'nin gerçekten ne yapmak istediğini düşünmeye çalışmak gerekiyor.
Film, Mussolini'nin İkinci Dünya Savaşındaki son kalesi olan Salo Cumhuriyetinde geçer. Kendilerini de bizzat faşist diye adlandıran dört toprak ağası, yanlarına aldıkları dört eski fahişe ve silahlı adamlarla birlikte İtalya'nın köylerinden çeşitli sayıda delikanlı ve genç bakireyi bir malikâneye toplar. Dişlerine, tırnaklarına kadar bakılarak elemeden geçirilenler arasında seçilmediği için üzülenler bile mevcuttur ama başlarına ne geleceğinden haberleri yoktur elbette. Sonuçta seçilen 8 kız ve 8 oğlan Salo'ya getirilir ve burada 4 efendinin, insanın tahammül sınırlarını zorlayacak derecede sapık cinsel zevklerine âlet olurlar. Ensest, homoseksüel, anal ilişki sahneleri gırla gider; salonun orta yerine defekasyon yapıp ortaya çıkan pisliğin kaşıkla bir kıza yedirildiği, akabinde gümüş tepsilerde sunulan dışkıların porselen tabakta ve gümüş kaşıklarla (efendiler de dâhil, toplu olarak) yendiği bir yemek sahnesi görürüz. Bir başka sahnede bir efendi yere yatar ve kızlardan birinden yüzüne işemesini ister vs. Daha fazla detaya girmeyeyim. "Daha ne kadar gireceksin?" diyeceksiniz ama Salo...'da bunlardan daha fazlası da var. Peki filmin derdi ne? Neden anlatmak istediği bir şeyi (şayet öyle bir şey varsa) bu yolla anlatıyor?
Bir kere filmi seyreden insanların yorumları çok çeşitli oluyor, doğalı da bu zaten. Ama herkesin kabul ettiği tek bir şey varsa, o da filmin, kendisini seyreden kişileri "rahatsız etmek" istediği... Peki bunu niye yapıyor? Mesela Monica Bellucci'ye yapılan 9 dakikalık tecavüz sahnesi ile hatırladığımız Irriversible filmi de tamamen böyle bir film ve benim için notu 10 üzerinden 3'tür. Salo...'nun ise en az 8'dir. Çünkü insanları rahatsız eden diğer filmlerde (adını zikrettiğim de dâhil), bu filmde verilmeye çalışılan mesajın ve bu mesajı vermek adına üstlenilmiş soylu görevin zerresini bile görmek mümkün değildir (Haneke'ninkiler hâriç). Pasolini, evet, en çok faşizm eleştirisi yapmak istemiştir. İnsan denen iğrenç yaratığın eline sınırsız güç ve tahakküm verdiğinizde ortaya çıkabilecek şeyler üzerine zihin jimnastiği yapmıştır. Bunu da (öyle görünse de) kör parmağım gözüne bir tavırla değil, tam bir sanatçı duyarlılığı ile "kafa yorarak, belli inceliklerden geçirerek ve sanat çerçevesi içine alarak" yapmıştır. Vermek istediği mesaj o kadar kuvvetli, seyirciye geçirilmek istenen etki o kadar yüksektir ki, insanların seyrederken en fazla tiksineceği, kelimenin gerçek anlamıyla "rahatsız" olacağı ve adeta kendi insanlığından utanacağı bu yöntemden başka bir yöntemle verilse bu mesaj, eksik kalacaktır. Dolayısıyla "s.çayım böyle faşizm eleştirisine" ya da "sanat biraz da sanat gibi olacak, estetik ihtiva edecek" gibi zırva eleştiriler tamamen yersizdir ve filmi anlamanın kıyısından bile geçememiş, "gördüklerinin" etkisinde fazla kalmış zihinlerin ürünüdür.
Bir parantez: Ben filmlerin rahatsız ediciliğini, kendimce belirlediğim not formülasyonunda "not kıran" bir unsur olarak görürüm naçizane, onu da belirtmek isterim. Mesela Stanley Kubrick'in herkesçe en iyi filmlerinden biri (hatta kimi zaman birincisi) ilân edilen A Clockwork Orange filmini sadece ve sadece bu yüzden, o kadar sevmem. Kendimce de notunu 7 olarak veririm. Söylemek istediği şeylere, görselliğine, dehasına vs. büyük bir saygı duysam da kişisel beğenim bu yöndedir. Aynı şey tam olarak aynı şekilde Salo...'da da geçerlidir. Ama naçiz kanaatime göre burada A Clockwork Orange'ı da aşan bir yüksek sanat ve deha söz konusudur. Bu yüzden Salo..'nun etkisi ve niteliği diğerine göre az da olsa öndedir. Parantezi burada kapatarak filme dönüyorum.
Evet, film faşizmin alegorik okumalara açık, metaforlarla dolu bir eleştirisidir. Ama sadece bu kadar mı? Sadece faşizmin değil bizzat insanoğlunun, insan doğasının acımasız bir eleştirisi de söz konusudur. Filmi seyreden kişilerin çoğunluğunda, tıpkı Rec. filminde de olduğu gibi "neden bunca acı ve ıstıraba rağmen kendilerini öldürmeye kalkmıyorlar?" gibi bir soru husule gelmektedir, ki çok mantıklıdır. Bir insana (erkek veya kadın) her gün tecavüz edilse, hatta kendi dışkısıyla beslenmeye zorlansa, türlü işkencelerden geçse vs., bunları da "güç"ü tamamen ve mutlak bir şekilde elinde bulunduran birileri yapsa ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünse insan ne yapar? İşte film herkesin düşündüğü bu soruya verdiği cevap ile eşsiz-benzersiz bir noktaya ulaşır kanımca. Der ki: "İnsan denen mahlûk o kadar aşağılıktır, o kadar 'yaşamaya' bağlıdır ve girdiği kabın şeklini o kadar çabuk alır ki, hiçbir onursuzluk onu bu hayattan koparamaz." Öyle ya, filmde sadece (ve yönetmen açısından maksatlı bir biçimde) tek bir kızın bir diğerine "artık dayanamayacağım" dediğini duyarız, iki kere. İkincisinde bunu derken kaşıkla bok yemektedir. Ama ne olur? Hiçbir şey olmaz. Hatta filmin harikulade güzellikteki son 15 dakikasında onca iğrençliği gün içinde yaşıyor olmalarına rağmen, gece birbiriyle sevişen lezbiyen bir çift ve hizmetçiyi düdükleyen bir oğlan görürüz. İnsanoğlu, gün boyunca varlığının en aşağı durumlarını yaşamaya 1-2 ay içinde o kadar alışmıştır ki, gün sonunda kendi arasında da seks yapabilmektedir! Ha, bu sahneleri Pandora'nın kutusunun dibinde kalmış umut olarak okumak da mümkündür: "İnsan, ne yaparsanız yapın önünde sonunda insandır ve kendi varlığını yaşamaya gayret eder." Ama bence bu zayıf bir okuma zira sevişen lezbiyen çifti efendilerden birine gammazlayan kız, bunu sadece "öldürülmemek ya da kişisel bir cezaya çarptırılmamak için" yapmıştır. "Bana bir şey yapma efendi" der, "bir sırrım var." Ve onu çiftin odasına götürür. Efendi silahını onlara doğrultur, ama o da ne? Onlar da bir sır biliyordur: Oğlanlardan biri hizmetçiyi düdüklemektedir! Bu şekilde gider, herkes birbirini ispiyonlar ve sonunda hiçbirisi cezadan kurtulamaz. Meme uçları dağlanır, penisleri yakılır, canlı canlı kafa derileri yüzülür vs. İnsanoğluna bundan daha muhteşem bir eleştiriyi hiçbir sanat yapıtında bu kadar güçlü bir şekilde gördüğümü hatırlamıyorum.
Bu arada filmin uyarlandığı, Sade'ın meşhur romanını okumadığımı belirtmem gerekiyor. Dolayısıyla filmin "bir edebiyat uyarlaması" olarak ne kadar başarılı olduğu konusunda bir yorum yapamıyorum. Hikâyeyi romanın ne kadar, filmin ne kadar "derinlikle" ele aldığı hususu da aynı şekilde.. Ama en kısa zamanda söz konusu romanı da okumak gerekiyor, film vesilesiyle bunu bir kez daha idrak etmiş oluyoruz.
El sonuç, daha sayflarca yazabilirim. Bu filmi hayatımın sonuna kadar bir daha seyreder miyim, bilmiyorum. Ama sinemayı seven her kişinin hayatında bir kez olsun mutlaka görmesi gereken bir film. Kopan kollar, bacaklar, dışarı fırlayan iç organlar artık sinemada sıradan unsurlar hâline geldi. Ama hiçbiri bu filmde gördüklerimiz kadar iğrendirmez bizi, hatta diğerlerini gördüğümüz filmlerin bir başka yerinde gülüp hüzünlenebiliriz bile. Bu çelişki bile insanı dumura uğratmaya yeter. Ayrıca Tunca Arslan'ın vaktiyle çok isabetli bir şekilde değindiği gibi, yanıbaşımız Ebu Garip'te yaşananlar bu filmde gördüklerimize muadil şeyler değil miydi? Ve ayrıca bkz:
http://www.milliyet.com.tr/.../07/10/son/sontur45.asp
Film, Mussolini'nin İkinci Dünya Savaşındaki son kalesi olan Salo Cumhuriyetinde geçer. Kendilerini de bizzat faşist diye adlandıran dört toprak ağası, yanlarına aldıkları dört eski fahişe ve silahlı adamlarla birlikte İtalya'nın köylerinden çeşitli sayıda delikanlı ve genç bakireyi bir malikâneye toplar. Dişlerine, tırnaklarına kadar bakılarak elemeden geçirilenler arasında seçilmediği için üzülenler bile mevcuttur ama başlarına ne geleceğinden haberleri yoktur elbette. Sonuçta seçilen 8 kız ve 8 oğlan Salo'ya getirilir ve burada 4 efendinin, insanın tahammül sınırlarını zorlayacak derecede sapık cinsel zevklerine âlet olurlar. Ensest, homoseksüel, anal ilişki sahneleri gırla gider; salonun orta yerine defekasyon yapıp ortaya çıkan pisliğin kaşıkla bir kıza yedirildiği, akabinde gümüş tepsilerde sunulan dışkıların porselen tabakta ve gümüş kaşıklarla (efendiler de dâhil, toplu olarak) yendiği bir yemek sahnesi görürüz. Bir başka sahnede bir efendi yere yatar ve kızlardan birinden yüzüne işemesini ister vs. Daha fazla detaya girmeyeyim. "Daha ne kadar gireceksin?" diyeceksiniz ama Salo...'da bunlardan daha fazlası da var. Peki filmin derdi ne? Neden anlatmak istediği bir şeyi (şayet öyle bir şey varsa) bu yolla anlatıyor?
Bir kere filmi seyreden insanların yorumları çok çeşitli oluyor, doğalı da bu zaten. Ama herkesin kabul ettiği tek bir şey varsa, o da filmin, kendisini seyreden kişileri "rahatsız etmek" istediği... Peki bunu niye yapıyor? Mesela Monica Bellucci'ye yapılan 9 dakikalık tecavüz sahnesi ile hatırladığımız Irriversible filmi de tamamen böyle bir film ve benim için notu 10 üzerinden 3'tür. Salo...'nun ise en az 8'dir. Çünkü insanları rahatsız eden diğer filmlerde (adını zikrettiğim de dâhil), bu filmde verilmeye çalışılan mesajın ve bu mesajı vermek adına üstlenilmiş soylu görevin zerresini bile görmek mümkün değildir (Haneke'ninkiler hâriç). Pasolini, evet, en çok faşizm eleştirisi yapmak istemiştir. İnsan denen iğrenç yaratığın eline sınırsız güç ve tahakküm verdiğinizde ortaya çıkabilecek şeyler üzerine zihin jimnastiği yapmıştır. Bunu da (öyle görünse de) kör parmağım gözüne bir tavırla değil, tam bir sanatçı duyarlılığı ile "kafa yorarak, belli inceliklerden geçirerek ve sanat çerçevesi içine alarak" yapmıştır. Vermek istediği mesaj o kadar kuvvetli, seyirciye geçirilmek istenen etki o kadar yüksektir ki, insanların seyrederken en fazla tiksineceği, kelimenin gerçek anlamıyla "rahatsız" olacağı ve adeta kendi insanlığından utanacağı bu yöntemden başka bir yöntemle verilse bu mesaj, eksik kalacaktır. Dolayısıyla "s.çayım böyle faşizm eleştirisine" ya da "sanat biraz da sanat gibi olacak, estetik ihtiva edecek" gibi zırva eleştiriler tamamen yersizdir ve filmi anlamanın kıyısından bile geçememiş, "gördüklerinin" etkisinde fazla kalmış zihinlerin ürünüdür.
Bir parantez: Ben filmlerin rahatsız ediciliğini, kendimce belirlediğim not formülasyonunda "not kıran" bir unsur olarak görürüm naçizane, onu da belirtmek isterim. Mesela Stanley Kubrick'in herkesçe en iyi filmlerinden biri (hatta kimi zaman birincisi) ilân edilen A Clockwork Orange filmini sadece ve sadece bu yüzden, o kadar sevmem. Kendimce de notunu 7 olarak veririm. Söylemek istediği şeylere, görselliğine, dehasına vs. büyük bir saygı duysam da kişisel beğenim bu yöndedir. Aynı şey tam olarak aynı şekilde Salo...'da da geçerlidir. Ama naçiz kanaatime göre burada A Clockwork Orange'ı da aşan bir yüksek sanat ve deha söz konusudur. Bu yüzden Salo..'nun etkisi ve niteliği diğerine göre az da olsa öndedir. Parantezi burada kapatarak filme dönüyorum.
Evet, film faşizmin alegorik okumalara açık, metaforlarla dolu bir eleştirisidir. Ama sadece bu kadar mı? Sadece faşizmin değil bizzat insanoğlunun, insan doğasının acımasız bir eleştirisi de söz konusudur. Filmi seyreden kişilerin çoğunluğunda, tıpkı Rec. filminde de olduğu gibi "neden bunca acı ve ıstıraba rağmen kendilerini öldürmeye kalkmıyorlar?" gibi bir soru husule gelmektedir, ki çok mantıklıdır. Bir insana (erkek veya kadın) her gün tecavüz edilse, hatta kendi dışkısıyla beslenmeye zorlansa, türlü işkencelerden geçse vs., bunları da "güç"ü tamamen ve mutlak bir şekilde elinde bulunduran birileri yapsa ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünse insan ne yapar? İşte film herkesin düşündüğü bu soruya verdiği cevap ile eşsiz-benzersiz bir noktaya ulaşır kanımca. Der ki: "İnsan denen mahlûk o kadar aşağılıktır, o kadar 'yaşamaya' bağlıdır ve girdiği kabın şeklini o kadar çabuk alır ki, hiçbir onursuzluk onu bu hayattan koparamaz." Öyle ya, filmde sadece (ve yönetmen açısından maksatlı bir biçimde) tek bir kızın bir diğerine "artık dayanamayacağım" dediğini duyarız, iki kere. İkincisinde bunu derken kaşıkla bok yemektedir. Ama ne olur? Hiçbir şey olmaz. Hatta filmin harikulade güzellikteki son 15 dakikasında onca iğrençliği gün içinde yaşıyor olmalarına rağmen, gece birbiriyle sevişen lezbiyen bir çift ve hizmetçiyi düdükleyen bir oğlan görürüz. İnsanoğlu, gün boyunca varlığının en aşağı durumlarını yaşamaya 1-2 ay içinde o kadar alışmıştır ki, gün sonunda kendi arasında da seks yapabilmektedir! Ha, bu sahneleri Pandora'nın kutusunun dibinde kalmış umut olarak okumak da mümkündür: "İnsan, ne yaparsanız yapın önünde sonunda insandır ve kendi varlığını yaşamaya gayret eder." Ama bence bu zayıf bir okuma zira sevişen lezbiyen çifti efendilerden birine gammazlayan kız, bunu sadece "öldürülmemek ya da kişisel bir cezaya çarptırılmamak için" yapmıştır. "Bana bir şey yapma efendi" der, "bir sırrım var." Ve onu çiftin odasına götürür. Efendi silahını onlara doğrultur, ama o da ne? Onlar da bir sır biliyordur: Oğlanlardan biri hizmetçiyi düdüklemektedir! Bu şekilde gider, herkes birbirini ispiyonlar ve sonunda hiçbirisi cezadan kurtulamaz. Meme uçları dağlanır, penisleri yakılır, canlı canlı kafa derileri yüzülür vs. İnsanoğluna bundan daha muhteşem bir eleştiriyi hiçbir sanat yapıtında bu kadar güçlü bir şekilde gördüğümü hatırlamıyorum.
Bu arada filmin uyarlandığı, Sade'ın meşhur romanını okumadığımı belirtmem gerekiyor. Dolayısıyla filmin "bir edebiyat uyarlaması" olarak ne kadar başarılı olduğu konusunda bir yorum yapamıyorum. Hikâyeyi romanın ne kadar, filmin ne kadar "derinlikle" ele aldığı hususu da aynı şekilde.. Ama en kısa zamanda söz konusu romanı da okumak gerekiyor, film vesilesiyle bunu bir kez daha idrak etmiş oluyoruz.
El sonuç, daha sayflarca yazabilirim. Bu filmi hayatımın sonuna kadar bir daha seyreder miyim, bilmiyorum. Ama sinemayı seven her kişinin hayatında bir kez olsun mutlaka görmesi gereken bir film. Kopan kollar, bacaklar, dışarı fırlayan iç organlar artık sinemada sıradan unsurlar hâline geldi. Ama hiçbiri bu filmde gördüklerimiz kadar iğrendirmez bizi, hatta diğerlerini gördüğümüz filmlerin bir başka yerinde gülüp hüzünlenebiliriz bile. Bu çelişki bile insanı dumura uğratmaya yeter. Ayrıca Tunca Arslan'ın vaktiyle çok isabetli bir şekilde değindiği gibi, yanıbaşımız Ebu Garip'te yaşananlar bu filmde gördüklerimize muadil şeyler değil miydi? Ve ayrıca bkz:
http://www.milliyet.com.tr/.../07/10/son/sontur45.asp
Takımlarımıza kolay rakipler
Fener'e Macarların eski efsanesi, ama şu andaki takım değeri 3.5 milyon avro olan Honved... G.Saray Malta takımıyla İsrail'in üçüncü sınıf bir takımının eşleşmesinden gelecek rakip... Sivas'a ise PAO, Celtic, Shakhtar dururken Anderlecht... Uzun yıllardır bütün takımlarımızın birden bu kadar "umut dolu" bir kura çektiğini hatırlamıyorum. Fener ve G.Saray zaten rahat rahat geçer turu da, beni asıl heyecanlandıran Anderlecht-Sivas eşleşmesi. Sivas'ı tam takım olarak ciddi bir maçta seyretsek, ne yapabileceğine dair de bir fikrimiz olacak. Hayırlı olsun...
Poulsen'den Mauricio'ya
Fenerbahçe'nin, şimdi de Fluminense takımının genç ön liberosu Mauricio'nun peşinde olduğu söyleniyor. Hatta Aykut Kocaman bu oyuncuyu alıp yanında Almanya kampına getirmek üzere gitmiş Brezilya'ya, iddia bu. Mauricio isimli oyuncu Fener'in eski teknik direktörü Parreira'nın geçen sezon çalıştırdığı Fluminense takımında profesyonel olmuş ve ilk 11 oynuyor. Ekim 1988 doğumlu, dolayısıyla henüz daha çok genç. Son 2 sezonda takımıyla toplam 46 maça çıkıp, 2 gol ve 6 asistle oynamış. Bu arada gördüğü 4 kırmızı kart da dikkat çekici. Parreira'nın, herkesin kazma dediği Kemalettin'den Türk futbol tarihinin (Suat ile birlikte) en iyi ön liberosunu nasıl yarattığını, bu mevkiye ne kadar önem verdiğini net bir şekilde hatırlıyoruz. Dolayısıyla eğer o, 21 yaşında bir adamı ön libero olarak banko oynatıyorsa, o oyuncu mutlaka iyi bir oyuncudur. Hatta yaşı 21 ise, geleceği de çok çok parlaktır. Poulsen gibi, verilen paranın bir daha geri dönmeyeceği ve adeta servet ödenecek bir isim yerine, (üstelik Selçuk da varken) böyle geleceğe yatırım amaçlı bir oyuncu alınması gayet akıllıca olur. Yorumlarda taraftarın heyecanlandığı görülüyor. İnşallah gerçekten iyi bir oyuncu çıkar, ve hatta genel olarak bütün transferler bir an önce tamamlanır.
G.Saray turu İstanbul'a bıraktı
G.Saray, Avrupa Ligi'nin 2. ön eleme turunda Kazak rakibi Tobol karşısında rahat bir galibiyet alması beklenirken, 1-1 berabere kalarak turu İstanbul'a bıraktı. Yeni teknik direktör Rijkaard'ın uygulatmaya çalıştığı 4-3-3 sistemine adaptasyondan ziyade, kadronun neredeyse %60'ının sahada olmaması nedeniyle güçsüz bir takımla ancak berabere kalabildi sarı-kırmızılılar. As oyuncuları geçtik, yedek oyunculardan bile çoğu oynamadı bu maçta ve sezon boyunca belki de bir daha forma giyemeyecek, hatta başka takımlara kiralanabilecek oyuncular görev yaptı. Bunları göz önünde bulundurup bir de yeni teknik direktör unsurunu düşünürsek, oynanan futbolun ve neticenin güdüklüğü mazur görülebilir.
Ama o as oyuncular ne zaman gelecek, yeni sisteme ve yeni hocaya ne zaman alışacak, işte bunlar önemli sorular. G.Saray'ın bir an önce asıl takımıyla sahada yer almaya başlayıp bol bol maç yapması gerekiyor. Yoksa intibak süresi uzar ve ligin başları oldukça sıkıntı geçebilir.
Ama o as oyuncular ne zaman gelecek, yeni sisteme ve yeni hocaya ne zaman alışacak, işte bunlar önemli sorular. G.Saray'ın bir an önce asıl takımıyla sahada yer almaya başlayıp bol bol maç yapması gerekiyor. Yoksa intibak süresi uzar ve ligin başları oldukça sıkıntı geçebilir.
16 Temmuz 2009 Perşembe
Lucio Inter'de
Dünyanın en iyi stoperlerinden biri olan Brezilya millî takım kaptanı Lucio, 8 milyon avro gibi mütevazı bir bedelle İtalyan şampiyonu Inter'e gitti. Inter'in zaten Cordoba ve Samuel gibi müthiş defans oyuncuları vardı, bunlardan biri kesik yiyecek gibi görünüyor şimdi. Burdisso ve Nelson Rivas'a da yol görünmüş oldu. Maicon, Lucio, Samuel, Chivu; önlerinde Cambiasso gibi bir defansın arasına düşen adama allah yardım etsin.
A.Gücü sirki
A.Gücü kulübünde derebeyi gibi senelerdir başkanlık yapan ve (taraftarın küfürleri ve protestoları sonrası) "onursal başkan olmak istiyorum" gibi abuk bir istekte bulunup geçen sene görevinden ayrılan Cemal Aydın, hem kişi hem de kulüp olarak öylesine rezil bir miras bırakmış ki geriye, bu sene 100. yılını kutlayan bu köklü camia şu aralar adeta bir sirki andırıyor.
İngiltere'de artık ışığı sönmüş olsa da hâlâ meziyetlerini kaybetmeyen ve 30 yaşını aşmamış eski millî oyuncu Vassell'e 3000 kişi ile karşılama ve konvoy yapan zihniyet, şimdi kalkmış "ona iki gün süre verdik" diyor. Halbuki Ntvspor internet sitesinde dün Devrim Çetin isimli yazar arkadaş Vassell ile "aslında hiç sözleşme imzalanmadığının ortaya çıktığını" belirtmişti. Neresinden baksanız elinizde kalan, sabrı artık iyice taşmış olan taraftarları tamamen çileden çıkaracak amatörce bir durum var ortada.
Öte yandan daha büyük skandal ise takımla birlikte hâlen kampta bulunan Metin, Mehmet Yılmaz, El Yasa gibi oyuncuların şu anda aslında "serbest oyuncu" statüsünde olmaları. Zira sözleşmesi biten bu isimlerle kulüp kontrat yenilememiş ve onlar da bir yandan A.Gücü ile kamp yaparken, öte yandan çeşitli takımlarla transfer görüşmesi yapıyor. Mehmet Yılmaz Eskişehir ile temastaymış mesela.
Bu beceriksiz başkan ve arkadaşları bu gidişle 100. yılında küme düşürecekler kulübü...
İngiltere'de artık ışığı sönmüş olsa da hâlâ meziyetlerini kaybetmeyen ve 30 yaşını aşmamış eski millî oyuncu Vassell'e 3000 kişi ile karşılama ve konvoy yapan zihniyet, şimdi kalkmış "ona iki gün süre verdik" diyor. Halbuki Ntvspor internet sitesinde dün Devrim Çetin isimli yazar arkadaş Vassell ile "aslında hiç sözleşme imzalanmadığının ortaya çıktığını" belirtmişti. Neresinden baksanız elinizde kalan, sabrı artık iyice taşmış olan taraftarları tamamen çileden çıkaracak amatörce bir durum var ortada.
Öte yandan daha büyük skandal ise takımla birlikte hâlen kampta bulunan Metin, Mehmet Yılmaz, El Yasa gibi oyuncuların şu anda aslında "serbest oyuncu" statüsünde olmaları. Zira sözleşmesi biten bu isimlerle kulüp kontrat yenilememiş ve onlar da bir yandan A.Gücü ile kamp yaparken, öte yandan çeşitli takımlarla transfer görüşmesi yapıyor. Mehmet Yılmaz Eskişehir ile temastaymış mesela.
Bu beceriksiz başkan ve arkadaşları bu gidişle 100. yılında küme düşürecekler kulübü...
Maxwell 4.7 milyon avro!
Dünyanın en iyi sol beklerini saymaya kalksak, Maxwell'i kaçıncı sıraya koyarız, bilmiyorum. Ama ilk 15'e gireceği kesin, zira dünyada futbolcu yetişmesi açısından en sıkıntılı mevkilerin başında sol bek geliyor. Ajax altyapısında yetiştiği ve ayrıca Brezilyalı olduğu için hücum yönü daha kuvvetli olan ama savunması (elbette genç olmasının da etkisiyle) Carlos'tan çok daha iyi diyebileceğimiz bu oyuncu yıllardır Inter'de forma giyiyor. Geçen yılki form düşüklüğü ve ayrıca Santon isimli gencin iyi bir çıkış yapması ile adı bir anda gönderilecekler arasında sayılmaya başladı. Dün ise Barcelona kulübü Inter ile Maxwell'in bonservisi için 4.7 milyon avroya anlaştığını duyurdu! Transfer piyasasının iyice sapıttığı bir ortamda sudan ucuz diyebileceğimiz bir meblağ değil mi? Düşünün, geçen yıl (28 yaşındaki) Guiza'ya 17.2 milyon avro bonservis verdiği söylenen Fenerbahçe, 18.7 milyona bu sezon şu 3 ismin bonservislerini alabiliyor: Maxwell, Deco ve Carvalho. Ha, oyuncuların kendisi gelir mi, vergsiz milyon avrolarla ikna olur mu, orasını bilmem. Ama yaşları 29 il2 32 aralığında olan bu oyuncuların mevkilerinde dünyanın en iyileri arasında mutlaka sayılacağını ve en az 3 sene çatır çatır oynayacaklarını bilirim.
Neyse, Abidal'in iniş-çıkışlarla ve sakatlıklarla dolu grafiğini göz önünde bulundurduğumuzda, Maxwell'in şahane bir transfer olduğunu söylemek lâzım. Ayrıca "Barça futbolu" dediğimiz şeye de çok uygun bir oyuncu. İlk 11 oynayacağını düşünüyorum.
Neyse, Abidal'in iniş-çıkışlarla ve sakatlıklarla dolu grafiğini göz önünde bulundurduğumuzda, Maxwell'in şahane bir transfer olduğunu söylemek lâzım. Ayrıca "Barça futbolu" dediğimiz şeye de çok uygun bir oyuncu. İlk 11 oynayacağını düşünüyorum.
15 Temmuz 2009 Çarşamba
Adebayor da City'ye gitti
Man City, 5 yıl önce Chelsea'nin uyguladığı taktiği uyguluyor ve muhtemelen şampiyon olma hayalleri kuruyor. Ama bu kadar para saçarak, bu kadar yıldız futbolcu alarak başarılı olacağınızın hiçbir garantisi yok. Ve şimdi üzerinden 5 yıl geçtikten sonra rahatlıkla söylenebilir ki, eğer o Chelsea'nin başında Mourinho gibi "takım" yaratma üstadı bir hoca olmasaydı, onların da başarılı olacağı meçhul olurdu.
Tevez ve Santa Cruz gibi iki forveti (ve Benjani, Bellamy ve Bojinov gibi yedekleri) olmasına rağmen bir takım niye gidip Adebayor'u alır? Açgözlülükten başka bir cevap vermek mümkün değil. Takım olmak diyoruz ama bu üçünden mutlaka ama mutlaka biri yedek kalacak ve o adamın huzursuz olmasını, takımın havasını bozmasını nasıl engelleyeceksiniz? Mesela City'nin 6-7 milyon avroya alınabilecek bir Carvalho'ya, Adebayor'dan çok daha fazla ihtiyacı var şu anda ama onlar hâlâ fiyaka peşinde. Lig başladığında tokat üstüne tokat yiyince akılları başlarına gelir.
Tevez ve Santa Cruz gibi iki forveti (ve Benjani, Bellamy ve Bojinov gibi yedekleri) olmasına rağmen bir takım niye gidip Adebayor'u alır? Açgözlülükten başka bir cevap vermek mümkün değil. Takım olmak diyoruz ama bu üçünden mutlaka ama mutlaka biri yedek kalacak ve o adamın huzursuz olmasını, takımın havasını bozmasını nasıl engelleyeceksiniz? Mesela City'nin 6-7 milyon avroya alınabilecek bir Carvalho'ya, Adebayor'dan çok daha fazla ihtiyacı var şu anda ama onlar hâlâ fiyaka peşinde. Lig başladığında tokat üstüne tokat yiyince akılları başlarına gelir.
Hartson kansere yakalandı
Ada futbolunun son 15 yılda en tanınan simalarından biri olan "pivot santrfor" John Hartson kansere yakalanmış. Gelen haberlere göre şiddetli baş ağrısı şikayetiyle doktora başvuran Hartson'ın testis kanserine yakalandığı ve oradan virüsün beyne sıçradığı belirlenmiş. Şimdi eski oyuncu inanılmaz zor bir kemoterapi tedavisi görecek. Oyunculuğunda kararlılığı, inatçılığı ve mücadele azmiyle ön plana çıkan Hartson'ın bu illeti en kısa sürede atlatmasını can-ı gönülden diliyorum.
Luton Town altyapısında futbola başladığını daha yeni öğrendim ama Hartson'ı ilk seyredişim Arsenal takımındaydı. Kimin yayınladığı hangi maçlardı bilmiyorum ama o zamanlar oyuna sonradan giren genç bir yetenekti. Ben de kişisel shortlist'ime almıştım. Hatta ilerleyen yıllarda Fener'e gelmesini de hayal etmiştim, zaten fiziği de Fener taraftarının ağzına bir parmak bal çalan Frank Pingel'e çok benziyordu ve onun yerini Hartson ile doldurabileceğimizi düşünüyordum! Neyse, o önce West Ham'e, sonra Milton Keynes'e, Coventry'ye ve nihayet bir efsane hâline geleceği Celtic'e transfer oldu. Bu arada Milton Keynes'e (eski Wimbledon) transfer olurken kendisi için 10.5 milyon pound bonservis ödenmiş, bunu da not düşmek isterim. 2 sene sonra onu bedavaya alan uyanık Coventry ise 8 milyon pound'a Celtic'e satmış.
Celtic'de 5 yılda toplam 88 gole imza atan oyuncu, 2005 yılında İskoçya'da yılın futbolcusu seçilmişti. 2006'dan beri bir West Brom'da, bir Norwich'de forma giyen Hartson, geçen sezon sonunda futbolu bırakmıştı.
Luton Town altyapısında futbola başladığını daha yeni öğrendim ama Hartson'ı ilk seyredişim Arsenal takımındaydı. Kimin yayınladığı hangi maçlardı bilmiyorum ama o zamanlar oyuna sonradan giren genç bir yetenekti. Ben de kişisel shortlist'ime almıştım. Hatta ilerleyen yıllarda Fener'e gelmesini de hayal etmiştim, zaten fiziği de Fener taraftarının ağzına bir parmak bal çalan Frank Pingel'e çok benziyordu ve onun yerini Hartson ile doldurabileceğimizi düşünüyordum! Neyse, o önce West Ham'e, sonra Milton Keynes'e, Coventry'ye ve nihayet bir efsane hâline geleceği Celtic'e transfer oldu. Bu arada Milton Keynes'e (eski Wimbledon) transfer olurken kendisi için 10.5 milyon pound bonservis ödenmiş, bunu da not düşmek isterim. 2 sene sonra onu bedavaya alan uyanık Coventry ise 8 milyon pound'a Celtic'e satmış.
Celtic'de 5 yılda toplam 88 gole imza atan oyuncu, 2005 yılında İskoçya'da yılın futbolcusu seçilmişti. 2006'dan beri bir West Brom'da, bir Norwich'de forma giyen Hartson, geçen sezon sonunda futbolu bırakmıştı.
Kahretsin! Lyon Bastos'u da aldı
Lyon, Fransa liginin Bayern'i olma misyonunu kararlı bir şekilde sürdürüyor. Bilindiği gibi Bayern o kadar utanmaz ve arsız bir kulüp ki, Almanya'da bir şekilde parlayan yerli-yabancı her futbolcuyu mutlaka alır ve belli bir süre oynatır. Ama Bayern daha aşağılık bir kulüp olduğu için genelde sözleşmesi biten oyuncuları 1 sene önceden ayartıp bedava almaya çalışır. Arada bonservis verdiği de olur. Ama "soykırım" benzeri, kendisine rakip olan bir takımın birkaç oyuncusunu birden alarak o takımı tamamen bitirme operasyonları da yapabilir. Demonstratif örnek 90'ların başında parlayan Mehmet Scholl'lü Karlsruhe (şimdi nerede?) takımından kaleci Oliver Kahn, Kreuzer, Tarnat, Fink ve Mehmet Scholl'ü almalarıdır. Şimdi Karlsruhe Bundesliga'da bile değil. Aynı şekilde 2001'in o muhteşem Leverkusen takımından Lucio, Ze Roberto ve Ballack'ı almışlardı ve benim teorim, eğer sakat olmasaydı kesinlikle Sebescen'i de alacaklardı. Neticede "oyuncular ahlaksız, onlar da gitmesin kardeşim!" diyorsanız, ona da kesinlikle katılıyorum. Borowski yahu! 9 yıl oynadığın bir kulüpten niye Bayern'e gidersin kardeşim? Bu takım bir vampir misali Alman liginin kanını emiyor, sen kaptanı olduğun takımla yıllarca kafa tutup şampiyonluk da görmüşsün. Hiç mi gururun yok?
Neyse Lyon Bayern'e göre biraz daha insaflı çünkü bonservis paralarını adeta yağdırıyor iç piyasaya. Şimdi de bu sayfalarda daha parlamadan önce adını defalarca zikrettiğim Lille takımının sol açığı Bastos'u (Fransız basınına göre) 18 milyon avroya transfer etmişler. Bu durumda geçen yıl 15 milyon civarı bir parayla aldıkları Ederson ne olacak, onu merak ettim. Belki Keita ve Govou gidince onu sağda kullanırlar. Yazık oldu, ama inanılmaz bir paraya gitti Bastos. Ben 7-9 civarı bir bonservis düşünüyordum. Hakikaten sapıttı bu transfer piyasası.
Neyse Lyon Bayern'e göre biraz daha insaflı çünkü bonservis paralarını adeta yağdırıyor iç piyasaya. Şimdi de bu sayfalarda daha parlamadan önce adını defalarca zikrettiğim Lille takımının sol açığı Bastos'u (Fransız basınına göre) 18 milyon avroya transfer etmişler. Bu durumda geçen yıl 15 milyon civarı bir parayla aldıkları Ederson ne olacak, onu merak ettim. Belki Keita ve Govou gidince onu sağda kullanırlar. Yazık oldu, ama inanılmaz bir paraya gitti Bastos. Ben 7-9 civarı bir bonservis düşünüyordum. Hakikaten sapıttı bu transfer piyasası.
14 Temmuz 2009 Salı
Fener'de şekil aynı
Fenerbahçe ilk hazırlık maçında amatör bir takım olan Ulm ile karşılaştı ve son dördünü ikinci yarıda attığı gollerle maçı 5-0 kazanmayı bildi. Kadro (4411): Volkan - Gökhan, Bekir, Bilica, Carlos - Deivid, Selçuk, Emre, Uğur - Alex - Semih... İlk yarıda amatör bir ekip karşısında olmasına karşın, yoğun idman temposu arasında oynanan ilk hazırlık maçı olması nedeniyle düşük bir tempo sergiledi takım. Deivid yine sağdan içe kat ederek etkili varyasyonlar denedi. Uğur yine savruk oyunuyla solda etkili olmaya çalıştı ve şık ortası ile golün hazırlayıcısı oldu. Alex yine uyuşuk, Semih yine müthiş bir pivot, Selçuk ve Emre yine özveriliydi. Yeni olan şeyler defansta oynayan Bekir ve Bilica, Daum'un Bilica'nın alternatifi olarak düşündüğü Deniz, ikinci yarı ön libero oynayan Ali Bilgin ve son bölümde oyuna giren gençlerdi. Bekir ile Bilica savaşçı ve ayrıca akıllı oyuncular. Bilica'nın aşırı özgüven kaynaklı savruk ve zaman zaman disiplinsiz oyunu dezavantaj ama hangi takımda oynadığını anlayınca kendine biraz çeki düzen verecektir. Yeni sezonda yabancı tandemin yedeği Bekir-Deniz olarak görülüyor, Önder de Gökhan'ın alternatifi olacak. Deniz orta sahadaki yedekliği Selçuk'a bırakacak. Böylece her mevkiin bir alternatifi olmuş oluyor, ki bu da güzel bir şey. Deniz'den daha iyi bir Türk stoper nerede var ki, bulup takıma koyacaksınız...
Ali Bilgin ikinci yarıda Selçuk'un yerine ön libero olarak oynadı ve iyi top yaptı. Zaten ayağına hâkim ve teknik de olmasa hiç kimse onu futbolcu yapmazdı herhalde. Ama ön libero oynamak aldığın topu sağa-sola atmakla olmuyor, önce defansın önündeki sigorta görevi olarak savunma yapıp yer kaplamak önemli. Ben Ali'nin bunları becerebileceğini düşünmüyorum ve takımdan gönderilmesi gerektiği kanaatindeyim. Öyle de olacak bence.
Önemli olan Süper Kupa finaline kadar hazır bir hâle gelebilmek. Yapılacak transferlerle daha derli-toplu bir takım ortaya çıkacaktır.
Ali Bilgin ikinci yarıda Selçuk'un yerine ön libero olarak oynadı ve iyi top yaptı. Zaten ayağına hâkim ve teknik de olmasa hiç kimse onu futbolcu yapmazdı herhalde. Ama ön libero oynamak aldığın topu sağa-sola atmakla olmuyor, önce defansın önündeki sigorta görevi olarak savunma yapıp yer kaplamak önemli. Ben Ali'nin bunları becerebileceğini düşünmüyorum ve takımdan gönderilmesi gerektiği kanaatindeyim. Öyle de olacak bence.
Önemli olan Süper Kupa finaline kadar hazır bir hâle gelebilmek. Yapılacak transferlerle daha derli-toplu bir takım ortaya çıkacaktır.
Tevez City ile imzaladı
Man City, Roque Santa Cruz'un ardından ikinci büyük forvet transferini gerçekleştirerek Carlos Tevez'i renklerine bağladı. Forvet ikilisi olarak dünyada daha iyi bir ikili bulunabilir mi, bulunursa kaç tane olur, merak ediyorum. Sağda Wright Philips, solda Robinho, ortada Tevez ve önde Santa Cruz'dan müteşekkil inanılmaz bir hücum hattı oluştu şimdi City'de (Petrov, Bellamy, Benjani ve Bojinov da var). Orta sahanın ortasında da Kompany, Ireland, De Jong, Barry, Johnson gibi çok çeşitli alternatifler mevcut. Eğer bu sene de bu kadroyla ilk 4'ü zorlayamazsa artık sorunun kesinlikle Mark Hughes'dan kaynaklandığını düşünebiliriz. Ben zaten iyi bir menajer olduğuna inanmıyorum kendisinin. Ama şurası kesin ki, Premier League'de maçlarını kaçırmamak lâzım gelen takım sayısı 5'e çıktı diyebiliriz artık.
13 Temmuz 2009 Pazartesi
Nilmar'ı ne yapacaksınız?
Fenerbahçe'nin Nilmar'ın peşinde olduğu haberleri birkaç gündür güzide basınımızın sayfalarını süslüyor. Bu haberin doğru olduğuna inanmıyorum, inanmak istemiyorum. Kısa boylu, çabuk, yetenekli, adam geçebilen müthiş bir forvet istediklerine gerçekten inanmak istemiyorum :) Şaka bir yana, gerçek bu. Fener ne çektiyse (takımda Alex'in varlığı nedeniyle elzem olan) sırtı dönük forvetler yerine Kezman, Guiza gibi adamlara bel bağlamasından çekti senelerden beri. Ne kadar acıdır ki, bu ikisi inanılmaz karakterli ve çalışkan oyuncular. Ama Alex'in varlığı yüzünden büyük umutlarla geldikleri bu takımda çürüyüp gittiler. Denebilir ki, Forlan ve Agüero'dan hangisi pivot santrfor? Veya United Avrupa Şampiyonu olurken forveti Tevez değil miydi? Tevez pivot mu? Tabii ki değil. Ve burada net bir şekilde belirtmek isterim ki, pivot santrfor günümüz futbolunda başarılı olmak için olmazsa olmaz bir unsur değil. Ama şunu da eklemek lâzım; Atletico, United, Milan gibi takımlar için değil. Pivot santrfor kime lâzım? Bizim gibi kolektif yapısı istendiği gibi oturmamış, takım olarak makine düzeninde iş yapmayan takımlara lâzım. Fener'in en kolektif olduğu yıl Kezman ve Alex'in varlığına rağmen Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynaması, pivot santrfora en az ihtiyacının olduğu bir oyun olgunluğuna sahip olmasındandı. Yine de tam olarak bir makine diyemeyiz geçen senenin Fener takımına ama şimdiki kadar da başıbozuk değildi, burası kesin.
Bir takımın ayağa paslarla çıkan, çeşitli kombinasyonlar deneyen, sağlı-sollu bindirmeler ve ortadan verkaçlarla rakip savunmayı delen vs. olgun bir oyun yapısı yoksa, o takımın rakip sahaya yerleşmesi ve ataklarını olgunlaştırması için mutlaka ama mutlaka sırtı dönük bir forvete ihtiyacı vardır. İşte aylardır burada Semih diye tutturmamın, Kezman ve Guiza gibi iki çalışkan ve yetenekli oyuncuyu istemememin sebebi bu. Pivot santrfor diye tutturanlar ekranlarda bunu niye istediklerini, ya da onun ne işe yaradığını bilmezler, orası ayrı. United nasıl Tevez ile duble yapıyor, bunu sorsanız apışıp kalırlar.
Yazının konusuna gelirsek, Nilmar asla Fener'in aradığı oyuncu değil. Bir takım Toni'yi isterken o olmayınca Nilmar'a yöneliyorsa o takımın transfer aklının, akli dengesi yerinde değil demektir. Ben yine de inanmak istemiyorum. Bekliyoruz.
Bir takımın ayağa paslarla çıkan, çeşitli kombinasyonlar deneyen, sağlı-sollu bindirmeler ve ortadan verkaçlarla rakip savunmayı delen vs. olgun bir oyun yapısı yoksa, o takımın rakip sahaya yerleşmesi ve ataklarını olgunlaştırması için mutlaka ama mutlaka sırtı dönük bir forvete ihtiyacı vardır. İşte aylardır burada Semih diye tutturmamın, Kezman ve Guiza gibi iki çalışkan ve yetenekli oyuncuyu istemememin sebebi bu. Pivot santrfor diye tutturanlar ekranlarda bunu niye istediklerini, ya da onun ne işe yaradığını bilmezler, orası ayrı. United nasıl Tevez ile duble yapıyor, bunu sorsanız apışıp kalırlar.
Yazının konusuna gelirsek, Nilmar asla Fener'in aradığı oyuncu değil. Bir takım Toni'yi isterken o olmayınca Nilmar'a yöneliyorsa o takımın transfer aklının, akli dengesi yerinde değil demektir. Ben yine de inanmak istemiyorum. Bekliyoruz.
Bu yazın önemli transferleri: İspanya
Real Madrid: Kaka (Milan), Ronaldo (Man Utd), Benzema (Lyon), Raul Albiol (Valencia), Garay (Santander, kiradan döndü), Negredo (Almeria)
Sevilla: Zokora (Tottenham)
At. Madrid: Asenjo (Valladolid)
Villareal: Ivan Marcano (Santander)
Valencia: Moya (Mallorca)
Deportivo: Ze Castro (At. Madrid)
Almeria: Vargas (Boca)
Getafe: Mane (Almeria)
Zaragoza: Pennant (Liverpool)
Espanyol: Verdu (Deportivo), Nakamura (Celtic)
En önemli transfer hangisi diyeceğim ama Real'in hangi transferini seçeceğiz? Kaka mı, Ronaldo mu? Benzema mı? En gereksiz transfer sorusunu da, gereksiz bir transfer yokmuş gibi göründüğü için sormuyorum. Bir fikri olan varsa onu da duymak isteriz.
Sevilla: Zokora (Tottenham)
At. Madrid: Asenjo (Valladolid)
Villareal: Ivan Marcano (Santander)
Valencia: Moya (Mallorca)
Deportivo: Ze Castro (At. Madrid)
Almeria: Vargas (Boca)
Getafe: Mane (Almeria)
Zaragoza: Pennant (Liverpool)
Espanyol: Verdu (Deportivo), Nakamura (Celtic)
En önemli transfer hangisi diyeceğim ama Real'in hangi transferini seçeceğiz? Kaka mı, Ronaldo mu? Benzema mı? En gereksiz transfer sorusunu da, gereksiz bir transfer yokmuş gibi göründüğü için sormuyorum. Bir fikri olan varsa onu da duymak isteriz.
12 Temmuz 2009 Pazar
2008'in en iyi 5 filmi
1. Vals im Bashir (9)
Ari Folman
2. The Curious Case of Benjamin Button (8)
David Fincher
3. Låt Den Ratte Komma In (8)
Tomas Alfredson
4. Doubt (8)
John Patrick Shanley
5. Revolutionary Road (7)
Sam Mendes
Diğer: Precious: Based on the Novel 'Push' by Sapphire (7), Choke (7), Üç Maymun (7), In Bruges (7), Iron Man (7), Frost/Nixon (7), Milk (7), Wall-E (7), Gran Torino (7), The Wrestler (7), The Dark Knight (7), Hunger (7), Kung-Fu Panda (7), Forgetting Sarah Marshall (7), The Reader (7), Tropic Thunder (7), Zack and Miri Make a Porno (7), Valkyrie (7), Slumdog Millionaire (6), Cahngeling (6), Vicki Cristina Barcelona (6), Burn After Reading (6), Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull (6), 21 (6), Cloverfield (5), You Don't Mess with the Zohan (5), Hancock (5), Australia (5), The Happening (5), Righteous Kill (5)
Görmediklerim: Taken, The Hurt Locker, Pineapple Express, The Chronicles of Narnia: Prince Caspian, Step Brothers, Quantum of Solace, Sex and the City, RocknRolla, Wanted, Body of Lies, Defiance, Seven Pounds, Ip Man, Yes Man, The Incredible Hulk, Definitely Maybe, W., Death Race, Get Smart, Mamma Mia!, Rambo, Max Payne, The Day the Earth Stood Still, The Bank Job, The Other Boleyn Girl, Madagascar 2, Transporter 3, Quaratine, Blindness, What Just Happened, Transiberrian, Day of the Dead
Not: 13.12.2010'da liste güncellendi.
Bu yazın önemli transferleri: İngiltere
Man Utd: Luis Valencia (Wigan), Gabriel Obertan (Bordeaux), Michael Owen (Newcastle)
Liverpool: Glen Johnson (Portsmouth)
Chelsea: Daniel Sturridge (Man City), Yuri Zhirkov (CSKA)
Arsenal: Thomas Vermaelen (Ajax)
West Ham: Herita Nkolongo Ilunga (Toulouse)
Man City: Gareth Barry (Aston Villa), Roque Santa Cruz (Blackburn)
Blackburn: Gael Givet (Marseille)
Sunderland: Fraizer Campbell (Man Utd)
Wolves: Ronald Zubar (Marseille), Greg Halford (Sunderland), Kevin Doyle (Reading)
Birmingham: Christian Benitez (Santos Laguna), Scott Denn (Coventry), Roger Johnson (Cardiff)
Burnley: Steven Fletcher (Hibs)
Soru: Sizce bunlar arasında en iyi transfer ve en gereksiz transfer hangisi? Hem performans, hem fiyat, hem yaş, hem de ihtiyaca yönelik olması açısından değerlendirirsek...
Liverpool: Glen Johnson (Portsmouth)
Chelsea: Daniel Sturridge (Man City), Yuri Zhirkov (CSKA)
Arsenal: Thomas Vermaelen (Ajax)
West Ham: Herita Nkolongo Ilunga (Toulouse)
Man City: Gareth Barry (Aston Villa), Roque Santa Cruz (Blackburn)
Blackburn: Gael Givet (Marseille)
Sunderland: Fraizer Campbell (Man Utd)
Wolves: Ronald Zubar (Marseille), Greg Halford (Sunderland), Kevin Doyle (Reading)
Birmingham: Christian Benitez (Santos Laguna), Scott Denn (Coventry), Roger Johnson (Cardiff)
Burnley: Steven Fletcher (Hibs)
Soru: Sizce bunlar arasında en iyi transfer ve en gereksiz transfer hangisi? Hem performans, hem fiyat, hem yaş, hem de ihtiyaca yönelik olması açısından değerlendirirsek...
Lopez 24 milyona Lyon'da
Porto'nun dinamik, teknik ve yetenekli forveti Lisandro Lopez, Benzema'nın yerini doldurmak üzere Lyon'a transfer oldu. Porto'nun, Ajantinli golcü için Portekiz kulübüne 24 milyon avro ödediği, performansla ilgili koşullar doğrultusunda 4 milyon daha ödeyebileceği söyleniyor. Real'in yaptığı bomba transferlerden sonra pazarda fiyatların nasıl şiştiğini gösteren net bir örnek oldu bu. Herkes "Ronaldo o kadar ediyorsa..." diyerek bir kıyas içine giriyor ve oyuncusuna işkembeden bir fiyat belirliyor. Lopez şahane bir oyuncu ama 28 milyon avro ödenir mi? Ben ödemezdim; hele de Benzema'yı 35'e sattığını düşününce hiç ödemezdim. Lyon'un sinekten yağ çıkaran başkanı bu kadar parayı harcıyorsa bir bildiği vardır diyelim.
Lopez açık alanlarda, dar alanlarda, hemen her yerde etkili müthiş bir forvet. Her iki ayağını da kullanabiliyor, pozisyon sezgileri de çok kuvvetli. Adam geçebilen, çok da iyi ortalar yapabilen, topsuz oyunda inanılmaz derecede yetkin, hem tek forvet oynayabilecek hem de bir 9 numaranın ideal partneri olabilecek yetenekleri var. Geçen sezon 6'sı Şampiyonlar Ligi'nde (3 tanesini Fener'e atmıştı it oğlu it), 10'u ligde olmak üzere 39 maçta 16 gol atmış. Fransa ligi az gol olan bir lig ama (Benzema 19 golle kral olmuştu) ilk sezonunda 15 gol atabileceğini düşünüyorum.
Lopez açık alanlarda, dar alanlarda, hemen her yerde etkili müthiş bir forvet. Her iki ayağını da kullanabiliyor, pozisyon sezgileri de çok kuvvetli. Adam geçebilen, çok da iyi ortalar yapabilen, topsuz oyunda inanılmaz derecede yetkin, hem tek forvet oynayabilecek hem de bir 9 numaranın ideal partneri olabilecek yetenekleri var. Geçen sezon 6'sı Şampiyonlar Ligi'nde (3 tanesini Fener'e atmıştı it oğlu it), 10'u ligde olmak üzere 39 maçta 16 gol atmış. Fransa ligi az gol olan bir lig ama (Benzema 19 golle kral olmuştu) ilk sezonunda 15 gol atabileceğini düşünüyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)