8 Mayıs 2010 Cumartesi

Biri şu adamı sustursun!

"Çarşamba günü oynadığımız maçta Roma, karşılaşmayı altı kişiyle tamamlamalıydı. Mexes, Totti, Perrotta, Taddei ve Burdisso, oyundan atılmayı defalarca hak etmişlerdi. Oyuncuları sürekli hazır tutmak zorundasınız. Bir final maçı öncesinde onlara film izleterek zafer için hazırlayamazsınız. Bunlar koca adamlar, çocuk değiller! Ranieri bazen bunu unutuyor.

Roma'nın altı maçını izleyedim ve bir analiz yaptım. Bu çalışmaların neticesinde şampiyonluğa ulaştık. Tam 18 saatimi bu maçlara ayırdım. Ranieri elbette bu kadar ağır bir çalışmayı göze alamaz. O işin kolayına kaçarak oyuncularına film izlettirir. Ben asla bir fenomen olduğumu iddia etmedim ancak 2004 yılında Chelsea'ye geldiğimde çok garip bir olay yaşadım. Bana Ranieri'nin takımı kazanması için hazırlamadığını söylediler. Benden tek istedikleri 'kazanan' bir takım yaratmamdı. Bunu başardığımı düşünüyorum. Ranieri her zaman kaybetmeyi kabullenen bir ezik oldu."

Kulübün resmî sitesine yaptığı açıklamalardan...

Hayde bre!

1976'nın en iyi filmleri

1. Carrie (10)
Brian De Palma

2. Le Locataire (10)
Roman Polanski

3. Network (9)
Sidney Lumet

4. Taxi Driver (9)
Martin Scorsese

5. The Man Who Fell to Earth (9)
Nicolas Roeg

Diğer: Rocky (8), The Outlaw Josey Wales (8), Novecento (8), All the President's Men (8), The Killing of a Chinese Bookie (8), The Pink Panther Strikes Again (7), The Omen (7), Il Casanova di Federico Fellini (7), Obsession (7), Assault on Precinct 13 (7), Marathon Man (6), Logan's Run (6), Tosun Paşa (6), Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (6), The Message - Çağrı (5)

Görmediklerim: Bugsy Malone, The Shootist, Stay Hungry, The Eagle Has Landed, The Missouri Breaks, The Last Tycoon, Der Fangschuß, Buffalo Bill and the Indians or Sitting Bull's History Lesson, Voyage of the Damned, Mr. Klein, Bound for Glory, The Front, The Seven-Per-Cent Solution, L'argent de poche , Brutti sporchi e cattivi, Herz aus Glas, Ansikte mot ansikte, Next Stop, Greenwich Village, The Return of a Man Called Horse, Satansbraten, Die Marquise von O..., Le juge et l'assassin, Chinesisches Roulette, Don's Party, Noirs et blancs en couleur, Raba Lyubvi

7 Mayıs 2010 Cuma

What the f.ck?!

Mourinho'nun, Barça-Inter maçında Guardiola ve Ibra'nın arkasından yanaşıp bir şeyler söyledikten sonra geri çekilişinin fotoğrafı nasıl yanıltıcıydı, hatırlıyoruz. Ama yukarıdaki fotoğrafın yanıltıcı bir yanı olabilir mi? Pek öyle görünmüyor. Eğer herkesin düşündüğü gibi bir durum varsa, bunu bu kadar aleni bir şekilde dışavurmaları enteresan.

Edit: Gün içinde fotoğrafın, Real Madrid taraftarlarınca Photoshop'ta hazırlanıp internete sunulduğu haberi geldi. Eşcinsel olmanın kötü bir şey olduğunu düşünen Barça taraftarları muhtemelen ziyadesiyle rahatlamıştır bu bilginin ardından.

Edit 2: Bu internet camiası giderek daha güvenilmez bir hâl alıyor. Allah sonumuzu hayretsin.

Ezikler göreve!

A.Gücü'nün dün yapılması gereken antrenmanı, yaklaşık 10 milyon lira alacağı bulunan oyuncuların protestosu nedeniyle gerçekleşmemiş. Lemerre ve Ümit Özat'ın erkenden gelip sahaya çıktığı, oyuncuları beklemeye başladığı ancak hiçbir oyuncunun antrenmana gelmediği belirtiliyor. Yönetim ise Fener maçı öncesi bir skandalın patlak vermemesi için bugün oyuncu grubuyla bir toplantı yapacakmış. Şayet bir sonuç alınamazsa hafta sonundaki önemli maça A2 takımıyla çıkılması gündemdeymiş.

2 haftadan beri Türk futbolunda sergilenen ve bizim 2006 Mayıs'ından gayet aşina olduğumuz tiyatronun yeteneksiz baş aktörleri "tüp kafa" Yıldırım Demirören ve "ezikler kralı" Adnan Polat'ı buradan göreve davet ediyorum naçizane. Fenerbahçe'nin, şampiyonluğa giden yolda önünün kesilebilmesi için hayati bir önem arz eden bu önemli maçın, "beklendiği" şekilde oynanabilmesi; ayrıca G.Saray ve Beşiktaş taraftarları arasında (aklı başında ve erdemli olanlar müstesna) en az bu başkanlar kadar ezik olan ve azımsanamayacak miktardaki milyonlarca insanın akıl ve ruh sağlığının aynı bozuklukta devamının temini adına, A.Güçlü futbolculara 10 milyon liralık alacaklarının ödenmesi zarurîdir. Gereğinin yapılmasını saygılarımla arz ederim.

Inter de gidici

İtalya'da 2006'da Juventus'un küme düşürülmesine, Milan ile Lazio'nun 8, Fiorentina'nın ise 19 puanının silinmesine yol açan skandalın üzerinden 4 yıl geçti. Şahsen o zamanlar tüm bu takımlar bu tip işlerle uğraşırken Roma ve Inter'in nasıl da temiz olduklarını, bundan sonra İtalya'da birileri şampiyon olacaksa bu ikisi ya da Palermo, Parma, Sampdoria, Genoa gibilerden birinin olması gerektiğini düşünmüş ve içimden öyle geçirmiştim. 4 yılın ardından daha yeni ortaya çıkarılan ses kayıtları ise, ben ve benim gibilerin ne kadar saf olduğunu kanıtlar nitelikte.

İtalyan televizyonlarından Canale 5'te, Matrix programında yayımlanan telefon bir konuşması, Inter'in İtalya Kupası'nda Cagliari ile yapacağı yarı final karşılaşması öncesinde yapılmış. Telefon, Inter Asbaşkanı Giacinto Facchetti'nin Hakem Atama Kurulu Başkanı Bergamo ile maçın hakemleri konusunda önceden mutabakat sağladığını gösteriyor.

İşte telefon konuşmasının önemli bölümleri:

FACCHETTİ: "Baksana, Bertini'nin skorlarına göz attım. Bizimle 4 galibiyet, 4 beraberlik, 4 yenilgisi var"

BERGAMO: "Hadi ya, o zaman 5, 4, 4 yapalım. Galibiyet tabii ki!"

FACCHETTİ: "Ama ona yarınki maçın çok önemli olduğunu söyle. 4, 4, 4 toplam 12 maç yönetmiş."

BERGAMO: "İşte bunlara bir tane daha eklesin. Galibiyet eklesin. Aramam lazım zaten onu. Merak etme. Nasıl hareket edeceğini biliyor. Akıllı bir çocuk. Bu işi anladı. Geç de olsa anladı. Bak Giacinto, Pazar günkü maç bize göre zaten oldukça sıradan bir karşılaşma. Dolayısıyla yeni hakemlerden birini de koyalım. Size uyar mı?"

FACCHETTİ: "Olur, sen diyorsan... Tamamdır."

BERGAMO: "Yani söyleyeyim dedim sana. Ondan sonra benim ihmalkârlığımdan kaynaklandığını düşünme."

FACCHETTİ: "Pazar gününe yenilerden biri de uyar bana, tamamdır."

BERGAMO: "Yeni başlayan bir hakem. Mazzoleni de var."

FACCHETTİ: "Mazzoleni Bergamo'lu... Onun kardeşi de var."

BERGAMO: "İyi bir delikanlı, sicili çok iyi, ama daha genç olanı daha da iyi: 30 yaşında ama, gelecek vaat ediyor. Sicili iyi."

FACCHETTİ: "Sorun değil."

BERGAMO: "Baksana, Pazar için benim bir müşterime 4 bilet ayarlar mısın? Normal biletlerden. İsmi yazdırayım mı sana?"

FACCHETTİ: "Sorun değil hallederiz. Cuma veya Cumartesi ara beni."

BERGAMO: "Tamam iyi şanslar."

FACCHETTİ: "Onu arayıp söyle tamam mı?"

BERGAMA: "Tamamdır."

Sadece bu kaydın kendisi bile Inter'in küme düşürülüp o dönem aldığı tüm kupaların elinden alınması için yeterli bence. Ne olacağını göreceğiz..

6 Mayıs 2010 Perşembe

Müthiş gece

Dün gece, Avrupa'nın en önemli futbol ülkelerinde birbirinden önemli karşılaşmaların olduğu inanılmaz bir futbol şöleni gibiydi. Çoğunun aynı saatlere denk gelmesi hasebiyle belki hiçbirini bihakkın bir şekilde seyredemedik ama kaçırdıklarımızın yanında birinden öbürüne zıplarken gördüğümüz, şahit olduğumuz mücadeleler gerçekten de nefes kesiciydi.

İngiltere'de son iki yıldır 350 milyon avro civarı bir yatırım ile "büyük" kulüp olmanın kendince emin adımlarını birer birer atan Man City, kendi sahasında Tottenham'a yenilerek Şampiyonlar Ligi fırsatını rakibine kaptırdı. Sezon başında hiç kimsenin beklemediği bir şekilde Liverpool'un ilk 4 mücadelesindeki kifayetsizliği üzerine iştahı kabaran 3 takımdan Aston Villa, zaten geçen hafta City'ye yenilerek şansını kaybetmişti ama son ikisinin yapacağı "karar" maçının, sondan ikinci haftaya denk gelmesi tansiyonu iyice yükseltmişti. 1 puan önde ve son haftaki maçını küme düşen Burnley ile oynayacak olmanın avantajı ile sahaya çıkna Tottenham takımında, Peter Crouch'u ilk 11'de görmek, Palacios gibi bir savaşçı dururken Modric'i ön liberolardan biri olarak seyretmek ilginçti. Beraberliğin bile yeteceği bir ortamda Redknapp adeta kazanıp işi bitirmek için bir kadro kurmuştu ama elbette stratejilerinin en önemli ayağı öncelikli olarak rakibi durdurmaktı. Karşı cephede ise haftalardır bozmadığı 11 ile sahaya çıkan Mancini, tıkanıp kalan oyunu açmak için gerekli hamleleri yapamadı. Zaten ben kendisinin antrenörlüğünü hiç ama hiç beğenmem. Bir ara adı millî takım ile anıldığında tüylerim diken diken olmuştu hatta. Man City gibi bir takımı yönetecek klasta olduğunu da düşünmüyorum kendisinin. Nitekim oynanan futbolun o geldiğinden beri herhangi bir ivme kazanmamasının yanı sıra, Şampiyonlar Ligi biletinin kaçması son derece olumsuz puanlar. Bakalım dünkü maçın neticesi onun akıbetini nasıl etkileyecek.

Yıllardır Arsenal ve Chelsea'nin gölgesinde, inanılmaz paralar harcayarak devamlı "kaybetmeyi" başaran Tottenham için ise inanması güç bir başarı söz konusu. En büyük pay sahibinin menajer Redknapp olduğu bir gerçek.

İtalya'da ise dünyanın en ahlâksız spor adamı Mourinho'nun, büyük çoğunluğu kendisi gibi ahlâk yoksunu mahluklardan müteşekkil takımı, Roma'yı deplasmanda yenerek İtalya Kupasını kazanmayı başardı. Zaten skor avantajını bir kere ele geçirdikten sonra Barça deplasmanındaki gibi bir taktikle oynaması hiçbirimizi şaşırtmadı Inter'in. Oyuncularının, başta Motta olmak üzere sergilediği mide bulandıran hareketler de öyle.. Biz bu kadar ahlâksız insanların bu hayatta başarılı olmasına katlanamayaduralım, kişisel olarak benim Lucio, Motta, Maicon, Materazzi gibi oyunculardan birinin saha ortasında futbol hayatının bittiğini seyretmek yolundaki umudum canlılığını koruyor, hatta giderek artıyor.

Real Madrid benim beklemediğim bir rahatlıkla Mallorca'yı deplasmanda 4'leyip dönerken, Lyon kendi sahasında ilk 3 (yani Şampiyonlar Ligi) için çok büyük önem arz eden maçta yenik duruma düşmesine rağmen Auxerre'i devirip umutlarını sürdürdü. Bu maçta konuk takım formasıyla akıl almaz bir oyun oynayan 29 yaşındaki Polonyalı santrfor Jelen ise, Fenerbahçe için hayalini kurduğum transferlerin ilk sıralarına yerleşti diyebilirim.

Bu arada İskoçya'da genelde savunmasının sağlamlığı ile tanıdığımız, kendi sahasında kolay gol yemeyen Motherwell, Hibernian ile oynadığı karşılaşmayı 6-6 bitirerek hepimizi dumura uğrattı. 65. dakikada 2-6 olan maç, ev sahibinin son 20 dakikada bulduğu 4 golle berabere bitti. Bir gol daha atsaydı Motherwell, herhalde kulüp tarihinin en önemli başarılarından birinin hikâyesini yazmış olurdu.

Edit: Marsilya'nın şampiyonluğu neredeyse haftalar öncesinden garanti olduğu için, dün en az ilgilendiğim hadise oydu. Ama Tapie'li dönemden sonra, 18 yılın ardından dün gece garantilenen şampiyonluk, kendileri için çok çok önemli elbette. Son birkaç yıldır istikrarlı bir şekilde doğru adımlarla hedefe ilerleyen kulübü kutlamak gerekir.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Trabzon 3 - Fenerbahçe 1

Maç hakkında hiçbir şey yazmaya gerek yok. Herkes zaten ne olup bittiğini gördü. Fenerli futbolcuların sahaya çıkışından santra yapışına kadar, bu maça hiçbir şekilde asılmayacağı belliydi. Son haftalardaki Fener ile bugün sahadaki takımın ne alâkası var? Ne o pres, ne o istek, ne o dayanışma, hiçbir olumlu özellik sayamayız bugünkü futbol için. Fenerli futbolcuların ayrıca Türkiye Kupası finallerinde sergilediği uyuz futbol, zaten bir gelenek hâline gelmiş durumda. Hepsi birleşince ortaya bu tablo çıktı.

Trabzon için ise sezonun en anlamlı ve hedef maçıydı bu. Ama ne kadar istekli ve iyi oynarsa oynasın, Fener'in kalesine 25 şut atmak Trabzon'un haddine değil. Lig maçında bugünkü tablonun tam tersi olacak; o maçta Fener'in de, Trabzon'un da bugünkünden ne kadar farklı olduğunu göreceğiz. Ama Fener ne kadar etkisiz olursa olsun bu durum, Trabzonlu oyuncuların etkili futbolunu övmemize engel değil. Sonuna kadar hak ettiler kupayı, helal olsun.

Trabzon (4-4-1-1): Onur (**) - Serkan (**), Song (**), Egemen (**), Cale (**) - Burak (*), Selçuk (**) (83' Sezer), Engin (***) (86' Ceyhun), Colman (***) - Alanzinho (**) (90' Giray) - Umut (****)

Fenerbahçe (4-4-1-1): Volkan (**) - Gökhan Gönül (**) (87' Gökhan Ünal), Lugano (***), Bilica (*), Vederson (**) - Topuz (***), Selçuk (**), Emre (**) (67' Deivid (**), Özer (0) - Alex (***) - Güiza (0)

Goller (3-1): Umut 66', Engin 80', Colman 90+3' - Alex 55'

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Gerçek Los Galacticos

Andrey Arshavin Mirror'a yaptığı açıklamalarda, daha önce gerçekleşmeyen Barça'ya transfer olma hayalinin artık çok yakın olduğunu, Katalan ekibiyle görüşme hâlinde olduklarını ve sezon sonunda oraya gideceğini söylemiş. Aynı zamanda Arsenal-Barcelona eşleşmesindeki performansının ardından İspanyol ekibinin transfer listesine girdiği iddia edilen bir diğer Arsenal oyuncusu Clichy'nin de Barça'da oynamak için can attığını eklemiş.

Arshavin'in Arsenal takımında gösterdiği performans ne olursa olsun (ki şahsen genel olarak tatminkâr buluyorum), ben onun dünyanın en iyi birkaç futbolcusundan biri olduğunu düşünüyorum. Barça'nın değişken sisteminde de sol açıkta adı sürekli anılan David Silva'dan çok daha fazla iş yapar bence. Çünkü Katalan ekibinin sisteminde ilerideki üçlünün her yerinde oynayabilir Arshavin. Hatta bu yılki gibi 4-4-1-1'e dönülen maçlarda ileri uçta, onun arkasında ve her iki kanatta görev yapabilir. Silva ondan daha zeki, daha yumuşak ve daha teknik gibi görünüyor ama bence Arshavin daha iyi ve daha komple bir futbolcu. Fizik olarak daha güçlü, daha tecrübeli ve David Silva gibi tek mevkinin adamı değil.

Kulüp açısından bakarsak İbrahimovic'i ManCity'ye (misal 70 milyona) kakalayıp o parayla David Villa, Arshavin ve Clichy'yi alabilirler. O zaman geçen yılki ve bu yılki Barça'dan bile daha inanılmaz bir takım çıkıyor ortaya. Düşünmesi bile heyecan verici..

Lazio kümeye!

Dün gecenin Higgins skandalından sonraki diğer iğrençliği Lazio-Inter maçında tüm Laziolu taraftarların, ezelî rakipleri Roma şampiyon olmasın diye Inter'in gollerinde ayağa fırlayıp alkışlaması, oyundan çıkan ve giren Interlilere tezahürat yapması ve daha da acısı, Laziolu futbolcuların da sanki bu havaya ayak uyduran isteksiz ve şüphe uyandırıcı bir oyun sergilemesiydi. Lazio zaten faşistliği ile dünya üzerindeki en iğrenç kulüplerin başında gelirken, bir de bu geceki rezilliğin baş aktörü oldu ve midemizi bir kez daha bulandırdı. Bu sezon kurtuldukları küme düşme acısını gelecek yıl tatmalarını dilemekten başka bir şey gelmiyor elden...

Club 8 - Whatever You Want

Karolina Komstedt ve Johan Angergår'dan müteşekkil İsveçli indie-pop duo'su Club 8, bizim diyarlarda pek adı sanı duyulmasa da bugüne kadar 7 adet nitelikli albüme imza atmış ve Avrupa'da bilinen şeker gibi bir grup. Bu yıl kaydettikleri "The People's Record" albümünü henüz dinlemedim ama ondan önceki 2007 çıkışlı (ve güzel isimli) "The Boy Who Couldn't Stop Dreaming" albümünü son 1 haftadır hatim indirir gibi dinliyorum desem yeridir. Bu albümün (hatta grubun tüm diskografisinin) en güzel şarkısı "Whatever You Want" ise bu postun asıl konusu...

Şarkının kendisi neşeli bir ezgi, (Komstedt'ten) muhteşem bir vokal, bir pop şarksı için eli-yüzü düzgün düzenlemeler ve eşsiz vokal melodisi ile müziği seven her insanı ilk dinleyişte yakalayabilen enfes bir parça. Klibi ise oldukça şaşırtıcı, zira tema olarak kendisine "society" içindeki çarpık (ve giderek daha da çarpıklaşan) ilişkileri seçmiş. Güzel kadınlar, yakışıklı adamlar, kokteyller, fısıldaşmalar, dedikodular, "kesişmeler", "yiyişmeler", sadece dilleriyle öpüşen enteresan çift, yanındaki kadından ayakkabısını isteyip onun topuğunu emen daha garip bir manyak vb. enteresan imgeler adeta resmî geçit yapıyor. Bu kadar az bilinen bir grup için klibinin YouTube'da 180 bin kere seyredilmesi tevekkeli değil yani.

Bu bloga bir şekilde yolu düşenler arasında müzik seven insanların çok az olduğunu biliyorum. Zaten postların ratinglerinden de bu açıkça belli oluyor. Halbuki "dünyada futbolsuz mu kalamazsın, müziksiz mi?" deseler, ben futbolu milyon kere feda ederim müziğe. Ama memleketin gerçeği de bu. Futboldan başka hiçbir halttan anlamayan odunlar her yeri istila etmiş, biz de bir avuç insana müslüman mahallesinde salyangoz satıyoruz. "Bu postların kime ne faydası var?" diye sorabileceklere cevaben yazdım bunları.

Neyse, o müziksever (ve değerbilir) azınlığa tanıttığım diğer grup da Club 8 olsun. Şundan daha şeker bir şarkı bilen varsa da beri gelsin.



am I ok here?
I think you ought to know this
another day
not unlike any other
it’s been like this so long

are you ok dear?
I know I should have noticed
a quiet day
not unlike any other
it’s been like this so long

whatever you want from me
whoever I try to be

I will never be there
I can never be her
in your society

am I ok dear?
I think you want to know this
duties I leave
not to take on another

and if I don’t fall this night
I will have to go along
unless something strange will happen

there’s still something to be done
this story will go on for long

2 Mayıs 2010 Pazar

Mide bulandırıcı

Dünyanın en güzel oyunlarından biri olan Snooker'ın en büyük yıldızlarından biri, geçen yılın dünya şampiyonu John Higgins, News of the World muhabirlerince kumpasa düşürülüp şike pazarlığı yaparken görüntülenmiş. Pazarlığa göre, ciddi bir turnuva maçında 4 frame kaybetmesi karşılığında 300 bin avro için anlaşırken görüntüleniyor ünlü oyuncu. Videonun ardından John Higgins ve menajeri "Ukrayna mafyası karşımızdayken bu tiyatroyu sergilemek zorundaydık, ne yapsaydık yani?" gibi insanları aptal yerine koymaya kalkan bir mazeret öne sürmüş ama hiç de öyle zorunluluktan pazarlık eder gibi bir halleri yok doğrusu. Hatta anlaşmanın ardından şampanya bile içiliyor.

Hayatım boyunca spor dünyası ile ilgili yaşadığım en büyük şokların başında geliyor bu skandal. İnanılmaz bir şaşkınlık ve dehşet içindeyim. Higgins'in rahat tavırlarını seyretmek gerçekten de çok acı. Bu işin içinden nasıl sıyrılacak ya da sıyrılabilecek mi, göreceğiz.

Seni seviyorum! Yeniden...

Geçen sezonun sonunda Fenerbahçe'den kaçar gibi (ve bedava) gitmeye çalışan, haftalar boyunca kendisine kulüp arayan ama Fener'in verdiği paraya hiç kimse yaklaşamayınca 29 yaşında ve parayı düşünen bir sporcu olarak kulübünde kalan Lugano'ya demediğimi bırakmamıştım o dönemde. Ağzıyla kuş tutsa bile bir daha bana zor yaranacağını da üstüne basarak söylemiştim ama Diego Lugano, bu yıl sözleşmeyi imzalayıp kafası rahata erdikten sonra ağzıyla kuş tutmaktan fazlasını yaptı. Sadece sahada sergilediği performansla takımın en yürekli oyuncusu olmayı sürdürmedi, saha dışında ortaya koyduğu görüntüyle de gerçek bir kaptan imajı çizdi. Dünkü Eskişehir maçından sonra inanılmaz güzel Türkçe konuşan oğlu Nico ile verdiği görüntü, bütün Fenerbahçeliler için bir gurur vesilesi. O videoyu buradan okuyanlarla paylaşırken, azılı Fener düşmanı Hıncal Uluç'u bile sergilediği aile tablosu ile büyüleyen bu adam hakkında Uluç'un köşesinde (geçen ay) yazdığı satırları aşağıya kopyalıyorum.



Lugano'yu nasıl sevdim!..

Fenerbahçe futbol takımında en sevdiğim adamdır Lugano.. Hatta bizim maç gurubundaki fanatik Galatasaraylılar, bendeki Lugano aşkını anlamazlar.. Anlatırım, anlamazlar..

Ben forma aşkını severim. Adamda bu var işte.. Nasıl yürekten oynuyor.. Ve de yenilmiyor. Durum, skor ne olursa olsun, hakem son düdüğü çalana kadar yenilmiyor. Çırpınıyor, arkadaşlarını da çırpınmaya zorluyor.. Sert.. Tamam.. Ama kasıtlı değil. Futbolun içindeki sertliği, içindeki kazanma hırsı yüzünden zaman zaman abartılı görüntüler de yaratmıyor değil, ama rakibi sakatlamaya, hakemi aldatmaya, rakibe kart göstertip meslekdaşının ekmeğiyle oynayanlardan değil. Sert ama, mert.. Nasıl sevmem..

Ve sevmekte ne kadar haklı olduğumu perşembe gecesi TİM'de anladım.. Çok ama çok neşeli, seyri müthiş keyifli bir şovdaydık, Türker Ağabey'e bir kez daha teşekkür ederek.. Bu kaçıncı teşekkürüm Türker Ağabey.. Sayesinde dünyayı dolaşan bir şov daha geldi ülkemize.. Jump, Uzakdoğu'nun o bilinen savunma sanatını hem de nasıl bir mizah içinde, dans, mim ve ustalık tiyatrosuna döndürmüştük. Kahkaha tufanı içinde seyrettik. Seyirci ışıklar söndüğü halde kesmedi alkışları dakikalarca.. Öylesi.. Ama inanır mısınız, ben oyun kadar yanımda oturan Lugano ailesini izledim..

Eşi ve çocuklarını alıp gelmiş.. Hele bir ufaklığı var, tam velet.. Nasıl katılarak izliyor oyunu, inanmazsınız.. Onu izlemek inanın oyunun kendisi kadar keyif vericiydi.

Nasıl güzel, nasıl duygulu, nasıl içten bir mutluluk tablosu çizdi Lugano ailesi.. İşte örnek adam.. İşte benim "Futbolcu" tarifim.. Adamı niye Uruguay Milli Takımı'na kaptan yapmışlar, şimdi daha iyi anladım..

Lugano kaptan doğmuş.. Kolunda band olmasa da kaptan o!..

Marek Sapara

Dünkü maçlardan aklımda en çok hangi oyuncular kaldı diye düşündüğüm zaman, listenin en başında tartışmasız bir şekilde Marek Sapara geliyor. Yıllardır adı Beşiktaş ile anılan, Rosenborg'da sergilediği performansla pek çok takımın transfer listesine giren orta saha yıldızı, ilginç bir şekilde devre arasında (2.2 milyon avro karşılığı) A.Gücü'ne transfer olmuştu. İlk maçlarında hem onu, hem Vittek'i, hem Geremi'yi hem de Rajnoch'u dikkatle seyretmeye çalıştım. Takıma ve birbirlerine alışma evresini geride bıraktıktan sonra her biri yavaş yavaş formlarını bulmaya başladı ama Sapara'nın futboluna doyamadan maalesef sezon bitecek. Bu oyuncu, bağırarak iddia ediyorum ki, Türkiye'ye gelmiş geçmiş en iyi orta saha oyuncularından biri. Şu an itibarıyla da Emre'den sonra ligin en iyi oyuncusu. Aynı bölgede oynadığı Elano (oyun tarzları çok benziyor) ile mesela, kıyasladığımız zaman hem fiyatları hem de performansları arasında dağlar kadar fark var. Her ikisi de Sapara lehine elbette...

Dün 4-2-3-1'de Vittek'in arkasında takımın beyni olarak görev yaptı Sapara ve yaptığı her harekette, her top alışında, her pas verişinde adeta paçalarından kalite akıyordu. Üç büyüklerde rahatlıkla oynayabilecek olan bu oyuncuyu kim akıl edip getirdiyse tebrik etmek lâzım. Gelecek haftaki Fener maçında sahanın en iyi oyuncularından biri Sapara olacaktır, şahsen benim en çekindiğim oyuncu o. Gelecek yıl da A.Gücü'nün sahadaki patronu olarak, ilk 4'e oynayacağını tahmin ettiğim takımına büyük katkılar sağlayacaktır. Bu yazdıklarımı Fener maçından sonra ulusal basında da dillendirilirken görmek, benim için şaşırtıcı olmayacak.