31 Ağustos 2011 Çarşamba

Yönetim ne yapıyor?

Son 10 gündür Fenerbahçe'nin, Şampiyonlar Ligi'nde oynama hakkı elinden alındığı ve buradan beklenen 25 milyon euro'yu bir anda kaybettiği (ve ayrıca birtakım sponsorlarla anlaşmalar yenilenmediği) için maddî bir darboğaza girdiği/gireceği söyleniyor. Yönetimin de bu yargıyı doğrularcasına sapır-sapır adam gönderdiğini görünce bir kez daha taraftar olarak "neler oluyor?" diye düşünmeye başlıyoruz.

Fenerbahçe ilk kez Avrupa kupalarının dışında kalmıyor, hatta yakın tarihte Mustafa Denizli ve Daum'un ilk sezonlarında da sadece Türkiye Ligi'nde oynamış ve şampiyon olmuştu. Ve her iki sezonda da transfere inanılmaz paralar harcanabilmişti (Denizli zamanında tam 74 milyon dolar). Bu sezon ise kulüp, herhangi bir ceza alacağından bihaber olmasına rağmen sadece belirli mevkilere rotasyon amaçlı nokta transferler yaptı. İlk 11'de direkt oynayacak hiçbir adam alınmadı, üstelik kulüp tarihinin ekonomik olarak en rahat dönemlerinden birini yaşıyorken..

Avrupa'dan men edilmenin ardından ise zaten taraftarın transfer bekleyeceği bir durum ortadan kalktı, "eldekilerin muhafaza edilmesi" en önemli transfer hamlesi olarak görünmeye başlandı. Kulübün Şampiyonlar Ligi'den gelecek 25 milyon euro'yu kaybetmesi ise dışarıdan bakan herhangi bir göz için çok fazla sorun teşkil edecek bir durum değildi. Zira örneğin taraftarlar Türk spor tarihinde (hatta Türkiye sosyal tarihinde) eşi-benzeri görülmemiş bir dayanışma ile kombine ve merchandize ürünlere akın ederken, kulübüne ekstra kaynak yaratabilmek için adeta canını dişine taktı. Ama yöneticiler taraftarlara hiçbir açıklama yapmadan, "yabancılar dâhil bütün oyuncular burada kalmak istiyor" diye söylemiş olmalarına rağmen bir anda teker teker en önemli oyuncularını elden çıkarmaya başladı. Önce Emenike gitti, akabinde Lugano ve son olarak bugün de Andre Santos.. Bu oyuncuların neden satıldığını kimse bilmiyor. Madem oyuncuların kendisi kalmak istiyor, o zaman yönetim kendi isteğiyle bunları gönderiyor demektir. Peki neden? Bir alt lige düşmeyeceğimizden bu kadar emin olan ve "alnımız açık" diyen yöneticilerimiz, sadece 25 milyon euro'luk bir cari sapma yüzünden mi kulüp tarihinin en iyi kadrosunu dağıtıyor? Fenerbahçe taraftarı sadece 2-3 günde 50 bin kart alarak, desteğinin potansiyeli konusunda yeterli ışığı yakmadı mı? Eğer yakmadıysa, destek yetmediyse çıkıp bunu da söylemeleri lâzım ama içlerinden birini ara ki, bulasın.. Böyle susarak ne yaptığını sanıyorlar, anlamak, akıl erdirmek mümkün değil..

Bu tavrın "küme düşeceğimizden yöneticilerimiz emin" gibi bir yargıdan başka bir şey akla getirmediğini hiçbirisi görmüyor mu?

Lugano dünyanın en iyi stoperlerinden biri olan, müthiş bir karakterdi. Üst üste bir yıl arayla Dünya Kupası'nda üçüncü, Copa America'da da şampiyon olan bir takımın kaptanı ve piyasa değeri (31 yaşında) 14 milyon euro eden bir oyuncuydu. Böyle bir adam bırakılır mı? Andre Santos da bana göre dünyanın en iyi 10 sol bekinden biri, bunu Türkiye'de göremeyen herkesin de Arsenal forması altında göreceğinden eminim. Hadi Lugano'nun serbest kalma bedeli vardı ve özel olarak ikna edilmesi gerekiyordu diyelim, Santos gibi bir oyuncu 7 milyona bırakılır mı arkadaş? Ondan asla daha iyi bir oyuncu olmayan Coéntrao 30 milyona transfer yaparken Andre Santos'un (daha az göz önünde olduğu için ihtiyatlı davransak bile) en az 15 milyon etmesi gerekiyor. Gökhan'ın olduğundan daha değersiz bir oyuncu değil, Gökhan için 15 istenirken Santos'u 7'ye bırakmak resmen kulübünü satmak bana göre..

Sırada başka oyuncular da olabilir, özellikle Stoch'un talipleri varmış. Onun gidişine Lugano ve Andre Santos'tan daha az üzülürüm ama yine üzülürüm. Biz ayda örneğin 2 bin lira kazanırken ve bunun "en az" onda birini üç aydır her ay kulübe verirken yöneticiler ne yapıyor? 15 tanesi birden bizim gibi her ay, aylık kişisel gelirinin onda birini kulübe verse ya? Mesela sadece yöneticilerin alabileceği 15 tane anahtarlık yapılsa, Fenerbahçe logolu falan.. Her birinin 500 bin euro değeri olsa ve yöneticilerimiz, o zengin iş adamları bunlardan birer tane alsa? Fenerbahçe'nin taraftarı gerekirse borçlanarak bile olsa kulübüne destek verir, ben mesela 1 yıl boyunca her ay maaşımın sekizde birini kulübün gösterdiği herhangi bir hesaba yatırmaya hazırım. Ama yöneticiler ne yapıyor kardeşim? Kulübü televizyonda celebrity'lerin şovlarıyla bağış organizasyonlarına sokacağınıza elinizi cebinize sokun önce.. Bu kulüp "yöneticiden para alma" devirlerini geçti eyvallah da, durum seferberlik durumu.. Traşı kesiniz..

Fenerbahçe yönetimi, bütün bu olaylar geçip gittiğinde bile unutulmayacak hatalar yaptı bu süreçte, yapmaya devam ediyor. Biz de bunları yazıyoruz bir kenara, bu günler atlatılınca hesabını soracağız, sormalıyız..

The Stone Roses - Second Coming (1994)



The Stone Roses'ın 1989'da yayımladığı self-titled debut'su, bu blogun yazarına göre "tüm zamanların en iyi 100 albümü" listesinde 1. sırada bulunuyor. Evet, Ali Ece ile birlikte ülke sathında bu yargıda olan tek insan muhtemelen bendenizim ama bu blogun misyonlarından bir tanesi, takip edenlerin de bileceği üzere (çoğunlukla) "underrated" çalışmalara yer verip, mümkünse gözden kaçan kıymetlerine selam durmak. İşbu yüzden benim için The Stone Roses söz konusu olduğunda ilk albümdense, uzun (5 yıl) bir bekleyişin ardından genel olarak hayal kırıklığı ile karşılanan bu ikinci ve son albümlerine daha önce yer vermek çok daha anlamlı olur kanaatindeyim.


"Second Coming"in erdemlerini saymaya nereden başlamalı? Bir kere, siftahını tüm zamanların en iyi albümlerinden biriyle yapmış (ve Madchester akımının ateşleyicisi olmuş) bir grubun, ikinci işleri için 5 yıl beklemesi, yakaladığı popülarite vesilesiyle "parsayı toplamayı" düşünmemesi inanılmaz bir olay. İkincisi, grubun, aradan uzun bir zaman geçmiş olsa bile ilk albümden sound olarak bu kadar farklı bir şey denemesi, başarıyı getiren (ve patenti kendilerinde bulunan) formüle sırtını çevirmesi de çok büyük bir erdem. Sonuçta kendini tekrar eden ve hayranlarının da bu durumdan gayet memnun olduğu çok sayıda grup mevcut, ki bunların başında Oasis'i sayabiliriz. Hatta, çekirdek dinleyicilerin "şirazeden çıkıldığı" zaman tepki verdikleri de, müzik endüstrisinde sık görünen bir durum.. Metallica "Load"u yaptığı zaman hayranları çok büyük tepki göstermiş, bunun üzerine onlar da ne kadar ilke yoksunu olduklarını kanıtlayarak alelacele "Reload"u kotarmış ve söz konusu hayranların "gönlünü almaya" çalışmıştı, hatırlayınız. Bu ve benzeri örnekleri düşününce The Stone Roses'ın ne kadar büyük bir grup olduğu, kendini her albümde yenilemeye çalıştığı, içinden ne geçiyorsa onu yaptığı ve gerisini umursamadığı net bir şekilde görülüyor.


Bunların yanı sıra, "Second Coming"in, piyasaya sürüldüğü 1994 yılının müzikal konjonktürü açısından da çok farklı bir yerde durduğunu söylemek lâzım. Hatırlayacak olursak o dönem Britanya, Suede'in başını çektiği, Pulp, Oasis, Blur, Radiohead gibi grupların da hakkını fazlasıyla vererek iştirak ettiği Britpop akımının etkisindeydi. Okyanusun öte yanında ise Madchester'ın cenaze namazını kıldıran ve Nirvana ile Soundgarden'ın elebaşısı olduğu Grunge akımı almış başını gidiyordu. Boston menşeli gruplar (Belly, Throwing Muses, The Lemonheads vs.) bir grup, Bristol çıkışlı Massive Attack, Portsihead, Tricky gibi isimler başka bir gruptu. İşte The Stone Roses öyle bir konjonktür içinde, bu akımların ve diğer popüler müziklerin hiçbirine yüz vermeyen, blues tınılarının hakim olduğu gitar ağırlıklı acayip bir albüme imza atmıştı. Dolayısıyla grubun tıpkı 1989'daki gibi avant-garde (öncü) bir topluluk olduğunu bir kez daha gösteren "Second Coming", başyapıt denebilecek bir albümde bulunması gereken tüm (müzik dışı) erdemlere sahip, önce bunu bir yere koyalım.


Peki müzikal olarak ne diyebiliriz? Her şeyden önce Ian Brown'un vokallerinin, ilk işlerine göre çok daha arka planda olduğunu, sahnenin çoğunlukla John Squire'ın inanılmaz gitar riff'lerine ve Mani'nin bass grove'larına bırakıldığını belirtmeliyiz. Ve rahatlıkla söylenebilir ki, bir kez dinleyenin aklından zor çıkacak çok sayıda klasik şarkı var albümde. Müzik tarihinde özel bir yerde duran, kolay kolay taklit edilemeyecek (nitekim hiç kimse etmedi), kendine has bir ruh hâli olan bu eşsiz albüm, pop/rock dinleyen her müzikseverin arşivinde bulunmalı.. 10/10


28 Ağustos 2011 Pazar

Fenerbahçe taraftarı oyunu bozdu

3 Temmuz tarihinden beri yazıp söylediğimiz şeyleri, OdaTV ekibi kısa bir makalede toplamış. Aynen kopyalıyorum:

Fenerbahçe yönetim kurulu üyelerinin, takımın teknik grubu ve futbolcularıyla yaptığı toplantıdan sonra, Ali Koç basın mensuplarına açıklamalarda bulundu. Konuşmasını bitirirken şöyle dedi: “Gizli bir soruşturmanın medyada sürekli yer almasını açıklamak zor. Aziz Yıldırım'ın silahlı terör örgütüyle ne ilgisi olabilir?” Bu iki cümle, aslında Fenerbahçe'ye ne yapıldığını kulüp yönetiminin net olarak bildiğini açıklıyor.

Soruşturmanın gizliliğini Beşiktaş'taki özel yetkili mahkemenin mi, polislerin mi ya da ikisinin birden mi ihlal ettiği hep konuşulan bir konu. Kim yaparsa yapsın, yapılan sızdırmanın amacının, dava soruşturma aşamasındayken kişileri itibarsızlaştırmak olduğu sır değil. Ergenekon, Balyoz vb. davalarda bunu defalarca gördük. Aynı taktik-tezgâh Fenerbahçe'ye yapıldı. Devreye cemaatçi polis muhabirleri sokuldu. “Haber” yaptıkları yetmiyormuş gibi Tv Tv dolaştılar. Yazdık ya, bu oyun hep oynandı. Ve...

Şike soruşturmasının Asliye Ceza Mahkemeleri'nin görev alanına girmesi gerekirken, sağdan soldan bulunan silahlarla ortaya silahlı bir terör örgütü çıkarılıverdi. Aynı Hanefi Avcı'nın Devrimci Karargâh Örgütü davasına dâhil edilmesi gibi! Evet, birileri “dosyanın” Beşiktaş'taki özel yetkili mahkemeye gitmesini özel olarak istemişti. Tezgâh konusunda kimin bir tereddütü olabilir ki? Amaç, Aziz Yıldırım'ı diri diri cezaevine gömmekti.

Fenerbahçe taraftarı, bu karanlık planın farkına vardı. Oyun, apaçık ortadaydı. Çekirge Ergenekon'la, Balyoz'la iki kez sıçramıştı. Fakat Fenerbahçe tezgâhıyla sıçrayamadı. Ve...

Şike tezgâhı sessizce halledilip, Fenerbahçe'ye yeni bir başkan getirilerek çözümlenecekti. Yapamadılar. Taraftar oyunu bozdu. Mesele çok büyüdü. Öyle ki işin içine UEFA girince sorun çözülemez hale geldi. Olan Türkiye Futbol Federasyonu'na oldu, artık futbolu yönetemeyecek bir noktadalar.

Sevindirici olan ise soruşturmanın gizliliğini ihlal eden polis-savcı-gazeteci saç ayağının Fenerbahçe operasyonuyla iyice ortaya çıkmasıdır. Ali Koç'un sözleri açıktır. Anlayana...