Fenerbahçe, kendisini bizzat seyrettiğimiz son 30 yılda olduğu gibi, Avrupa kupaları kurasında yine olası rakiplerden en güçlüsü ile eşleşmeyi başardı (!). Ancak hal böyleyken, sosyal medyadan takip edebildiğim kadarıyla (ve her sezon görmeye alışık olduğumuz üzere) Arsenal'ın yorumlanışında ciddi bir takım arızalar söz konusu ve garip bir şekilde Fenerbahçe'nin tur şansının "daha yüksek" olduğunu düşünenler mevcut. Ben, rakipleri gözümüzde fazla büyütmenin nelere mâl olduğunu 80'li yıllarda görüp yaşamış biriyim ancak "cesur olmak" ile "akıl dışı" olmak arasındaki ince çizgiyi de çok iyi biliyorum. Ve bizim eşleşmemiz için aklı selim ve objektif bir değerlendirme yaparsam, Arsenal'ın 3/4 favori olduğunu düşünüyorum. Bu gibi durumlarda rakibin favori olduğunu bilmenin ve kabul etmenin bile başlı başına şansımızı %3-5 arttıracağı kanaatindeyim.
EPL maçları yıllardan beri her hafta Türk televizyonlarından yayınlanıyor ve ülkemizde en çok taraftara sahip İngiliz kulüplerinden biri de Arsenal'dır muhtemelen. Hatta ben Türkiye'de United, Chelsea ve City'den daha çok taraftarı olduğunu düşünüyorum. Neden? Zira Arsenal, çocukluktan bildiğimiz o "uzun toplara dayalı" İngiliz futbolunun antitezi sayılabilecek, Hollanda ve İspanya ekolünün karışımı bir futbol oynamaya çalışan, bunu İngiliz futbolunun temposu ve fiziksel özellikleriyle harmanlayan, dolayısıyla arz ettiği seyir zevki çok yüksek, nevi şahsına münhasır bir takım. 1996 yazında Arsene Wenger göreve geldiğinden beri adeta misyon edinmişcesine "göze hoş gelen futbol oynama"ya çalışan kulüp, öte yandan söz konusu 17 sezonda sadece 3 lig şampiyonluğu kazanarak taraftar beklentilerinin çok gerisinde kaldı. Aynı zamanda 2005 yılından beri hiçbir turnuvada tek kupa bile kazanamadılar. Ama Wenger'e sorarsanız "her yıl CL'de oynuyoruz, daha ne istiyorsunuz?" diyor.
Bu konuyla ilgi olarak blog'da yıllar önce acımasız Wenger eleştirileri karalamıştım. Okumak isteyen olursa, 3 tanesi burada:
Wenger hayal görmeye devam ediyor
Ha, Wenger kendisi açısından haklı olabilir ama hem Arsenal onun zannettiğinden daha büyük bir kulüp, hem de risk almadan bu kafayla devam ederse ligdeki rakiplerine yetişme şansı çok düşük, hatta imkânsız denebilir. Tek bir kişi bile, bu sezon ligi Arsenal'ın kazanacağına dair yüklü bahse girer mi mesela? United'ı geçse City var, onu da geçse Chelsea var. Tottenham ve Liverpool'u saymıyorum bile. Zaten EPL, son yıllarda United, City ve Chelsea'nin kesin olarak ilk 4 sırada bitirdiği; CL'ye gidecek dördüncü takım olabilmek için Arsenal, Tottenham ve Liverpool'un yarıştığı tuhaf ve keyifleri kaçıran bir görünüm arz ediyor. Genelde bu 4.lük yarışını kazanan da Arsenal oluyor, çünkü "en çok onlar istiyor". Dünya üzerinde "CL gruplarında oynama"yı Wenger'den daha çok önemseyen hoca neredeyse yoktur.
Ama tüm bu yazdıklarımız, Arsenal'ın bugünkü koşullarda Fenerbahçe ile 2 maçlı sistemdeki 100 eşleşmenin 70'i civarında turu geçen taraf olacağı gerçeğini değiştirmiyor. Mesela 2000 yılının koşullarında da Arsenal, G.Saray ile tek maçlı sistemde 100 final oynasa, bunun en fazla 5'ini kazanamzdı. 17 Mayıs 2000'deki maç onlardan biri şeklinde tecelli etti ama "ezelî rakip"in, söz konusu Avrupa olduğunda adeta paçalarından akan bal zaten herkesin mâlûmu. Fenerbahçe'nin başınaysa genelde tam tersi şeyler geliyor. Metafizik bir olaydan bahsetmiyorum, G.Saray'ın şansını ve Fenerbahçe'nin şanssızlığını son 30 yıldan 10'ar örnekle tanıtlayabilirim. Gerekirse bununla ilgili başka bir yazı yazarız.
Eşleşmeye dönersek; Arsenal'ın mevcut kadrosu, genel olarak Fenerbahçe'den çok daha kaliteli bir kadro, ilk ve en temel dezavantajımız bu. İkincisi, 17 yıldır aynı teknik direktör tarafından çalıştırılıyor, oturmuş bir oyun anlayışı var. Fenerbahçe bu sürede 17 kez hoca değştirdi. Üçüncüsü, her ne olursa olsun, Arsenal bu turu geçmeyi bizden "daha çok isteyecek". İşte en önemli parametre bu. Normalde bu tip karşılaşmalarda zayıf durumdaki takımın daha istekli, daha iştahlı, daha enerjik vs. olduğunu görürüz; zira aradaki "kalite" farkını kapatmanın yegâne yolu budur. Ama burada Arsenal'ın CL'ye olan "açlığı" belki de bizim iki katımızdır, Arsenal bu yüzden çıkmasını hiç istemediğim takımdı. Bu anlamda United, Chelsea ve City ile oynamayı, Arsenal ile oynamaya tercih ederim. Arsene Wenger kulübü tamamen bu "alışkanlığın" üzerine bina etmiş durumda, nitekim 15 yıldır da aralıksız bir şekilde CL gruplarında oynuyorlar.
Tekrar dönmek üzere bu konuya virgül koyup, sırayla gidelim; Arsenal'ın ideal kadrosuna bir bakalım:
Karşılaştırırmak için Fenerbahçe kadrosunu da yazalım. Burada, Ersun Hoca'nın "çıkaracağını tahmin ettiğim" değil, "çıkarması gerektiğini düşündüğüm" 11'i yazacağım:
Kaleden başlarsak, bu mevkide neredeyse bir eşitlik söz konusu. Arada çok az bir fark vardır; üstelik Volkan, Salzburg maçlarında takımın turu geçmesindeki en büyük faktördü. Süper Kupa maçında oynamayacağı için, bu durum onu daha da hırslandıracaktır. Szczesny ise bana göre son derece "underrated", kadri bilinmeyen, çok çok iyi bir kaleci.
Sağ bekte Gökhan ile Sagna hemen hemen eşit. "Sagna geçen sezon toplamda 31 maç oynadı, uzun süre sakattı. Bu yüzden Gökhan biraz daha önde" diyen olursa da itiraz etmem. Ama Gökhan'ın bu eşleşmede oynayıp oynamayacağı bile belli değil. Eğer oynamaz ve Topuz ya da Bekir'e görev verilirse, Allah sonumuzu hayretsin. Topuz ve Bekir elinden geleni yapsa da, organize bir Arsenal karşısında o kanattan başımızın ağrıması çok muhtemel. Bu arada Arsenal'da da Sagna oynamazsa yerine Jenkinson var, muhtemelen önümüzdeki 10 yıl boyunca Arsenal savunmasının sağında onu seyredeceğiz. 1-2 yıl içinde İngiliz millî takımının da bankosu olacak bu oyuncunun, o seviyeye gelmek için bence 1 yıla daha ihtiyacı var.
Sol bekte Gibbs ve Kadlec neredeyse eşit. Genel olarak Gibbs burun farkıyla önde diyebilirim çünkü daha genç, çok daha hızlı ve tecrübesi de her geçen yıl artıyor. Kadlec ise daha tecrübeli ve defans bilgisi olarak biraz daha önde duruyor.
Stoperde Bruno Alves Fenerbahçe tarihinin gelmiş geçmiş en iyi merkez defans oyuncusu, bu yüzden iki takım arasında belki de en büyük farkın olduğu bu mevkideki söz konusu farkı, biraz olsun azaltmayı başarıyor. Bu durumda Koscielny ile Alves birbirini götürüyor diyebilirim. Diğer stoperde Vermaelen gibi, Avrupa'da eşini/benzerini bulmanın çok zor olduğu bir oyuncu var ama neyse ki sakatlığı yüzünden bize karşı oynamayacak. Yerine Alman millî takımının yedek stoperi Mertesacker görev yapacak ve her ne kadar o da çok üst düzey bir oyuncu olsa da ziyadesiyle ağır. Sow ile Webo'nun çabukluğunun, Mertesacker'in başını oldukça ağrıtacağını düşünüyorum.
Ön liberoda Arsenal'ın en büyük eksiği, geçen yaz Barcelona'ya sattıkları Alex Song'un yerini hiçbir şekilde dolduramamış olmaları. O zamanlar ilk etapta Song'un yerine Diaby'nin düşünüldüğünü görmüştük ama sezon ilerledikçe ortaya çıktı ki, hem Diaby'nin kalitesi bu seviyeler için yetersiz, hem de çok sık sakatlanıyor. Bu durumda stil olarak Song (ya da mesela Vieira) ile ilgisi bile olmayan, aslında "oyun kurucu bir merkez orta saha" olan Arteta o bölgeyi doldurmaya çalışıyor. Doğal olarak pres ve fizik güç olarak eksik kalıyor. Bu açıkça görüldüğü için, bu yaz oraya Gonalons, Fellaini gibi oyunculardan birini transfer edecekleri konuşuldu ama şimdiye kadar bir hamle görmedik. İyi ki de görmemişiz. Özetle Arteta, Song'a göre çok daha teknik ve daha zeki bir oyuncu olsa da, defansif görevlerde aksayabiliyor.
Yardımcı ön libero/merkez orta saha kontenjanında ise İngiliz futbolunun Rooney'den beri yetiştirdiği en muazzam yetenek olan Jack Wilshere var. Hakkında çok fazla bir şey söylemeye gerek yok, bugün bir takım onu istese en az 50m € ödemek zorunda kalırdı. "Neredeyse kusursuz" bir merkez orta saha oyuncusu Wilshere. Arsenal taraftarının 1-2 yıl önce onun için hazırladığı şu görsel, oyuncunun değerini anlatıyordur sanırım:
Bu ikisinden biri olmadığı zaman "orta saha dinamosu" diyebileceğim Aaron Ramsey oynuyor ve kimin yerine oynuyorsa, eksikliğini hiçbir şekilde hissettirmiyor. Çok koşan, presçi, ayağına hâkim bir oyuncu.
Forvet arkasında ise bana göre dünya üzerindeki en iyi beş "10 numara"dan biri olan Santi Cazorla var. Cazorla'nın iki Fenerbahçe maçında toplam 1 asist yapmaması çok büyük sürpriz olurdu. Onun hakkında da fazla konuşmaya gerek yok; kısa pas, uzun pas, kilit pas, atağın yönünü değiştirme, takımı hücuma çıkarma, duran toplar, özellikle direkt serbest vuruşlar, her iki ayakla uzaktan şutlar, ceza sahasına yaptığı öldürücü dribling'ler vs. Mevkiin gereklerinin fazlasına sahip bir isim Cazorla. Onu kesinlikle kolay topla buluşturmamak, buluştuğu anda da çok rahatsız etmek zorundayız. Dediğim gibi, sıkışıp giden bir oyunda "o pası sadece Cazorla gibi oyuncular atardı" diyebileceğimiz bir pas ile "yok"tan pozisyon yaratıp tabelanın değişmesine vesile olabiliyor. Ne kadar tedbir alınırsa alınsın sonuçta bir yere kadar engellenebilir ama Topal ve Meireles'in "taktik" bilgisine bu konuda güveniyorum.
Sağ açıkta, hakkında hemen her futbolseverin bir şeyler bildiği Theo Walcott var. Dünya üzerindeki en süratli futbolculardan biri olan bu isim, kontrataklarda ve geniş alanda durdurulması neredeyse imkânsız bir oyuncu. Bu sezon "merkez forvet oynamak" koşuluyla sözleşme yenilediği söylenmişti ama Arsenal'ın ileri uca bir oyuncu aradığını düşünürsek, Walcott sağ kanatta oynamaya devam edecek demektir. Fazla düşünmeye ve konuşmaya gerek yok, Walcott'ı her seferinde ikili yardım getirerek hiçbir şekilde boş bırakmamak gerekiyor.
Aynı şekilde sol kanatta da Oxlade-Chamberlain (Ox) var. O da en geç 2 yıl içinde Walcott seviyesinde bir oyuncu olacak ama mevcut hâliyle bile tam bir baş belâsı: Müthiş süratli, dribling'çi, "slalom" şeklinde adam geçebiliyor, her iki ayağıyla sert kesmeler yapıyor, topa sert vuruyor ve en önemlisi içe kat ederek savunmanın yerleşme düzenini bozuyor. Wenger, naçiz kanaatime göre geçen hafta Gervinho'yu Roma'ya satarken, ideal kadrosunda Podolski'yi sol açığa çekip ileri uca Higuain, Suarez vs. gibi bir oyuncu yerleştirmeyi düşündü. Bu durumda Ox da her iki kanadın 1 numaralı yedek opsiyonu olacaktı ama bize karşı ilk-11 de başlayabilir, belli olmaz.
İleride ise "dünya çapında bitirici" diyebileceğim iki golcü olan Giroud ve Podolski var. Giroud iyi golcü ama stoperlere daha az sorun çıkaran, daha ağır bir oyuncu. Şahsen Podolski'dense, Giroud'nun merkezde oynamasını tercih ederim. Podolski merkezde, solda olduğundan çok daha etkili. Ayrıca merkezde, Grioud'dan da daha etkili. Solda ise kaleye uzak olduğu için daha az sorun teşkil ediyor. Ayrıca o solda oynarsa Ox oynamayacak demektir. Yani ileride Giroud, sol açıkta Podolski'nin oynamasının birden fazla yararı söz konusu.
Kadroyu değerlendirdik. Öncelikle kadroyu değerlendirmiş olmamın sebebi ise çok basit: Çünkü dünya futbolu artık "oraya" doğru gidiyor. En zayıf takım bile nasıl antrenman yapacağını, sahada alanı nasıl daraltacağını vs. biliyor. Bu yüzden maçlarda tabelayı değiştiren faktör, takımların "toplam" kalitesinden çok, bireysel becerisi yüksek olan yıldızlar olmaya başladı. Dünya futbolunda en yüksek paraların verildiği oyuncuların hepsinin ortak özelliğine bakarsak, bu özelliklerin en üstünde "tabela değiştirme" işinin geldiğini görebiliriz. Arsenal'ın bu husustaki silahlarının bizden daha fazla olduğu kesin ama bir ölü top organizasyonunda Alves'in kafa golü atması herhangi birimizi şaşırtır mı? Ya da Meireles'in uzun menzilli bir golü? Ya da en az 30 milyonluk bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Sow'un şapkadan çıkardığı o akrobatik mucizeler?
Kadrolar böyle.. İkinci önemli parametre ise "oyun anlayışı".
Aykut Hoca'nın oyun sistemi "güvenlik" üzerine kuruluydu. Öncelikle topa sahip olarak, savunma güvencesini %100 sağlamış oluyorduk (Aykut Kocaman'ın idolü olan Parreira'nın dediği gibi "en iyi savunma topa sahip olmaktır." Top sizdeyken, rakip neyle atak yapacak?). Top rakibe geçtiğinde ise kimin nerede duracağının belli olduğu, topun arkasında konuşlanan muazzam bir takım savunması yapıyorduk. Defanstaki bu dikkat ve çaba, doğal olarak hücuma "yetersizlik" olarak yansıyordu, zira "bu ikisini en yüksek seviyede yapabilmek zaten mümkün değil". Aykut Hoca önce savunmayı ön plana koyuyordu.
Anadolu kulüplerinden tanıdığımız Ersun Yanal ise hızlı hücuma çıkmak ve birkaç pasla gol bulmak isteyen "tez canlı" bir oyun anlayışına sahip. Bunun doğal sonucu olarak kolay ve çok sayıda kaybedilen her top, aynı şekilde "birkaç pas" ile kendi kalemizde pozisyona da dönüşebilir. Bunun tedbirlerinden biri, topu kaptırdığın anda takım hâlinde hücum pres yapmak. Ama o preste başarılı olamazsan ne olacak? Bu durumda taktik fauller ile rakibi durdurmak bir çözüm. Ama hem bu fauller artık ekseriyetle sarı kart ile cezalandırılıyor, hem de o pres rakip tarafından aşıldığı anda savunmada ciddi problemler hasıl oluyor.
Bu oyunu oturtmak çok zor ve meşakkatli bir süreç ister. Mesela 1996-2000 döneminde Terim'in bile iki yılını almıştı. "Bile" diyorum çünkü orada Mehmet Ağar bağlantısı sebebiyle akıl almaz hakem ve Federasyon desteği, sahada rakiplerini adeta "döven" oyuncular vs. söz konusuydu. Bunlar olmasa, daha görevinin 4. haftasında Ali Sami Yen'de Fener'den 4 yiyince istifa ettiği zaman, teknik direktörlük kariyeri Yılmaz Vural ile aynı çizgiye oturacaktı. Ağar sayesinde saha dışı ve saha içi bir şekilde "dikensiz gül bahçesi"ne dönünce, Terim de bir sistem oturtmak için Türk futbol tarihinde başka hiçbir hocanın bulamadığı ve bulamayacağı bir lüks edindi ve bunu değerlendirdi. Ama o durumda bile sistem, tam anlamıyla 2 senenin sonunda işlemeye başladı.
Bu gerçeklerden hareketle Yanal eğer "çılgın" bir futbol oynatacaksa, Fenerbahçe camiası olarak en az 1 yıl sabretmemiz lâzım. Öyle oynarsak zaten muhtemelen Arsenal'a da %99 eleniriz. Bu yüzden bu sürecin yavaş yavaş, "geçiş döneminin dezavantajları en ince ayrıntısına kadar hesap edilerek" ve çok planlı bir şekilde yürütülmesi lâzım. Arsenal eşleşmesi ile ilgili söyleyeceğim esas vurucu şeye de bu vesileyle gelmiş oldum.
Sonuçta Fenerbahçe'nin Avrupa Ligi'nde yarı final oynarken kazanmış olduğu muazzam bir deneyim var. Geçen sezon o ağır yükü çeken hiçbir oyuncu gönderilmedi, neredeyse "2 sezon" oynamış kadar tecrübe edindiler. Aynı zamanda Aykut Hoca önderliğinde takımın ezberlediği bir oyun şablonu ve anlayışı da söz konusu. Bu durumda akıllı bir teknik adam, alttaki post'ta belirttiğim o "dönüşüm"ü hayal ediyorsa bile bunu en azından CL ya da EL'deki grup maçlarına kadar ertelemeli; Arsenal karşısında Fenerbahçe, sanki teknik direktörü Aykut Kocaman imiş gibi oynamalı. Zira Fenerbahçe'nin durumundaki bir takıma, iki yıldır "ezberlediği" şeyden bir başka şey yaptırmaya çalışmak, bu seviyelerde bir çuval inciri muhtemelen berbat edecektir. Rıdvan Hoca'nın hep söylediği gibi: "Hayatı boyunca sağ elle yemek yemiş birine sol elle yemek yedirmeye kalkarsan, üzerine döker." Bu, Ersun Hoca açısından kesinlikle gocunulacak bir şey değil. Bilakis, benim için kendisinin ne kadar zeki biri olduğunu gösteren ciddi bir argüman olacak.
Oyun anlayışı, kadrodan sonraki ikinci önemli faktör.
Üçüncü önemli husus ise, yazının başında da belirttiğim gibi "en az Arsenal kadar koşmak ve en az Arsenal kadar istemek." Eğer bunu yapmazsak, o durumda da tur ümidi mucizelere kalacaktır. Bu dediğimi hiç kimse küçümsemesin, maçlar oynanırken hep beraber görürüz. Arsenal, kelimenin tam anlamıyla "aç" bir takım. Zaten imkânları bizden daha fazla, kadrosu bizden daha kaliteli, hakem de muhtemelen %1 bile olsa onlara daha sempatiyle bakacak.. Ee? Senin aradaki farkı kapatabileceğin yegâne durumlar, en ince ayrıntısına kadar çalışılmış ölü top organizasyonları, daha çok koşmak ve daha çok istemek olabilir.
Bu 3 unsurun detaylarını kendi lehimize çevirirsek ya da en azından dezavantajlı olmayacağımız bir duruma getirirsek, Arsenal'ın "yahu, normalde bizim tur atlamamız gerekiyordu" dediği bir başarıya imza atabiliriz.
Başarılar Fenerbahçe..