15. Danny Collins (7.5)
“Cars” ve “Crazy. Stupid. Love.” gibi filmlerden hatırladığımız deneyimli senaryo yazarı Dan Fogelman, İngiliz Folk şarkıcısı Steve Tilston’ın, John Lennon’ın kendisine yazdığı bir mektubu 34 yıl sonra okumasından esinlenerek yazıp yönettiği “Danny Collins”te ümit verici bir ilk filme imza atıyor. Filmin başarısındaki en önemli etkenlerden biri, Fogelman’ın “kişisel” bir öyküden yola çıkmasına rağmen, kahramanının içinde bulunduğu duygusal durumdan “evrensel” bir takım sonuçlar çıkarmayı başarması. Öyle ki, kariyer peşinde koştuğu ve kimi zaman başarılarla da taçlanmış olan 40 yılın ardından 40 yıl önce hayal ettiği şeylerle arasındaki mesafeyi gören ve hayatını değiştirmeye karar veren Tilston, belli yaşı geçmiş her (çalışan) dünya vatandaşı için bir iç-sorgulama seansına vesile olabilir. Klişe bir takım “dönüşüm” trüklerinden de destek alan film, soğukkanlı ve ironiden beslenen üslubuyla (Al Pacino’nun olağanüstü oyunculuğuna sırtını dayayarak), soyunduğu görevin hakkını fazlasıyla veriyor.
14. Pride (7.6)
1984 yılında İngiltere’de maden işçileri için destek kampanyası başlatan bir grup lezbiyen ve gay aktivistin gerçek hikâyesini anlatan “Pride”, seyirciyi hem güldüren, hem dokunaklı finaliyle hüzünlendiren, hem de ayna tuttuğu dönemin ruhunu çok iyi yakalayan eğlenceli bir film. O zamanın toplumunda bir araya geleceği hiç düşünülmeyen söz konusu iki alt kümenin “Thatcher zulmü”ne karşı gösterdiği dayanışma ve birlik duygusu, öykünün can damarı denebilir. Bunun yanında usta oyuncuların canlandırdığı 10’a yakın baş (!) karakterin her biri, ilk senaryosunu yazan Stephen Beresford’un şaşırtıcı başarısıyla seyirciye son derece inandırıcı şekilde sunuluyor. Yönetmen Matthew Warchus ise öykünün hissettirdiği o “direniş” duygusunu filmin merkezine yerleştirip, oyunculara alan bırakan ölçülü bir yönetmenlik sergiliyor. “Gezi” direnişi nedeniyle bizim seyircimiz için ayrı bir anlam arz eden “Pride”, sinemayı seven herkesin en az bir kere görmesi gereken ve belgesel değeri de olan önemli bir film.
13. Kingsman: The Secret Service (7.6)
“Kick-Ass” ve “X-Men: First Class” gibi kalbur üstü filmlerin yönetmeni Matthew Vaughn’ın çektiği “Kingsman”, İngiliz ajan filmleri geleneğine hem saygı duruşunda bulunan, hem de o geleneğin kişisel bir “kompozisyon”unu çıkaran dört dörtlük bir aksiyon. Cem Yılmaz’ın “G.O.R.A.” ve “A.R.O.G”da uzay filmleri üzerine yapmaya çalıştığı şey bir “parodi”ydi örneğin; her ikisi de (yaratıcının, parodisini yaptığı olguya yabancılığı nedeniyle) sığ ve sığlığının gayet farkında olan, seyirci için yapılmış filmlerdi. Quentin Tarantino ise “Kill Bill”de, yüzlercesini seyrederek büyüdüğü uzakdoğu dövüş filmleri üzerine kendi kişisel yorumunu getirmişti. O geleneğe olan ve sonsuz gibi görünen bir tutku, sevgi ve en önemlisi hâkimiyet söz konusuydu. Yaratıcının bu hâkimiyeti, çağdaşlık ve dehayla birleştiğinde ortaya hem seyirciye o eski filmlerin tadını anımsatan bir atmosfer, hem geleneğin klişe ve komik taraflarını hicveden ince bir mizah, hem de her karesinden samimiyet fışkıran bir film çıkıyordu.
“Kingsman” işte bu ikinci kulvarda ilerleyen bir film. İngiliz usûlü komedi ve popüler kültür öğeleriyle nakış gibi işlenmiş, dünyadaki eşitsizlik ve “alt sınıf/seçkinciler” ayrımı üzerine kayda değer şeyler de söyleyen sürükleyici bir hikâyesi var. “Kill Bill”den 11 yıl sonra çekilmiş olmanın etkisiyle video/bilgisayar oyunlarından fazlasıyla esinlenen (bale estetiğiyle çekilmiş) dövüş sahneleri ve Colin Firth başta olmak üzere oyunculukları da cabası.
12. Whiplash (7.7)
1985 doğumlu Damien Chazalle’in yazıp yönettiği “Whiplash” sanatçı olmanın meşakkati ve talep ettiği ağır çalışma temposu ile özveriyi, hikâyesinin merkezine koyan bir film. İlk bakışta seyredenlere “her nimetin bir külfeti vardır” benzeri “başarı odaklı” bir mesaj verdiği düşünülebilir ama öykünün “gerilim” denebilecek bir tarz ile anlatılmış olması, bu mesajı muğlâk bir hâle getiriyor. Aynı zamanda “başarı”ya ulaşmak için faşizan hocasının ellerine kendini gönüllü bir şekilde teslim ede(bile)n ve kısmî denebilecek bir başarıya ulaştığı ilk anda kız arkadaşına karşı tavırları değişen baş(anti)kahramanıyla, “insan doğası” hakkında da ciddiye alınması gereken şeyler söylüyor. Söz konusu kahramanın zihnen ve bedenen tükenişini, film boyunca muazzam bir tempo ve yüksek gerilimli bir atmosfer eşliğinde seyrediyoruz. Dolayısıyla “Whiplash” ile “başarı” kavramı arasındaki ilişki, biraz “Trainspotting” ile “uyuşturucu” arasındaki ilişkiye benziyor. Her ikisi de söz konusu olguları idealize etmediği gibi “Whiplash”in (bir hayal olduğu neredeyse kesin olan) final sahnesi bittiğinde, tüm olup bitenlerle ilgili olarak seyirciyi düşünmeye davet eden erdemli bir tavrı var. 29 yaşında bir yönetmen için son derece büyük bir başarı.
11. The Imitation Game (7.8)
Senaryosunu Graham Moore’un (Andrew Hodges’ın kitabından uyarlayarak) yazdığı ve Norveçli Morten Tyldum’ın yönettiği “The Imitation Game”, II. Dünya Savaşı’nda Alman ordusunun iletişimini sağlayan Enigma makinesinin şifrelerini kırmaya çalışan matematikçi Alan Turing’in gerçek hikâyesini anlatıyor. Turing yalnızca kendi döneminde anlaşılmayan bir dahi değil, aynı zamanda (başta cinsel eğilimi yüzünden olmak üzere) çocukluğundan itibaren toplumdan dışlanmış ve yalnız bir karakter. Film bittiğinde onun bu yalnızlığının, hüzünlü bir hikâye ile seyircinin içine işlediğini görüyoruz. Bu yüzden tıpkı “Whiplash”te olduğu gibi “başarı”yı yücelten bir tavır yok ve yine “The Pride”da olduğu gibi yardımlaşmanın ve dayanışmanın altı da kalın bir şekilde çiziliyor. “The Imitation Game”e, vakti zamanında eşcinselliği yasa ile suç sayan bir toplumun, sahip olduğu (insanlık tarihini değiştirmiş) eşsiz bir değere saygı duruşu ve hatta “özrü” olarak da bakılabilir. Bu açıdan bakınca değeri katmerleniyor.
10. Star Wars: The Force Awakens (7.8)
Yönetmen koltuğunun George Lucas’tan J.J. Abrams’a geçtiği “Star Wars” serisi, hikâye örgüsü olarak önceki filmlerin yapısını neredeyse bire bir koruyan, görsel olarak ise (yüksek beklentilerin altında kalsa da) tatminkâr bir seviye tutturan yedinci bölüm ile devam ediyor. Senaryoyu Lawrence Kasdan ile birlikte yazan Abrams’ın Han Solo, Leia gibi eski karakterleri (tıpkı serinin hayranları gibi) birer “efsane” olarak gören yeni/genç kahramanlar ve tercih ettiği karamsar atmosfer ile yeni bir görsel dünya kurmaya çalıştığı kesin. Bunda genel olarak başarılı olduğu da söylenebilir, zira (denebilir ki) en karanlık “Star Wars” epizodu ile karşı karşıyayız. Bunun yanında filmle ilgili, fan’ları tatmin edebilecek pek çok detay sıralamak mümkün: Serinin alâmet-i farikası hâline gelmiş “özgürlük, demokrasi, aşk, faşizm” gibi olgulara dozunda bir şekilde değinen sürükleyici bir öykü, çok iyi çizilmiş kahraman/anti kahramanlar, hatta bonus olarak “kadın” kahraman olgusu ve son teknoloji bir görsellik. Kendisi de bir “Star Wars” hayranı olan Abrams, macera aramadan serinin ruhunu takip eden iyi bir işe imza atmayı başarmış ama sinema tarihini sonsuza kadar değiştiren dördüncü bölüm (1977) ve serinin en iyisi olduğunu düşündüğüm birinci bölümün (1998) gerisinde kalan bir “üçleme başlangıcı” bu.
9. Boyhood (7.9)
Amerikalı usta yönetmen Richard Linklater’ın 12 yılda çektiği “Boyhood”, bir çocuğun 6-18 yaş arası dönemini (çocukluktan ergenliğe geçişini) anlatıyor. 12 yıla yayılan hikâyesine rağmen tüm karakterleri aynı oyuncuların canlandırması fikri, şimdiden sinema tarihine geçmiş, saygı duyulası bir yaratıcılık. Bu detayı benzersiz kılan şey ise yönetmenin, anlattığı hikâye ile paralel bir duygusal atmosfer kurmak için bunu tercih etmesi. Böylece oyuncular, karakterin her hâlini (ergenlik sivilceleri dâhil!) hiç makyaja gerek duymadan oynayarak “hayatın kendisi kadar gerçek” olmaya çalışan filmin bu amacına kusursuz şekilde hizmet edebiliyor. Bunun yanı sıra Coen Kardeşler’in “Fargo” filminde kahramanları dakikalarca televizyon seyrederken, boş boş konuşurken vs. gösteren o tekdüzelik ve gündelik hayatın sıkıcılığı vurgusu “Boyhood”un Ortabatı dünyası için de bire bir geçerli. Büyümekte olan bir çocuk, büyüyememiş (kendilerinden ayrı yaşayan) bir baba, tüm bunlarla ve hayatla baş etmeye çalışan anne, annenin ikinci eşi (Linklater’dan hüzün verici bir klişe, alkolik üvey baba) ve bunların yaşadığı sıkıntılar, küçük mutluluklar vs. Dramatik iniş çıkışların olmadığı ve hayat kadar gerçek görünmeyi başaran film bittiğinde, hem sinema tarihinin en iyi “gençler büyüyor” filmlerinden birini seyretmiş, hem de (açılış/kapanış sahneleri ve ayrıca baba karakteri ile) büyümenin hiç bitmeyen bir süreç olduğunu gösteren incelikli bir hikâyeye tanıklık etmiş oluyorsunuz.
8. The Lobster (7.9)
Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un çektiği ve son yıllarda yapılmış en orijinal filmlerden biri olan “The Lobster”, 45 gün içinde uyumlu bir eş bulamayan insanların (kendi seçtikleri) bir hayvana dönüştürüldüğü, yalnızlığa tahammülün olmadığı distopik bir dünyada geçiyor. Artık kendisini sevmeyen ve terk eden eşinden yeni boşanmış olan David (Colin Farrell), bu tehlikeyle yüz yüze gelen baş karakter ve onun yaşadıkları vesilesiyle Lanthimos, bir kez görenin aklından kolay kolay çıkmayacak bir toplum resmi çiziyor (‘otorite’nin yalnız insanları yerleştirdiği, konforlu ama “Brazil”daki devlet dairesi soğukluğunda diyebileceğimiz otel, Wes Anderson dünyasının tam bir antitezi ve unutulacak gibi değil). Sonuçta anlatılan hikâye ise günümüz toplumlarında yaşanan duygusal ilişkiler üzerine yabana atılamayacak şeyler söylüyor. Öyle ki, 50 yıl sonra bugünün ikili ilişkilerini ve insanların bu ilişkilerle ilgili duygu/düşüncesini merak eden biri, “The Lobster” ve (iki yıl önceki) “Her”ü seyrederek aradığı cevapların pek çoğuna ulaşabilir. Yıllar geçtikçe kült mertebesine yükselmesi beklenebilecek “The Lobster”ın, eşini kaybetme ya da yalnız kalma korkusu yaşayan başkahramanın zihninde geçen bir kâbus olduğu söylenebilir, ki bu da onu David Lynch’in “Lost Highway”i ile göbekten akraba yapıyor.
7. Inside Out (8.0)
Son 20 yılın en önemli 20 animasyonu arasında sayılabilecek “Toy Story” ile “Wall-E”nin senaryolarına katkıda bulunan, “Monsters Inc.” ve “Up”ı ise bizzat yöneten Pete Docter, “Inside Out” ile bir kez daha türün gelmiş geçmiş en iyi örneklerinden birine imza atıyor. Hayao Miyazaki’nin “Spirited Away” isimli başyapıtının giriş bölümünde, ailesiyle yeni bir muhite taşınmak zorunda kalan Chihiro’nun serzenişlerine yer veriliyordu. İşte “Inside Out” için, o durumdaki (ve yaş olarak ergenliğe geçiş dönemindeki) Riley’nin beyninin içinde neler olup bittiğini anlatıyor denebilir. Beynin içi derken, gerçekten içinden söz ediyoruz. Bir “komuta merkezi”nden yönetilen Riley’nin beyninde, çocukluğundan itibaren en baskın olan 5 duygunun Neşe, Üzüntü, Korku, Öfke ve Tiksinti olduğunu öğreniyoruz. Kahramanın ruh durumuna göre komuta zaman zaman el değiştirse de, sonunda bir “denge” sağlanıyor “Boyhood”da olduğu gibi büyüme, olgunlaşma devam ediyor. “Inside Out” Docter’ın elini attığı diğer tüm projeler gibi, sadece küçüklere değil yetişkinlere de iyi gelecek enfes bir animasyon.
6. Sicario (8.1)
Barry Levinson’ın “Wag the Dog” (1997) filminde, Robert De Niro ve Dustin Hoffman’ın başını çektiği o “erkekler dünyası” içindeki biçare, savunmasız Anne Heche’i hatırlayalım. İşte “Sicario”da Meksika’daki uyuşturucu karteliyle yapılacak savaşta aktif görev alan FBI ajanı Kate Macer (Emily Blunt) tam olarak böyle bir karakter. Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve, filmin neredeyse tamamını onun olaylar karşısındaki “etkisiz”liği ve hissettiği çelişkiler üzerine kuruyor. Bu aynı zamanda hayatta benzer durumlarla yüzleşebilen hepimiz için geçerli bir bakış, zira “suç” ile savaşırken “erdemli olmak”tan ne kadar sapılabileceği üzerine düşünülmesi gereken bir tartışma yapıyor “Sicario”. Bunu yaparken, örneğin bir çatışmadan hemen önce pencereden süzülen sarı ışığa zum yaptığı, çocuğunun futbol maçına gitmek için zorlanan babayı uzun uzun gösterdiği sahnelerle günümüz Meksika’sında suçla ve yoksullukla örülmüş, hüzünlü bir atmosfer kuruyor. Son derece sağlam senaryo ve Del Toro başta olmak üzere oyunculuklar da bonus.
5. It Follows (8.2)
1974 doğumlu David Robert Mitchell’in yazıp yönettiği (ikinci filmi) “It Follows”, her yıl yüzlercesi çekilen ve neredeyse hiçbiri orijinallik ihtiva etmeyen korku filmleri arasında (tabir caizse) ay gibi parlayan özel bir film. Aynı zamanda Mitchell’ın sinemada “korku” geleneğini çok iyi özümsemiş bir yönetmen olduğunu kanıtlıyor. Söz konusu geleneğin gelmiş geçmiş en iyi örneklerinden biri olan “Halloween”in görsel kodlarını takip ediyor oluşu, bunun ilk kanıtı denebilir. Zira “Halloween”in en önemli özelliği, çerçeveye ne zaman/nereden gireceği belli olmayan “bir şeyler”in tedirginliğini her an hissettiren ve geniş plan çekimlerle ağır ağır hareket eden kamerasıydı ve bu vesileyle kurulan atmosfer filmin laytmotifiydi. “It Follows” öncelikle o görsel dünyayı çok iyi analiz etmiş bir yönetmenin filmi. Bu özel dünyanın içinde anlatılan öyküye bakacak olursak, genç karakterlerinin büyüme dönemi endişe ve korkularını temel alan ve bu konuda ilgi çekici şeyler söyleyen bir metin söz konusu. Ve yine bireysel başarı yerine “Pride” ve “The Imitation Game”de olduğu gibi yardımlaşma ve “takım” olma olgusunun altı çiziliyor. Özetle sinema gibi, yeni bir şeyler yapmanın artık çok nadir görülebildiği bir sanat dalında (hele de korku gibi bir türde) kendini “taze” hissettirmeyi başaran, türün meraklılarının kaçırmaması gereken bir film.
4. Citizenfour (8.3)
CIA ve NSA ajanı Edward Snowden, 2013 yılında ABD’nin “toplumun huzurunu koruma” bahanesiyle kendi yurttaşlarını ve dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan toplumları nasıl gözetlediğini ortaya çıkararak (şimdiden) insanlık tarihinin en önemli figürlerinden biri hâline gelmişti. Yönetmen Laura Poitras, Snowden’ın Ocak 2013’te kendisine gönderdiği (ve filmin girişinde gördüğümüz) ilk mesajla sürece dâhil olmuş. The Guardian muhabiri Glenn Greenwald ve Poitras ile Hong Kong’daki bir otelde buluşan Snowden, olay yaratan bu ifşayı neden yaptığını, nasıl planlayıp uyguladığını tek tek anlatıyor. Bu sahnelerde ve filmin genelinde öylesine gerçekçi ve akıcı bir atmosfer var ki, konuyla ilgili malûmatı olmayan birine çekimlerin “gerçek zamanlı” olarak yapıldığı söylense, inanabilir. Sadece hepimizi çok ilgilendiren öyküsüyle değil, o öykü vasıtasıyla (temel bir insan hakkı olan) özel hayatın ne kadar “özel” kalabildiği üzerine sarsıcı bir tablo çizen ve şimdiden gelmiş geçmiş en iyi belgeseller arasına giren (En İyi Belgesel Oscar’ını da alan) bu filmi her sinemaseverin görmesi gerekiyor.
3. The Texas Chainsaw Massacre (8.4)
Korku sinemasının kilometre taşlarından biri olan 1974 yapımı “The Texas Chainsaw Massacre”, 40. yılı şerefine 4K’ya dönüştürülen yeni kopyasıyla tekrar gösterime girdi. 80’lerin kült başyapıtlarından “Poltergeist”ın da yönetmeni olan Tobe Hooper, “Texas Katliamı”nda kısıtlı bütçe ve imkânlarla, tek kelimeyle efsanevi bir iş çıkarmıştı. Korku janrının en bilinen klişeleri arasında yer alan “şehirli çocuklar kırsalda/tatilde” ve “kendinizi kollayın” diyen benzin istasyonu çalışanı gibi motifler de bu filmle geleneğe dâhil olmuştu. “Maskeli katil” aynı şekilde. Senaryoda (Martin Scorsese’nin, New York’un kan üzerine inşa edilmiş tarihini anlattığı “Gangs of New York”unda olduğu gibi) Amerikan kırsalının kanlı ve şiddet dolu “erkek egemen” geçmişine bir gönderme söz konusu. Aynı zamanda birbirine yabancılaşan ve “öteki”nden korkup çekinen günümüzün (o günün ve günümüzün) modern insanının bilinçaltı da bir şekilde eşeleniyor. Hooper ise bu temalar üzerinden ilerleyen hikâyeyi “belgesel” diyebileceğimiz bir gerçeklik ve o güne kadar görülmemiş bir görsel atmosfer kurarak anlatıyor. İçerdiği şiddet nedeniyle pek çok ülkede yıllarca gösterilmeyen “Texas Katliamı”nın bu tarafının bugün hiç göze batmıyor oluşu, korku sinemasının şiddet pornografisi ile (günümüzdeki) ilişkisi konusunda düşünmeye de vesile oluyor.
2. The Tale of Princess Kaguya (8.5)
80 yaşındaki Japon yönetmen Isao Takahata’nın senaryosunu yazdığı ve 8 yıl boyunca bir bir (el emeği, göz nuru) çizerek yarattığı “Prenses Kaguya Masalı”, şimdiden tüm zamanların en iyi animasyonları arasına girmiş muhteşem bir film. Çocukların bir gün büyüyüp ebeveynlerden ayrılmasının kaçınılmazlığı ve bu gerçeğin farkında ol(a)mayan anne/babaların, o ayrılığa kadar doğanın kendilerine verdiği görevi ne kadar “bilinçli ve/veya sorumlu” olarak yerine getirebildiği (ya da getirip getiremediği), öykünün ana meselesi. Takahata, eski usül iki boyutlu çizgi film tekniğinin yardımıyla, bu öyküyü olabilecek en naif ve dokunaklı şekilde anlatan büyüleyici bir görsel dünya kuruyor. Amerikan animasyonlarında hiç tercih edilmeyen beyaz rengin tüm çerçeveye hâkim olduğu ve hikâyeyle kusursuz uyumlu olan bu atmosfer, aynı zamanda Japon kültürünün ayrılmaz bir parçası olan “doğa sevgisi”ni de benzersiz bir haleti ruhiye ile seyirciye geçirmeyi başarıyor.
1. The Look of Silence (8.8)
1974 doğumlu Amerikalı yönetmen Joshua Oppenheimer’ın 2012 yılında çektiği “The Act of Killing”, Endonezya’da 1960’lı yıllarda (komünist oldukları gerekçesiyle) öldürülen yüzbinlerce insanın katillerini konuşturan, onların segilediği vahşetin bilinçaltını deşifre etmeye çalışan yumruk gibi bir filmdi. O filmin devamı olarak çekilen “The Look of Silence” ise büyük kardeşinin o katliamlar esnasında nasıl öldürüldüğünü (filmin çekimlerinde) öğrenen Adi’nin, katillerle yüz yüze gelişini anlatıyor. İnsan denen yaratığın güç ve tahakkümü ele geçirdiğinde nasıl zıvanadan çıktığını, öldürme hakkını kendinde nasıl kolay bulabildiğini böylesine bir gerçeklikle seyretmek, tahammülü çok zor bir şey. Filmin en önemli özelliği de bu gerçeklik zaten, katillerin bir gün yakalanacakları ya da ceza göreceklerine dair en ufak bir korkusu yok. Onların bu kadar rahat oluşu, seyircinin rahatsızlığını daha da arttırıyor. 2014’te Berlin ve Venedik olmak üzere pek çok festivalde ödüller kazanan film sadece sinemaseverlerin değil, insanoğlunun ve tarihteki katliamların doğasına meraklı olan herkesin seyretmesi gereken eşsiz bir belgesel.